02/07/2009 | Yazar: Rüzgar Akın
Eda uyandığında, sert bir yatakta uzanmakta olduğunu fark etti. Başucunda kırk yaşlarında, beyaz saçlı, uzun sakallı bir adam vardı. Yanında ise uzun boylu bir genç duruyordu.
Eda uyandığında, sert bir yatakta uzanmakta olduğunu fark etti. Başucunda kırk yaşlarında, beyaz saçlı, uzun sakallı bir adam vardı. Yanında ise uzun boylu bir genç duruyordu. Genç adam bir yerden tanıdık geliyordu ona. Doğrulmaya çalıştı.
- ‘Hemen kalkma, başın dönebilir’ dedi sakallı adam.
- ‘Sen de mi büyücüsün yoksa?’
- ‘Nasıl?’ sorunun saçmalığı karşısında şaşırmıştı adam. Belki de kız tam olarak kendinde değildi. Zaten ateşli bir şekilde yattığı üç gece boyunca sürekli gerçek üstü şeyler sayıklamıştı.
Eda cevap vermedi. Olup bitenleri hatırlamaya başlarken başı yine ağrımaya başladı. Anlaşılan o Skopya’dayken, Yun isimli avcı da buraya gelmişti ve tutsak edilen insanları kurtarmıştı. Bunu yaparken de kendisini büyük bir tehlikeye atmıştı. Eda bir an sinirlendi. Ödünç alınan bir bedene böyle davranmamak gerekirdi. Fakat sonra aklına geldi ki o da salgına karşı bir ilaç bulmak üzere ikiyüz metre yükseklikte bir uçurumdan atlamıştı. Bir şekilde ödeşmiş sayılırlardı.
- ‘Ben Tarık Jin’ dedi sakallı adam ‘Bana tek oğlum dahil birçok insanı kurtarmak üzere kendini nasıl tehlikeye attığın anlatıldı.’ Eda cevap vermedi, ne diyeceğini bilemiyordu pek. Bunun üzerine adam sözlerine devam etti: ‘Seni iyileştirmek üzere, bu hurdalığa sahip olduğumdan beri yapmayacağıma söz vermiş olduğum şeyi yapıp mafya ile bağlantı kurdum. Ama neyse ki verdikleri ilaçlar işe yaradı ve kendine geldin. Zaten oğlumun ve bu yanımda duran arkadaşının anlata anlata bitiremediği kadar güçlü kişilikli birinin, Büyük Humma gibi bir hastalığa karşı koyması şaşılacak birşey değil.’
Eda doğruldu. Kendisinde bir değişiklik hissediyordu. Bunun mafyanın verdiği ilaçların etkisi olup olmadığını merak etti.
- ‘Tarık Bey, karşımızdaki genç bayan medikal nanoteknolog. Kendisiyle senli benli konuşulmasına alışkın olmayabilir’ dedi İnan.
Tarık Jin cevap vermeden Eda araya girdi:
- ‘Merak etme İnan, Buraya gelerek Kubbe’deki anlamsız statümü de terk ettim. Zaten beni sizlerden ayıran birşey yok.’
İnan şaşkınlıkla kıza baktı. Adını nerden biliyordu? Kızın baş ucunda beklediği üç geceyi saymazsa çok kısa bir süre birlikte olmuşlardı ve o süre içerisinde kimse ismini söylememişti.
- ‘Yanılıyorsun’ diye cevap verdi Tarık Jin, ‘Sana güvenen insanları kurtarmak üzere kendini tehlikeye atmak, salt irade gücüyle eğitimli muhafızlara silahlarını indirtmek... Bunlar sadece bir grup insanın sahip olabileceği vasıflar... sadece ‘liderlere’ özgü özellikler.’
Eda adamın gözlerinde ona duyduğu güveni görebiliyordu. Ayağa kalktı ve odanın küçük, yuvarlak penceresinden dışarı baktı. Önünde uzanan devasa hurdalıkta yüzlerce insan, içerisinde bulundukları binaya bakıyorlardı. Tek bir tanesini bile hayatında hiç görmemişti ama hepsinin adlarını, teker teker ne hissettiğiklerini, ne düşündüklerini ve ne istediklerini biliyordu.
Eğer büyücülerin söylediği doğruysa insanların bilinci, büyücülerin tanrı dedikleri kişilerin ulaşabileceği birşeydi. Uygarlığı hakkında öğrendiklerine göre isimlerini tarihe gerçek liderler olarak yazdırmış ve kitleleri tek bir vücut gibi yönlendirebilmiş insanlar vardı. Demek ki onların bilinci, büyücülerin ‘tanrı’ olarak benimsediği insanların yapabildiğinin karşıtını yapabiliyordu. Beyinleri, kendilerine inanan herkesin bilincinin bağlanabildiği devasa bir ağ idi. Skopya’dan dönüp, ölüm kalım savaşı veririken ne olmuştu emin değildi ama anlaşılan şu an buradaki insaların ‘lideri’ idi.
*
Kubbe’nin içerisindeki altı şehrin başkanları, olağan üstü bir toplantı için bir araya gelmişlerdi. Aylar önce, kelimenin tam anlamıyla Kubbe’den kaçan ve yanında da kimliği belirsiz kişiler götüren medikal nanoteknolog yakalanmış ve geri getirilmişti. Bu olağanüstü duruma karşın herhangi bir örnek karar olmadığından toplantı sırasında yargılanacak ve kendisine, bütün vatandaşlara örnek olmak üzere son derece ağır bir ceza verilecekti.
Eda yine, bekleme odasının rahatsız koltuklarından birine oturmuş, kurulun çağrısını bekliyordu. Bu sefer bileklerinde kelepçeler, yanında ise muhafızlar vardı. Bir önceki gelişinden bu yana sanki yüzyıllar geçmiş gibi hissediyordu. Yıllık izni reddetmesi gibi basit bir konuda bile kangren olan konsey kim bilir bu seferki durum karşısında ne hale gelecekti. Gözleri, bir önceki gelişinde karşılaştığı ürkek görevliyi aradı. O sırada bekleme odasına giren görevli: ‘VII042 numaralı vatandaş, sosyal isim: Eda. Toplantı salonuna gelin!’ dedi. Bu sefer ‘Lütfen’ dememişti. Demek ki o da Eda’ya haydut muamelesi yapıyordu.
İçeri girip de başkanların onun hakkında konuşmakta olduğunu duyunca şaşırmadı.
- ‘Gerçek olamayacak kadar saçma bir durumla karşı karşıyayız!’ dedi bir tanesi.
- ‘Bence medikal nanoteknolog dahi olsa Kubbe’mizin düzenini bu şekilde bozan birini affedemeyiz. Ben ölüm cezası ile sürgün arasında seçim yapılmasını öneriyorum’ dedi bir başkası.
Eda dayanamayıp kahkahalarla gülmeye başladı. Yanındaki görevli bu sefer bir adım geri çekilmek yerine koşarak birkaç metre uzağa fırladı.
- ‘Beni zaten dışarıda yakalayıp buraya getirdiniz, bir de sürgüne geri mi yollayacaksınız?’
Adamlar ne diyeceklerini bilemediler. Altısının da siniri bozulmuştu. Sürgün, herkes için ölümden bile beter bir cezaydı. Ama kız da haklıydı, içinde bulundukları durum için uygunsuz kaçmıştı.
- ‘VII042! Anlaşılan kurula cevap verme huyunuzdan vazgeçmemişsiniz!’
Eda gülümsedi:
- ‘Siz de insanların yanında, onlar yokmuş gibi davranmaktan vazgeçmemişsiniz.’
Görevli nereye gideceğini şaşırmıştı. Kimse kurulun karşınsında böyle konuşamazdı. Demek ki dışarıda kala kala aklını kaçırmıştı bu kız. Yeterince uzakta durup durmadığını düşündü.
- ‘Kubbe’nin yasalarına göre bir medikal nanoteknoloğu öldürebilmek için altı başkanın da imzasının olduğu bir kurul kararı gerektiği için kendinize, başınızı muhafızların namlusuna dayayacak kadar çok güveniyor olabilirsiniz. Ama farkında değilsiniz galiba, şu an karşısında bulunduğunuz, sizi öldürme kararı verebilecek kurulun ta kendisi!’
- ‘Memnun oldum.’ dedi Eda sakin bir şekilde.
O sırada Kubbe’nin kuzey kanadından gelen bir patlama sesi duyuldu. Başkanlar panikle yanlarındaki muhafızlara döndüler:
- ‘Neler oluyor?’
- ‘Bilmiyoruz efendim. Derhal durum raporu isteyeceğiz’
Eda gülümsedi:
- ‘İsterseniz ben size neler olduğunu söyleyebilirim.’
Başkanlar ona dönüp baktılar. Sahi, yakalanmış ve cezalandırılacak olmasına rağmen başından beri ne kadar da sakin duruyordu. Demek ki aklında bir tasarı vardı. Hayatlarında hiçbir zaman karşılarında duran insanların ne düşündüklerini merak etmemiş olduklarından bunu ancak şimdi fark edebiliyorlardı.
- ‘Bu olanlarla bir ilginiz mi var yoksa VII042?’ diye sordu içlerinden bir tanesi.
- ‘Doğrudan bir ilgim olduğu söylenemez ama olanlardan ve daha sonra olacaklardan haberim var.’
- ‘Bu da ne demek oluyor?’
- ‘Dışarıdaki takipçilerim şu an Kubbe’yi işgal edip dünyamızda yaşayan herkesin eşit olduğu yeni bir düzen kurmak üzere harekete geçmiş bulunuyorlar. İsterseniz buna bir çeşit isyan diyebilirsiniz.’
- ‘Nasıl olur? Derhal bütün muhafızlar devreye sokulsun ve isyan bastırılsın!’
- ‘Dışarıda sizin için çalışan insan sayısı sahip olduğunuz muhafızlardan çok daha fazla. İsyanı nasıl bastırmalarını bekliyorsunuz?’
- ‘Bilinçsizce hareket eden, eğitimsiz isyankarların, düzenli bir orduya karşı hiçbir şansları yok!’
Eda cevap vermedi. Kurulun yanında bulunan ve olay mahalinden gelen haberleri ileten muhafıza baktı. Kulaklığını tutup son durum raporunu dinlerken adamın bakışları değişmişti:
- ‘Sadece kuzey kanadından değil, Kubbe’nin her tarafından saldırıya uğruyoruz efendim. Güney kanadını ve Araştırma Merkezi’ni kaybettik!’
Başkanlar Eda’ya baktılar. O ise gülümsüyordu:
- ‘Eğer ortak bir uygarlık kuracaksak ilk iş olarak buradaki insanların Büyük Humma’ya yakalanmamasını sağlamamız gerekiyor değil mi? O yüzden özenle sakladığınız ilaçalara ihtiyacımız var.’ dedi.
- ‘Dışarıdaki sefiller Araştırma Merkezi’ndeki ilaçları kullanmayı ne zaman öğrendiler ki?!’
- ‘Benim bildiğim herşeyi onlar da biliyorlar... Gerçi sizlerin bunu algılaması biraz zor ama...’
Başkanlardan biri oturmakta olduğu yüksek arkalıklı koltuktan kalktı ve önündeki merdivenleri indi. Bakışları Eda’ın üzerindeydi:
- ‘Anlaşılan sen bu adamların liderisin!’
Eda cevap vermedi. Adam yürümeye devam etti ve muhafızlardan birinin yanına ulaştığında silahını aldı: ‘Eğer öyleyse şu anda elimizde olman bizim için büyük bir şans’ dedi ve silahı kıza doğrulttu. Eda’nın tepki vermemesi üzerine adam gülümsedi:
- ‘Eğer yanıma gelip alnını namluya dayamayı düşünüyorsan bu çok kötü bir fikir’ dedi ve tetiği çekti.
Kurşun kızın başının yanından geçti ve saçından bir perçemi keserek arkasındaki duvara çarptı. Korkak görevli nereye gireceğini şaşırmıştı. Ateş eden başkan ise bu kadar kısa mesafeden nasıl olup da ıskaladığına anlam veremiyordu. Birkaç kez daha ateş etti fakat kurşunlardan hiçbiri isabet etmedi.
- ‘Beni zorla yolladığınız tatilde bir takım dostlar edindim ve bana ‘yoğunlaşabilme’ adını verdikleri bir şey öğrettiler’ dedi Eda.
- ‘Ne demek yani?’ dedi ateş eden başkan, ‘Bir çeşit nesneleri kontrol etme gücü mü?’
- ‘Hayır. Nesnelere bir şey yapmıyorum. Henüz bu konuya o kadar hakim değilim. Fakat attığın kurşunun bana isabet etme olasılığı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.’
Adamlar ne diyeceklerini bilemediler. Onlar tereddüt etmekle meşgulken Kubbe dört bir yandan işgal ediliyordu. Yanlarındaki, iletişimden sorumlu muhafız kaybedilen yerleri saymaktan yorulmuştu. Sonunda:
- ‘Peki. Anlaşılan üstün durumdasınız. Koşullarınız nedir?’ dedi bir tanesi.
Eda gülümsedi:
- ‘Eşitlik’ dedi ‘Kubbe’de yaşayanlar ve dışarıdakiler arasında eşitlik... sadece ben değil, açık denizde canavar avlayan genç adam da bunu istiyordu.’
Başkanlar söylediklerini tam olarak anlayabilmiş değillerdi. Fakat boyun eğmekten başka şansları olmadığını biliyorlardı.
SON
Etiketler: kültür sanat