06/06/2009 | Yazar: Rüzgar Akın

  İniş İzni, aklımda uçuşan binbir tane kişiliğin, kurgunun, yüzlerce olayın, olmayanın, sağlam bir zemine kavuşma talebidir.

 

İniş İzni, aklımda uçuşan binbir tane kişiliğin, kurgunun, yüzlerce olayın, olmayanın, sağlam bir zemine kavuşma talebidir. Bundan böyle kimisini paraşütle, belki bir kısmını usulüne uygun iniş takımlarıyla, kimisini de kamikaze misali balıklama bir şekilde huzurlarınıza sunmayı, her hafta sizlerden bir iniş izni istemeyi tasarlıyorum.

Deniz Pekin   
 
 
Kubbe’nin içerisindeki altı şehrin başkanlarından oluşan yönetim kurulu, her sene olduğu gibi o sene de izne çıkacak vatandaşları belirlemişti. Fakat bu sefer beklenmedik bir gelişme söz konusuydu.
 
Kubbe’nin içinde yaşayan insanlar, uygarlığın seçkin tabakasını oluşturuyordu. İhtiyac duydukları herşeye sahiptiler; temiz hava, sağlıklı yemekler, içilebilir su kaynakları... Bireyler yeteneklerine uygun olarak seçilmiş, makul mesleklerde çalışırlardı. Kendilerine verilen işleri gerektiği gibi yerine getirmek ve yasalara uymaktan başka hiçbirşey beklenmezdi onlardan. Zaten alçaltıcı, onur kırıcı olarak nitelendirilen, zorlayıcı işler Kubbe’nin dışındaki çölde yaşayan kölelere aitti. Burada yaşayan insanlar Kubbe’den gelen çöpleri ayrıştırır, geri dönüşüm işleriyle ilgilenir, çabalarının karşılığında ise kalan artıklarla yetinirlerdi. Kendilerine verilen en önemli sorumluluk ise, bir çok müfettiş ve muhafızın sıkı denetimi altında, Kubbe’ye giden kaynakları taşıyan ray sistemini işletmekti.
 
Yıllık izin Kubbe halkının akıl sağlığını yerinde tutmak için son derece önemliydi. Sahip oldukları bütün ayrıcalıklara ve ruh doktorlarının çabalarına rağmen Kubbe halkı sıklıkla depresyona girer ve ‘kapalılık hissi’nden şikayet ederlerdi. Fakat yönetim kurulu bu soruna son derece etkili bir çözüm geliştirmişti. Vatandaşlar her sene sırayla ‘yıllık izin’e gönderiliyorlardı. Kubbe’nin dışındaki devasa hurdalıktan oluşan çölde havanın son derece kirli ve insanların büyük bir çoğunluğunun da hasta olmasından dolayı vatandaşların Kubbe’den çıkmaları yasaktı. Yönetim kurulu, sahip oldukları ileri teknoloji ile insanların bilinçlerini, önceden belirlenmiş bir güzergahta istedikleri yere yollayabiliyorlardı. Deneyler ispatlamıştı ki bir insanın bilinci herhangi bir yeri ziyaret ettiğinde, her ne kadar gözleri görmese ya da beyni öğrenmese de bilinci bedenine geri döndüğünde gittiği yeri anlatabiliyordu. Kısacası bilinç geri geldiği anda kişi, ziyaret edilen yerin ‘bilincinde’ oluyordu. Bu sayede vatandaşlar, bedenleri Kubbe’yi terk etmeden binlerce ışık yılı uzaklıktaki yerleri ziyaret edebiliyorlardı.
 
Kubbe’de yaşayan herkes yıllık izinlerini sabırsızlıkla beklerdi. Bu yüzden izni reddeden birinin olması yönetim kurulunu hayrete düşürmüş, söz konusu kişi derhal kurulun huzuruna çağrılmıştı.
 
Eda bekleme odasının rahatsız koltuklarından birine oturmuş, toplantı salonuna çağırılmayı beklerken en basit konuların bile Kubbe bürokrasisinde nasıl da kriz haline getirildiğini düşündü. Halbuki olay son derece basitti: bir kişi izine çıkmak istemiyorsa çıkmaz, hakkı sıradaki insana verilirdi. O sırada bekleme odasına giren görevli: ‘VII042 numaralı vatandaş, sosyal isim: Eda. Lütfen toplantı salonuna gelin!’ diyerek düşüncelerini böldü. Eda yavaşça kalkıp görevliyi takip etti. Göz ucuyla adamın elindeki dosyaya bakıp, vatandaşlık numarasının yanı sıra doğum tarihi, mesleği, kan grubu gibi bilgilerin yazılı olduğunu gördü. Böylesine kısa bir görüşme için bile bütün bunların bilinmesi gerekiyordu demek ki.
 
İçeri girdiğinde Kubbe’yi oluşturan altı şehrin belediye başkanlarının onun hakkında konuştuklarını duydu.
- ‘Bu da bir depresyon belirtisi değil mi işte? İleri vakaların abartılı bir isteksizlik gösterdiğini siz söylemiştiniz.’ dedi bir tanesi.
- ‘Evet bence de. Kendisiyle konuşmamıza bile gerek yok. Bir sürü galaksiden birini ziyaret edip bir iki ilginç gezegen, yetmedi bir süpernova görür uslu uslu geri gelir!’ dedi bir diğeri.
Bir başkası:
- ‘Yine de izni reddetmesinin nedenini öğrenmek durumundayız. Belki de vatandaşlar arasında egemenliğimiz dışında bir örgüt gelişmiştir ve onları uygulamalarımızdan caydırmayı amaçlıyorlardır’ dedi ve görevliye dönüp ‘Söz konusu şahıs bu mu?’ diye sordu. Görevli onayladı.
- ‘Son derece sağlıklı görünüyor. Mesleği nedir bu genç bayanın?’
- ‘Medikal nanoteknolog efendim.’ diye cevapladı görevli, bir yandan elindeki dosyaya bakarak.
- ‘Bütün sene hasta insanları iyileştirip, daha sağlıklı olmaları için yeni nanorobotlar geliştirdi ve izne çıkmak istemiyor yani. Ben bunun için bir sebep göremiyorum.’
- ‘Ben de göremiyorum’ diye ekledi bir başka belediye başkanı ‘Hakkında daha fazla araştırma yapılsın’  
 - ‘Onun yerine sorularınızı doğrudan bana yöneltseniz?’ diyerek araya girdi Eda ‘Belki de size niçin izne çıkmak istemediğimi açıklayabilirim.’
Toplantı salonunu sessizlik kaplamıştı. Görevli dehşete düşmüş bir şekilde yanındaki genç kıza baktı ve bir adım geri çekildi. Yönetim kurulunun karşısına çıkmak insanların gözünü korkuturdu ve şu ana kadar konuşma cesaretini bulan olmamıştı. Hele bu şekilde araya girmek...
Sessizliğin iyi bir işaret olmadığını Eda da anlamıştı ama bu pek umrunda değildi. Belki de kendisinden beklendiği gibi depresyona girmişti ve başına gelebilecekler onu korkutmuyordu.
- ‘Peki o zaman sizi dinliyoruz’ dedi yöneticilerden biri. Son derece sakin gözüküyordu. Bunun üzerine diğer yöneticiler de sakinleştiler. Görevli Eda’nın yanına geri gelme cesareti buldu.
- ‘Bilincimi bedenimden ayırıp herhangi başka bir yere yollamanın güvenli olduğuna inanmıyorum efendim.’ dedi Eda.
Yöneticiler kahakahalarla güldüler:
- ‘Mesleğinize uygun konuşmuyorsunuz genç bayan. İnsanlar her gün sizin yaptığınız, kalp damar bozukluklarını tamir eden, kan ve lenf sıvılarını ağır metallerden ve diğer zehirlerden ayrıştıran nanorobotlara hayatlarını teslim ediyorlar. Ayrıca her gün binlerce insan izne gidiyor ve sağ salim geri dönüyor.’
- ‘Bilakis,’ dedi Eda ‘Makinelere, özellikle kendim yapıp yerleştirdiklerine güvenim sonuz. Zaten sorun da bu değil. Sizin de söylediğiniz gibi her gün binlerce insanın bilinci belli bir şebeke içerisinde gidip geliyor. Tıpkı kulandığımız ulaşım araçları gibi...’
- ‘Lafı nereye getirmeye çalışıyorsunuz?’
- ‘Her türlü ulaşımda kaçınılmaz olan bir şey var efendim. O da trafik kazaları’
Yöneticiler yine gülmeye başladılar.
- ‘Bir bilimadamı olarak şebekede bunun gibi şeyleri önlemek için aldığımız önlemleri ezbere sayabiliyor olmanız gerekir.’
- ‘Şebekemizin kusursuz olduğunu biliyorum. Ama ya diğer şebekeler?’
- ‘Nasıl yani? Hangi diğer şebekeler?’
- ‘Uzayın başka yerlerinde yaşayan uygarlıklar da bunun gibi bir teknoloji geliştirmiş olamazlar mı? Onların kullandığı güzergahla bizimkinin kesiştiğini düşünün. Ne de olsa bilinç uzayda fizik yasalarından bağımsız hareket ediyor, herhangi bir güzergah tasarlamış olabilirler değil mi? Belki de dev bir fanusta yaşayan insanların dışardakileri sömürdüğü gezegenleri dolaşmayı seviyorlardır, olamaz mı?’
Yöneticilerin bakışları değişti. Görevli yine bir adım uzaklaşınca Eda sinirli bir şekilde ona döndü:
- ‘Sen niye kaçıyorsun ki? Sanki paleolojik tanrılar gibi üzerime yıldırım atacaklar!’
Görevlinin gözlerinin dehşetten fal taşı gibi açıldığını görünce neler söylemekte olduğunun farkına vardı ve yöneticilere dönüp teslim olur gibi ellerini kaldırdı:
- ‘Özür dilerim. Sinirlerim gergin. Düşünmeden konuşuyorum.’
Kısa bir sessizlikten sonra yöneticilerden biri:
- ‘Peki o zaman devam edin ve bize nasıl olup da evrenin bambaşka bir yerinde insanların bizim makinelerimizin aynısından icad edebildiklerini anlatın’ dedi.
- ‘Teşekkür ederim efendim. Kuantum mekaniğinin etkileşim yasası sayesinde...’
- ‘Daha açık bir şekilde ifade edin lütfen!’
- ‘İki elektron düşünün, bunlardan birini evrenin bir ucuna diğerini ise öbür ucuna yolladığımızı varsayalım. Kuantum mekaniğine göre bunlardan birinin spinini değiştirirsek diğeri de aynı şekilde değişir. Yani demek istediğim özünde insanız ve evrenin neresinde olursak olalım birbirimizi etkiliyoruz. Birimizin ulaştığı bir aşama mutlaka diğerini etkiliyor. Sizin de söylediğiniz üzere bir bilim insanıyım ve bu ihtimalin var olması gerçekleşmesi için yeterli bir sebep bence.’
- ‘Bence VII042 paranoya belirtileri gösteriyor.’
- ‘Muhteşem! Yine sanki burada değilmişim gibi hakkımda konuşmaya başladınız!’
- ‘Sadece paranoya değil histeri ve saldırgan tavırlar da mevcut. Yıllık izne çıkma ihtiyacı duyduğu kesin.’
- ‘Bakın efendim, bir insanı diğerlerden ayıran şeyin... Hatta beni ben yapan şeyin bilincim olduğuna inanıyorum ve bunu tehlikeye atmak istemiyorum! Çok mu zor bunu anlamak?!’
Yöneticiler gerekli tuşa bastılar ve zaten odada bulunan güvenlik görevlisi robotlar devreye gidip VII042 numaralı vatandaşı etkisiz hale getirdi.
- ‘Doktor hanımı şebekeye götürün. Yıllık izninden geri geldiğinde bu paranoyak endişelerinden kurtulacağına eminim.
 
***
 
Yun, dalgalı denizde son süratle ilerleyen teknenin güvertesinden ufka baktı. Yosun kokan deniz rüzgarı yüzüne vuruyor, tuzlu sudan tiftik tiftik olmuş saçlarını dalgalandırıyordu. Güneş batmaktaydı ve gökyüzündeki bulutların fazlalığına bakılırsa ertesi gün fırtına olacaktı.
Uygarlığını pençesine almış salgın hastalık başlayalı on sene olmuştu. Tanrıları bu kadar kızdırmak için ne yaptıklarını bilmiyordu ama ne kendisi ne de diğerleri için pek fazla ‘ertesi gün’ kalmadığı kesindi. Başkentleri Skopya ufukta gözükmeye başlamıştı. Şehirde yaşayan yüzlerce insanı düşündü. Kadınlar, erkekler, daha yaşayacak upuzun, dopdolu seneleri olması gereken çocuklar... Bir sonraki fırtınayla gelecek hastalıkla teker teker öleceklerdi. Bütün olanlar çok büyük bir haksızlıktı.   

- ‘Dalgınsın? Ne düşünüyorsun yine?’ 
- ‘Jena’ diyerek yerinden sıçradı Yun, kızın güverteye geldiğini görmemişti. Jena gülümsedi, yaklaşıp adamın koluna girdi:
- ‘Endişeli bir halin var senin.’
- ‘Sence büyücüler beni niçin çağırıyor olabilirler?’
- ‘Bilmiyorum. Ama yine de şimdi bunu düşünüp meraklanmanın anlamı yok. Ne de olsa Skopya’ya vardığımızda öğreneceğiz.’
 
Skopya’yı yöneten büyücüler, denizin üzerinden gökyüzüne yükselen devasa bir kulede yaşarlardı. Yun, basit bir avcı olarak, bir gün bu kulenin en üst katında bulunan, koyu renk perdeler ve tütsü kokularıyla kaplı tören odasına girebileceğini hayal bile etmemişti. Şimdi ise en yakın dostu Jena ile kocaman maskelerinin ardından onları süzmekte olan dört büyücünün önünde duruyordu.
 
- ‘Genç adam’ diyerek söze başladı büyücülerden biri ‘Uygarlığımızın içinde bulunduğu durumun cidiyetinin farkında mısın?’
- ‘Tabi ki farkındayım yüce büyücü’ diye yanıtladı Yun, saygı gereği diz çökmüş bir şekilde konuşurken büyücünün yüzüne değil yere bakıyordu.
- ‘Dört gün önce bir tören esnasında kardeşimiz Pin bir düş gördü.
‘Düşünde seni, açık denizde canavar avlayan genç avcıyı gördü. Tanrıları senin ikna ettiğini, bize salgının çaresini getirdiğini gördü.’      
Kulağa bir mani gibi gelen bu sözleri dördü birden hep bir ağızdan söylemişlerdi.
- ‘Ulu büyücüler! Ben tanrılarla nasıl konuşabilirim ki? Bunu yapabilecek kadar yüce… sadece sizler olabilirsiniz!’ dedi Yun hayrete düşmüş bir şekilde.
- ‘Güçlerimizi birleştirip seni tanrıların yanına, onların evrenine yollayacağız. Kendinden geçeceksin. Bedenin burada kalacak, bilincin uzun bir yolculuğa çıkacak.
İnsan için bir nefes alma süresi, ruh için yıldızlara gitme, yıldız olma süresi.’
- ‘Uygarlığımızı kurtarmak için herşeyi yapmaya hazırım ben.’
- ‘O zaman yanımıza gel genç adam. Gel ki tören hemen başlasın!’
 Jena daha fazla dayanamayarak ayağa fırladı
- ‘Yun! Lütfen dur biraz. Emin misin? Tanrılar bize kızgınlar. Ya sana birşey yaparlarsa?’
- ‘Jena lütfen, böyle bir durumda kendi güvenliğimi düşünecek kadar bencilleşemem. Bana çok büyük bir şans tanınıyor şu an, farkında değil misin yoksa?’
- ‘Ama....’
- ‘Lütfen. Büyücülere saygısızlık ediyorsun.’
Jena büyücülerden özür diledi ve özrü kabul edildikten sonra odayı terk etti. Yun ise kendisine gösterilen yere uzandı ve büyücülerin kutsal dilde söylemeye başladığı şarkıları dinlemeye koyuldu. Anlamadığı bu dilde söylenen şarkılar gittikçe hızlanırken kendinden geçmeye başladı.
 
Uyandığında daha önce hiç bulunmadığı bir yerde, daha önce hiç görmediği tuhaf insanların karşısındaydı. Garip bir koltukta oturuyordu ve bağlıydı. Bir adam kendisine doğru ilerledi ve gülümseyerek ellerini bağlayan kayışları çözmeye başladı:
- ‘Eminim şimdi kendinizi daha iyi hissediyorsunuzdur doktor hanım.’ dedi. Yun’un bilmediği ama anladığı bir dilde konuşuyordu. Sanki anadiliydi bu, ama yabancı geliyordu kulağına. ‘Gördüğünüz üzere yıllık izin hiç de korkulacak birşey değilmiş değil mi?’ diyerek devam etti adam
Diğer insanlar güldüler. Adam devam etti: ‘Sadece bir saniye süren bu muhteşem yolculuğun ardından, şimdi işinize kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.’
Yun serbest kalır kalmaz dehşetle ayağa fırladı. Korkunç bir şekilde başı ağrıyordu. Kimdi bunlar? Tanrılar mı? Yoksa kötü ruhlar mı? Peki bu garip yer neresiydi? Bir yandan kendisine ait olmayan bir sürü anı beynine dolaşıyor, bir yandan da kendi anıları beynine hücum ediyordu. Buraya zorla getirildiğine dair bir sahne canlandı aklında.
- ‘Geri dönüş hep biraz şaşırtıcıdır efendim.’ dedi adam gülümseyerek ‘Birazdan kendinize gelirsiniz. İsterseniz arabanıza kadar size eşlik edeyim.’ diyerek kolundan tuttu.
Yun şiddetle kolunu kurtardı:
- ‘Bırak beni! Bana ne yaptınız?’ diye bağırdı, ardından sesinin ne kadar ince çıktığına hayret etti.
 - ‘Sadece yıllık izin efendim...’
Yun o sırada ince uzun parmaklı ellerini gördü, kendi elleri değildi bunlar:
- ‘Ellerim? Parmaklarımın arasındaki perdeleri kesmişsiniz!’
Adamlar anlamayarak birbirlerine baktılar. Yüzlerindeki alaycı ifade sinir bozuyordu.  
- ‘Peki’ dedi adam hala alaycı bir şekilde gülümseyerek. ‘Merak etmeyin birazdan kendinize gelirsiniz’. Sonra da kapıyı gösterdi: ‘Buyrun, gitmekte serbestsiniz.’
Yun kapıya doğru yöneldi, bedeninin harekeleri ona garip geliyordu. Dışarı çıkarken odadaki insanlardan birinin: ‘Kendine gelmekte zorlananlar görmüştüm ama bu kadarını ilk defa görüyorum’ dediğini duydu.
 
Doğal olamayacak kadar beyaz bir ışığın gereğinden fazla aydınlattığı bir koridorda, nereye gittiğini bilmeyerek yürürken öncelikle üzerindeki giysilerin garipliğini fark etti. Sonra ise kollarının, bedeninin incelmiş olduğunu gördü. Büyücüler bir nefes alma süresi demişlerdi ama belki de yanılmışlardı. Acaba büyücüler yanılır mıydı? Belki de bir nefes alma süresinden çok daha uzun sürmüştü herşey ve Yun günlerce yemeksiz kalmış, o yüzden incelmişti. Peki ya bu yabancı dünya neydi? Kendisini çaresiz hissettiğini anlarda yaptığı gibi ellerini yüzüne götürdü ve sakallarının dökülmüş olduğunu fark etti. O sırada yanından geçmekte olduğu aynalı kapıda yansımasını gördü ve dehşetle haykırdı.
 
Koridordaki güvenlik görevlisi yanından geçmekte olan genç kadının çığlık atmasıyla yerinden sıçramıştı:
- ‘İyi misiniz?’
Yun cevap veremedi. Kendi bedeninde değildi. Nasıl olmuştu bu? Büyücüler onu bir başkasının bedenine yollamışlardı. Peki kimdi bu insan? Yine kendisine ait olmayan anılar beynini acıttı. Eda idi adı, bir de vatandaşlık numarası vardı.
- ‘Kimliğinizi görebilir miyim?’
 
Yun ceketinin cebinde olduğunu bildiği kartı adama uzattı. Adam kartı alıp elindeki cihaza soktu. Ekranda beliren yazıları okuduktan sonra hızlı bir hareketle kartı geri uzatıp: ‘Rahatsız ettiğim için çok özür dilerim doktor hanım’ dedi ve uzaklaştı. Yun, bedeninde bulunduğu insanın mesleğine dair anıları görmeye başladı. İçinde bulunduğu yabancı dünyada en saygı duyulan meslekti bu. Kendini garip hissetti. Ait olduğu, okyanuslarla kaplı dünyada ise basit bir avcı olarak hiçbir sosyal statüsü yoktu. İlk defa biri ona ‘siz’ diye hitap ediyordu.
İçinde bulunduğu binanın çıkışına ilerledi ve arabasını buldu. Tekne kullanmaktan daha karmaşık birşeydi araba. Ama nasıl oluyorsa bedeni, gereken şeyleri kendiliğinden yapıyordu. Demek ki içinde bulunduğu insanla sadece anılarını değil yeteneklerini de paylaşıyordu. Peki o insan neredeydi? Acaba hala bedenine biryerlerde miydi, yoksa buraya gelerek onu ezip öldürmüş müydü Yun? İkinci ihtimalin gerçek olmamasını umdu.
 
Herşeyden önemlisi Skopya’daki insanların ona ihtiyacı vardı. Bir şekilde geri dönmenin yolunu bulursa büyücüler töreni tekrarlayabilir ve bu sefer onu gerçekten tanrıların yanına yollayabilirlerdi.
 
Binanın otoparkından çıktığında durup nereye gideceğini düşündü. Kızın evinin nerede olduğunu biliyordu, ne de olsa anılarını görebiliyordu. Yaklaşık onbeş dakikalık bir mesafede büyük bir evi vardı ve yalnız yaşıyordu. Az sayıda arkadaşı vardı ve hepsi de onun gibi bilim adamlarıydı, toplumun elit kesimi... Bir de sevmediği insanlar vardı. Gerektiği zaman laboratuvarda uyuması için bir odası da vardı. Oraya gitmenin daha mantıklı olduğuna karar verdi Yun. Doktor değil miydi bu kız? Bu insanlar kesin daha gelişmiş ilaçlara sahiptiler. Belki de söz konusu hastalığı biliyorlardı ve çaresini bulmuşladı. Kızın çalıştığı laboratuvarda mutlaka birşeyler bulabilirdi. Yola koyuldu. 
 
***
 
Jena törenin bittiğini öğrenince hızla büyücülerin bulunduğu odaya geri döndü. Yun, tören başlamadan önce uzanmış olduğu sedirin üzerinde hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Ellerini adamın omuzlarına koyup: ‘Yun? İyi misin?’ diye sordu.
 
Eda gözlerini açtı. Gözlerinin önündeki görüntü bulanıktı, birkaç kez göz kırpıştırdıktan sonra netleşti ve omuzlarını tutmakta olan genç kızı fark edince hızla doğruldu.
- ‘N’oldu bana? Nerdeyim ben?’
- ‘Büyücülerin huzurundasın Yun. Seni tanrılarla konuşmaya yolladılar. Hatırlasana.’
Eda, kendisine Yun diye hitab eden kızı inceledi. Bir gariplik vardı kızda. elmacık kemikleri çıkık, gözleri ise biraz çekikti. Kubbe’de daha önce hiç böyle birini görmemiş olduğunu düşündü. Ardından kızın ellerinin geniş ve perdeli olduğunu fark etti ve korkuyla geri çekilerek ayağa kalktı. O sırada diğer tarafında duran maskeli büyücüleri görünce çığlık attı.
- ‘Yun? Neyin var?’
- ‘Ne oluyor burda?... Ss...sesim?’ elini boğazına götürdüğünde gözleri şaşkınlıkla açıldı ‘Sakal? Sakalım var!’
- ‘Evet Yun, onbeş yaşından beri sakalın var.’ dedi Jena umutsuzca. 
O sırada canavar avcısı adamın anıları aklında film sahneleri gibi belirmeye başladı. Karşısındaki kız çocukluk arkadaşıydı. Büyücüler onu bir bilinç yolculuğuna çıkarmışlardı, başka bir boyutta yaşayan tanrılarla konuşup af dilesin diye. Tanrılar insanların üzerine hastalık yollamışlardı çünkü. Bir yandan da kendi anıları hücum ediyordu beynine. Başına şiddetli bir ağrı saplandı. Kendi dünyasıyla alakası olmayan bambaşka bir yerdi burası. Avcı adamın tanrılara gitmeye çalışan bilinci ile despot yönetim kurulunun tatile yolladığı kendi bilinci çarpışmış ve yer değiştirmişlerdi. Al işte, trafik kazası! Korktuğu başına gelmişti resmen.
 
- ‘Genç adam, tanrılar sana ne dedi?’
Bu sorunun gelmesinden korkuyordu Eda. Adamın anılarında hasta insanları gördü. Üzerlerindeki en sıcak örtülere rağmen titriyor, başka dünyalardan yaratıkların ziyaretine uğruyorlardı. Yüzlerinde yaralar belirmeye başladıktan on gün sonra ise ölüyorlardı. Fırtına bulutlarıyla birlikte ilerliyordu hastalık.
- ‘Dışarı çıkabilir miyim? Dumanaltı burası. Nefes alamıyorum, başım ağrıyor.’
- ‘Çıkmana izin veriyoruz genç adam. Ama henüz kuleyi terk edemezsin. Daha anlatman gerekenleri anlatmadın.’
Eda kulenin balkonuna çıktığında deniz rüzgarı yüzüne vurdu ve karşısında uzanan uçsuz bucaksız su kütlesini gördü. Birçok kez Kubbe’nin cam duvarlarından dışarıyı seyretmişti ama çölde sürekli kum fırtınaları olurdu ve atosfer fazlasıyla kirliydi. İlk defa ufku görüyordu ve bu ona tarif edilemez bir sonsuzluk hissi vermişti.
- ‘Yun? Uyandığından beri garip davranıyorsun? Tanrılar sana birşey mi yaptı yoksa?’ diye sordu arkadaşı.
- ‘Bu dünya denizlerle kaplı...’ dedi Eda gülümseyerek, sonra ciddileşti ‘Hastalığa bir bakteri neden oluyor olmalı. Titreme nöbetleri ve sanrılar... yüksek ateş belirtileri... ve yaralar.’ Kendi bilgileri ve adamınkileri sentezlemeye çalıştıkça başının ağrısı şiddetleniyordu. ‘Salgın fırtınayla değil, fırtına yüzünden karaya sığınan deniz hayvanlarından bulaşıyor. Kıyıdaki kayaların üzerindeki beyaz kireç!... Eminin bundan salsilik asit ayrıştırabilirim!’
- ‘Yun? Söylediklerinden hiçbirşey anlamıyorum. Tanrılar mı anlattı bunları sana?’
- ‘Eee.. evet, öyle diyelim’
Jena gülümsedi ve adamı kolundan çekerek ‘Hadi o zaman hemen büyücülere anlat bunları!’ dedi ve tören odasına geri götürdü.  
 
1.Bölüm Sonu


Etiketler: kültür sanat
nefret