14/06/2009 | Yazar: Rüzgar Akın
Yun, laboratuvarın kapısına gelene kadar dört ayrı polis tarafından durduruldu ve nereye gittiği soruldu.
Yun, laboratuvarın kapısına gelene kadar dört ayrı polis tarafından durduruldu ve nereye gittiği soruldu. Anlaşılan vatandaşların laboratuvar civarlarında bulunmaları yasaktı ama bir medikal nanoteknolog istediği saatte istediği yerde olma hakkına sahipti. Retina okuyucudan geçip binaya girmesi uzun sürdü. Yun’un eski bedeninde, bir çift ışığı geçirmeyen, bir çift de şeffaf, su geçirmeyen göz kapağı vardı. Kızda ise sadece tek bir çift göz kapağı mevcuttu. Acaba su altında nasıl görebiliyordu? Doğru ya, deniz yoktu ki bu dünyada...
Laboratuvarın da tıpkı diğer binadaki gibi fazlasıyla aydınlatılmış beyaz koridorları vardı. Bina son derece sessizdi ve henüz kimseye rastlamamıştı. Kızın bileğindeki zaman ölçme aletine bakıp gece olduğunu fark etti. Dev bir midye kabuğunun içini anımsatan bu kapalı dünyada güneş yoktu. Daha doğrusu Kubbe’nin dışında kalıyordu. Günün her saati yapay ışıkla aydınlatıldığından zaman ölçme aygıtları olmaksızın geceyi gündüzden ayırmak mümkün değildi. Güvenlik görevlileri dışında binada kimse yoktu, mutlaka evlerinde uyumakla meşguldüler. Öyle ya, uyumak bile bir görev, bir meşguliyetti sanki bu insanlar için.
Yun şanslı olduğunu düşündü, kimse yokken aradığını daha rahat bulabilirdi. İşin kötü tarafı ne aradığından emin değildi. Kızın tıbbi bilgilerini kullanıp, halkını pençesine almış hastalığın belirtilerini çözümlemesi çok zordu. Denemeye çalıştığı an başına bir ağrı saplanmıştı. Anlaşılan kız kendisinden daha zekiydi ve mesleği gereği sürekli beynini kullanıyordu. Yun’un bilinci ise henüz bu beyni tam kapasitede kullanamıyordu.
İlaç deposu gibi birşey bulup içerisindekilere teker teker bakarak kızın aklından ne işe yaradıklarını okumaya karar verdi. Aralarından biri mutlaka salgına karşı etkiliydi. Bunun üzerine tıbbi araştırma ünitesine yöneldi. Eski, yeni bütün ilaçlar, hatta halen test aşamasında olanlar bile orada bulunurdu.
Kapının yanındaki makineye bu sefer parmak izini okuttuktan sonra içeri girdi. Işıklar, odanın içerisindeki robot göz sayesinde kendiliğinden yanmadan birkaç saniye önce odanın arka bölümündeki kapılardan birinin ardından ışık sızdığını fark etti. Kızın anılarına göre bu normal değildi. Bu saatte burada kimsenin olmaması gerekirdi. Kendi dünyasında oranın en tehlikeli yaratıkları olan deniz canavarlarını yakalamakla görevli bir avcı olarak Yun’un ‘korkmak’ fiili hakkında görüşleri son derece sınırlıydı. Işığa doğru yöneldi ve eşiğin yanında, duvarda duran düğmeye basarak kapıyı açtı.
Kapının ardındaki odada bulunan beyaz önlüklü insanlar yerlerinden sıçradılar ve hepsi aynı anda dönüp ona baktı. İçerinden biri birkaç adım öne çıkarak:
- ‘Eda? Bu saatte burda ne arıyorsun?’ diye sordu. Yüzünde sahte bir gülümseme vardı.
Yun odadan içeri girdi ve kapı otomatik olarak ardınan kapandı. Bir yandan etrafına bakınıyordu. Deney odalarından bir tanesiydi bu, fakat kız daha önce hiç burada bulunmamıştı. Kendisiyle konuşan adamı tanıyordu ama. Sevmediği insalardan biriydi bu, bencil, ikiyüzlü, fırsatçı, acımasız, küstah... Yun bu kadar kötü özelliğin nasıl olup da tek bir kişide toplanabildiğini merak etti. Anlaşılan bir deneyin tam ortasında gelmişti. Odanın ucundaki cam bölmenin ardında sedyelerde bağlı yatan insanlar, yanlarında da steril giysiler giymiş başkaları vardı. Neler oluyordu burda?
- ‘Peki ya sen Cenk? Bu gördüklerimin açıklaması nedir?’ diye sordu Yun.
Adam gülümseyerek ‘Gördüklerinin açıklaması mı?’ dedi ve ona doğru ilerlemeye devam etti. Adamın gereğinden fazla yaklaşmış olması üzerine Yun birkaç adım geri çekilmek istedi ama sırtı duvara değdiğinde durmak zorunda kaldı. ‘Gördüklerinin bir açıklaması yok Eda, çünkü gereğinden fazla şey görmüş durumdasın,’ diyerek sözlerini tamamladı adam. Nerdeyse temas edecek kadar yakın duruyordu artık. Yun, adam ve duvar arasında köşeye sıkışmıştı. Bu durumdan kurtulmak üzere davrandı fakat adam, gitmeye çalıştığı yöne kolunu koyarak ona engel oldu. Bunun üzerine Yun öfkelendi, daha önce hiç kimse onu böyle köşeye sıkıştırmaya cüret etmemişti. İki eliyle adamı yakasından kavrayıp itmeye çalıştı ama adam pek kıpırdamadı. Anlaşılan kızdan daha güçlüydü. Yun çok sinirlenmişti. Gerçek bedeni olsa adamı çoktan odanın öbür ucuna fırlatmış ve kadınlara nasıl davranması gerektiğini öğretmeye başlamıştı. Fakat kendi bedeninde değildi ve adamın gülmeye başlamış olması gittikçe daha çok sinirlerini bozuyordu.
- ‘Ne o? Beni itmeye mi çalışıyorsun yoksa?’
- ‘Ne yaptığını sanıyorsun Cenk?! Kim bu insanlar?’
- ‘Dışardan gelen köleler. Sefil hayatlarında yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için kobay olarak bize yardımcı oluyorlar.’
- ‘Dışarıdan zavallı insanlar toplayıp onları kobay olarak mı kullanıyorsun? Başkalarının hayatlarıyla oynama hakkın olduğunu mu sanıyorsun sen? Ne biçim bir deney ki bu insan kobaylara ihtiyacın var?’
Adam güldü ‘Ne kadar az bilirsen senin için o kadar iyi olur Eda’ dedi ve kızın bileklerini kavrayıp yakasını kurtardı. Bunun üzerine Yun adamın bir az olsun kendisinden uzaklaşmış olmasını fırsat bilerek bacaklarının arasına var gücüyle bir diz darbesi vurdu. Adam acıyla haykırarak iki büklüm yere yıkıldı. Yun ise kapıya doğru koştu.
***
Eda bulunduğu kayalığın tepesinden denize baktı. Dalgalar, en az ikiyüz metre yüksekliğindeki uçurumun ayaklarını dövüyordu.
- ‘Bahsettiğin kayalar şu aşağıdakiler mi?’ diye sordu Jena.
- ‘Evet. Üzerinde beyaz kireç olanlar.’
Jena gülümsedi:
- ‘Hadi o zaman, ne duruyoruz? Atlasana’
Eda şaşkınlıkla kızdan yana döndü:
- ‘Nasıl yani?! Atlamak mı? Niye doğru düzgün bir yoldan aşağıya inmiyoruz?’
- ‘Saçmalama Yun! Yürüyerek inmek en az iki saatimizi alır!’
Eda daha cevap veremeden Jena bir adım geri çekilip hız alarak uçurumdan atladı ve havada takla atarak balıklama bir şekilde suya indi. Eda yutkundu. Bedeninde bulunduğu adamın parmaklarının arasındaki perdelerden bu gezegendeki insanların suya son derece uyumlu olduklarını tahmin etmişti ama bu kadarını da beklemiyordu. Uçurum fazlasıyla yüksekti ve atlarken yanlış bir hareket yaparsa adamı öldürebilir ya da sakat bırakabilirdi. İçinde bulunduğu durumun saçmalığını düşündü: ‘Yıllık iznini kullanırken bilincinin bir başkasınınkiyle çarpışması nedeniyle, kendine ait olmayan bir bedenle, yaklaşık ikiyüz metre yüksekliğinde bir uçurumdan suya balıklama atlamaya çalışırken ölmek’. Herhade koskoca galakside rastlanabilecek en aptalca ölüm şekliydi.
- ‘Yun! Ne duruyorsun, gelsene!’ diye bağırdı Jena.
Eda yumruklarını sıktı ve derin bir nefes aldı. Kaza sonucu belleğini yitirmiş hastaları düşündü. Hatırlamasalar da, ya da bilincinde olmasalar da daha önce öğrenmiş oldukları şeyleri yapabiliyorlardı. Kızın az önce yapmış olduğu gibi bir adım geri çekildi ve suya koştu. Adamın bedeni havada kendiliğinden dönüp, son derece düzgün bir takla atarak suya indi.
- ‘Bir an gelmeyeceksin sandım’ dedi Jena. Eda özür dileyince gülümsedi ve elindeki çantayı göstererek ‘Önemli değil, haydi şu söylediğin kireçleri toplayalım bir an önce’ dedi. Bir süre adamın gözlerine baktıktan sonra kendi gözlerinin üzerindeki saydam kapakları kapattı ve derin bir nefes alarak suya daldı.
Eda yine kızın hareketlerini taklit etti ve onun ardından daldı. Bir yandan da adamın hafızasında kıza dair anılarını gözden geçirdi. Bu kızın kendisinden hoşlandığını nasıl olmuş da hiç fark edememişti? Demek ki evrenin neresinde olursa olsun, kadınların ne hissettiğini anlayamamak erkeklerin ortak sorunuydu.
***
Yun, Eda’nın evinde kafese kapatılmış bir hayvan gibi dört dönüyordu. Okyanusun en derinlerinden bile düşmanca geliyordu bu dünya ona. İçerisinde bir tane bile hayvan yoktu. Her yerde makineler vardı; küçük, büyük, karmaşık makineler. Saatler olmuştu ama güneş batmıyordu. Batmayacaktı da. Güneş de yapaydı çünkü. Uyumak üzere gerekli karanlığı sağlamak için panjurları kapamak gerekiyordu. Onun için de bir uzaktan kumanda vardı tabi, içerisinde minik plaklar, onların içerisinde daha da minik plaklar, onları birbirlerine bağlayan kablolar vs vs... olan lanet olası bir başka makine daha! Bütün bunların nasıl çalıştığına dair ayrıntılarla dolu olmak zorunda mıydı bu beyin?!
‘Lanet olsun!’ diye haykırıp karşısındaki duvara vurdu Yun. Sonra da elinin acısıyla bağırdı. Kendi bedeni olsa, alçıdan yapılma bu duvarda bir delik açardı. Şimdi ise tanımadığı birinin elini acıtmış olmanın suçluluğunu hissediyordu. Yerine getirmesi gereken kutsal bir görev vardı ve burada vakit kaybediyordu. Belki de fırtına çoktan gelmişti ve salgın Skopya’ya ulaşmıştı. Öte yandan, az önce tanık olduğu sahne midesini bulandırmıştı. Birinin bir şekilde o insanlara yardım etmesi, evlerine geri dönmelerini sağlaması gerekiyordu. Belki de bunu yapması gereken kendisiydi. Doğru ya, bütün bu olanlar tanrıların Yun’u tabi tuttuğu bir sınavdı belki de. Belki de bu şekilde Yun’un iyi kalpliliğini ölçüyorlardı. Kendini umutsuzca önündeki kanepeye bıraktı, yapmak istediklerine geçerli bir bahane bulmaya çalıştığının farkındaydı. Fakat elini kolunu bağlayıp büyücülerin içinde bulunduğu duruma bir çare bulmalarını bekleyecek değildi. Kararlı bir şekilde doğruldu ve anahtarlarını alıp evden dışarı çıktı.
***
Eda’nın, yapımı aslında son derece basit olan ilacı tamamlaması iki saatini aldı. Adamın sahip olduğu büyük, kalın parmaklı ve nasırlı ellerle herhangi bir el işi yapmak zaten oldukça zordu, bir de üstüne üstlük parmaklarının arasındaki perdeler işi olabildiğince zorlaştırıyordu... Fakat sonunda bitmişti işte. Derin bir nefes alıp, tutulmasınlar diye adamın parmaklarındaki eklemleri esnetmeye başladı. Şimdi tek yapması gereken ilacın işe yarayıp yaramadığını test etmekti.
Skopya’daki hastalar, tanrıların yanına gidip geri gelen adamın getirdiği şifa ile bir bir iyileşmeye başlayınca bütün halk büyük bir coşkuya kapıldı ve tabi ki büyücüler Yun’u tekrar huzurlarına çağırdılar.
Eda, büyücülerin huzuruna çıktığında adamların nasıl olup da bunca tütsü dumanından zehirlenmediklerini merak etti. Bulundukları geniş ve karanlık oda sürekli duman altındaydı. İnsanı hem rahalatan hem de algısını bulandıran bir dumandı bu. Gözleri karanlığa alışınca adamların yüzlerindeki ince ve abartılı bir şekilde uzun maskeleri süzdü. Dördü de birbirinden farklıydı. Bu maskelerin mutlaka bir anlamı olması gerekiyordu ama Yun’un aklında herhangi bir çağrışım yapmamışlardı. Anlaşılan bunu hiç merak etmemişti adam.
- ‘Verdiğimiz görevi başarıyla yerine getirip, tanrıların bizi affetmesini sağladığın ve bize hastalığın çaresini getirdiğin için sana tekrar teşekkür ederiz genç adam’ dedi bir tanesi. Maskesi en basit olandı bu. Diğerlerinin aksine boyasızdı. Yapıldığı ağacın renginde kocaman bir insan yüzüne benziyordu. Söz konusu renk de ten rengine çok yakındı zaten.
Eda saygılı bir ifadeyle başını eğdi ve cevap vermedi.
- ‘Bize ilacı nasıl hazırladığını anlatır mısın?’ diye sordu bir diğeri. Onun maskesi ise rengarenk boyanmış ve üzerine bir sürü motif çizilmişti. Hepsi farklı renkte dört tane boynuzu vardı. Ağız ve göz kısmındaki açıklıklar diğer desenlerin arasında kayboluyordu nerdeyse.
Eda ilacın tarifini bütün ayrıntılarıyla büyücülere anlattı. Dikkatli bir şekilde onu dinlediler fakat not almadılar. Arada bir birbirlerine baktılar ve onaylar biçimde başlarını salladılar. Adamların anlattıklarını bir kenara yazmamaları Eda’yı huzursuz etmişti. Belli ki bu uygarlığın tekne icad etme teknolojisi dışında bilimle uzaktan yakından alakası yoktu. Peki olur da büyücüler anlattıklarının bir kısmını yanlış hatırlarlarsa ne olacaktı?
- ‘İsterseniz size bütün bunları… şey olarak da verebilirim… Yani olur da sonra hatırlamazsanız...’
Henüz konuşmamış olan büyücülerden bir tanesi başına kaldırdı. Maskesinin bir yarısı siyah, bir yarısı beyazdı ve iki renk bir dalga hareketiyle birbirlerini tamamlıyorlardı. Ne göz kısmında ne de ağız kısmında açıklık vardı. Eğer adamın yüzündeki maske olmasa kurnazca gülümsediğini görebilirdi Eda:
- ‘Ne olarak?’
Eda önce kafası karışmış bir şekilde adama baktı. Sonra Yun’un hafızasını inceleyip okuma yazma bilip bilmediğini anlamaya çalıştı ve fark etti ki adam okuma-yazma kavramının ne olduğunu bile bilmiyordu. İçinde bulunduğu uygarlık henüz yazıyı keşfetmemişti! Hatta dillerinde ‘yazı’yı ifade etmek için bir sözcük bile yoktu
Büyücü sözlerine devam etti:
- ‘Sonunda kendini ele verdin.’
- ‘Nasıl yani?’
- ‘Açık denizde canavar avlayan genç avcı değilsin sen.’
Eda ne diyeceğini bilemedi. Karşısındaki adam, içinde bulunduğu durum kadar karmaşık bir olayı saniyeler içerisinde çözmüş olamazdı herhalde.
- ‘Hayır öyle değil, bana bunu tanrılar öğretti!’ diyerek adamları kandırmak istedi.
Siyah beyaz maskeli büyücü, henüz konuşmamış olan kardeşine baktı. Bu dördüncü adamın olanları dinlemekte olduğundan bile emin değildi Eda. En garip maske onunkiydi. Simsiyah boyanmıştı. Ağız kısmı yoktu. Sadece yüzünü değil başının tamamını kapatıyor ve bir çok minik surattan oluşuyordu. Adamın maskesinde, çevresindeki her noktaya bakan ayrı bir yüz vardı sanki. Bu yüzlerin hepsinde de gözler için iki yerine dört tane açıklık konmuştu ve bu açıklıkların etrafı beyaz boyanmıştı.
- ‘Doğru değil’ dedi adam ‘Kardeşimiz haklı, çok uzak bir yerden geliyor... avcı adam değil...’
- ‘Adam da değil.’ diye devam etti maskesi renksiz olan,
Sonra hepsi, maskesi rengarenk olan kardeşlerine baktılar. O ise bir süre sustuktan sonra:
- ‘Ben, hakkında hiçbirşey göremedim. Çok fakir bir yerden geliyor olmalı.’
Eda ne diyeceğini bilemiyordu. Korkmaya başlamıştı. İçinden koşarak uzaklaşmak, kaçmak geldi. Neydi bu adamlar? Bütün bunları nasıl anlayabiliyorlardı? Belki de gerçekten büyücüydüler ve doğa üstü güçleri vardı. Acaba maskelerinin ardındaki yüzleri nasıldı? Hepsinin farklı bir gücü olmalıydı, yoksa birbirlerine fikir danışmazlardı. Bu da bir şekilde maskelerinde yansıtılmış olmalıydı. Kendisi hakkında bir fikri olmayan adamın maskesini inceledi Eda. Fakir bir yerden geldiğini söylemişti adam. Halbuki Kubbe, yaşadığı gezegenin en zengin yeriydi. Her türlü teknolojik imkan mevcuttu. Fakat tabi ki bu dünyadaki gibi denizler, ormanlar yoktu. Hiçbir hayvan türü de giremezdi Kubbe’ye. Evet! Belki de doğayı simgeliyordu adam ve maskesi doğanın hareketliliğini yansıttığı için rengarenkti. Bir de erkek olmadığını hemen fark edivermiş olan büyücü vardı. O mutlaka insanı simgeliyor olmalıydı. Maskesi herşeyden çok bir insan suratına benziyordu çünkü. Başı ağrımaya başlamıştı Eda’nın. Bunun etraftaki duman yüzünden mi, yoksa Yun’un aklını fazla zorlamış olması yüzünden mi olduğunu bilemiyordu. Büyücüler ise susmuş, onu incelemeye devam ediyorlardı. Siyah-beyaz maskeli olan ‘kendisini ele verdiğini’ söylemişti... Demek ki başından beri olanların farkındaydı bu adam. Peki ama nasıl? Davranışlarından anlamış olamazdı, kendini ele vermemeye dikkat etmiş olmasının yanı sıra zaten adamın maskesinin gözleri yoktu. O anda, maskenin bu şeklinin bir anlamı olması gerektiğini düşündü Eda. İnsanları görmüyordu adam. Belki de sadece dış görünüşlerini görmüyordu. Ne görüyordu o zaman?... Ruhlarını mı görüyordu yoksa?! Başından beri onu Yun olarak değil, Eda olarak görmüştü bu adam!
Başının ağrısı gittikçe dayanılmaz olmuş, ayakta duramaz hale gelmişti Eda. Dizlerinin üzerine yıkıldı.
- ‘İçinde bulunduğun zihni fazla yoruyorsun yabancı’ dedi ruhun büyücüsü.
- ‘Sen.... ruhu temsil ediyorsun değil mi?’ diye sordu Eda. Konuşmakta zorlanıyordu artık.
- ‘Belli ki avcı adamdan daha çok düşünmeye alışmışsın. Hatta hiç şüphe yok ki daha zekisin.’
- ‘Sen de insanı simgeliyorsun... Masken insan yüzüne benziyor.’
- ‘Aferin. Herhalde benim de doğanın büyücüsü olduğumu anlamışsındır. Gerçi kanımca doğaya dair sahip olduğun fikirlerin hepsi genç adamın aklındakilerden ibaret.’
Eda, renkli maskeli büyücünün kendisiyle alay edip etmediğini anlayamadı. Bakışlarını en garip maskeli adama çevirmişti. Onun neyin büyücüsü olduğunu bilemiyordu. Adam ayağa kalktı ve ona doğru ilerledi. Elinde kolyeye benzeyen birşey tutuyordu. Eda ayağa kalkıp geri çekilmeye çalıştı fakat başı döndüğü için fazla ilerleyemedi.
- ‘Korkma yabancı’ dedi adam ‘Bu elimde gördüğün bir tılsım. Bunu taktığın zaman senin için dua edeceğiz ve eski bedenine geri döneceksin. Tılsım ise avcı adamı geri çağıracak ve yolunu bulmasını sağlayacak.’
- ‘Bunun gibi durumlara çok alışkınsınız galiba. Daha önce de başınıza geldi anlaşılan?’
- ‘Hayır, ilk defa oluyor.’
- ‘Peki çaresini nasıl bilebiliyorsunuz?’
- ‘Buraya geldiğinde kardeşimiz Hon, senin avcı adam olmadığını gördü ve bizi bilgilendirdi. Sen hastalığın çaresini ararken biz de burada senin durumuna bir çare aradık ve bu talismanı yaptık.’
- ‘Madem böyle güçleriniz var, nasıl oldu da basit bir hastalığa çare bulamadınız?’
- ‘Bir çok şifalı ot denedik ama başarısız oldu. En sonunda da tanrılardan yardım istemeye karar verdik ama dualarımıza cevap gelmedi. Bunun üzerine avcı adamı çağırdık.’
- ‘Peki bu tanrılarınız nasıl varlıklar? Onları görebiliyor, onlarla konuşabiliyor musunuz? Güçlerinizi size onlar mı verdi?’
- ‘Hayır. Güçlerimizi biz kendimiz, eğitim ve disiplinle elde ettik. Aslında hepimizin sahip olduğu tek bir güç var o da ‘yoğunlaşabilme’ gücü. Hepimiz kendi alanımızda yoğunlaşabiliyoruz. İnsan zihnini küçümsememen gerekir yabancı. İnsan yeterince yoğunlaşabilirse onu ne evren ne de zaman kısıtlayabilir. Tanrılar olarak hitap ettiğimiz varlıklar ise bizim gibi insanlar. Tabii ki bunu halka bu şekilde söylemiyoruz. Halbuki tanrıların bizden tek farkı, yoğunlaşabilme gücünü son seviyeye ulaştırmış olmaları. O seviyeden sonra artık insan bedenine kalamazsın. Bir bilinç olarak evrende gezersin. Avcı adamı tanrılara yolladığımız gün aslında tanrılardan birini onun bedenine davet etmeye çalıştık. Fakat anlamadığımız bir kaza oldu ve onun yerine sen geldin.’
- ‘Nasıl? Bu yapılabilir mi ki? Yani tanrılardan biri olduktan sonra bir başkasının bedenine girebilir mi bir insan?’
- ‘Tabi ki. Tıpkı senin yaptığın gibi. Hatta bunun için ille de biz büyücülerin müdahalesine gerek yok.’
Eda adamın söylediklerini anlamaya çalıştı. Eğitimi sırasında kendisine, yaşadığı uygarlığın tarihi anlatılmıştı. İnsanlığın mağaralarda yaşamaya başladığı zamandan Kubbe’nin inşa edilişine kadarki geçmişini öğrenirken, yaptıklarıyla isimlerini tarihe kazımış imparatorların, generallerin, kralların ve dini liderlerin büyük bir çoğunluğunun sara hastası olması dikkatini çekmişti. Yun’un aklını her zorlayışında beyninde bir sancı hissediyordu. İnsanın büyücüsüne göre bunun nedeni Eda’nın avcı adamdan daha zeki olması ve beynini daha fazla kullanmaya alışmış olmasıydı. Eğer onun gibi bir insan bile Yun’un beynini bu şekilde zorlayabiliyorsa büyücülerin ‘tanrılar’ olarak hitap ettikleri kişilerin yapacağı etki herhalde bir sara nöbetinden farksız olurdu.
Büyücü, elindeki kolyeyi Eda’nın boynuna geçirirken:
- ‘İstemeden de olsa sana böyle bir deneyim yaşattığımız için özür dileriz yabancı. Ama buna rağmen bize yardım edip uygarlığımızı kurtardığın için teşekkür ederiz. Gittiğin yerde tanrıların yanında olmasını diliyoruz.’ dedi.
Eda ise adama karşı koymadı. Aklından binbir tane soru geçiyordu.
2.Bölüm Sonu *****************
Etiketler: kültür sanat