01/05/2021 | Yazar: Kaos GL
Kaos GL, bundan tam 20 yıl önce 1 Mayıs 2001’de pankart ve gökkuşağı bayraklarıyla Ankara’da 1 Mayıs’a katıldı.
80’lerde trans kadınların açlık grevi eylemleri, 1993’te İstanbul’da Onur Yürüyüşü’nün engellenmesinin ardından LGBTİ+’ların örgütlü olarak kamusal alanda katıldığı ilk eylem 1 Mayıs 2001 Ankara mitingiydi. Kaos GL, pankart ve gökkuşağı bayraklarıyla 1 Mayıs’ta yürüdü, “Zorunlu heteroseksüellik insanlık suçudur” dedi.
Gelin o günleri “Patikalar: Resmi Tarihe Çentik” sözlü tarih kitabından okuyalım…
Ali Erol: 1997’de deneme 1 Mayıs’ı
Örneğin herkes ne bilir? İşte Türkiye’de gökkuşağı bayrağıyla ve kendi pankartlarıyla eşcinseller ve translar ilk defa Ankara’da 1 Mayıs’a 2001’de katıldı, denir. Doğru... Yani bu tarih olarak doğru ama bizim bir deneme 1 Mayıs’ımız var 1997’de. Biz zaten düzenli Pazar toplantıları yapan, dergisini düzenli çıkaran, çalışan, mücadelesini politikasını örmeye çalışan bir grubuz. Aslında bir nevi adı konmadan dernek gibi çalışma aşamasına gelmiş bir grubuz. Dolayısıyla biz 1 Mayıs’a katılmak istiyoruz ve 1997’de ilk defa 1 Mayıs’a katıldık. 1 Mayıs’tan sonraki Pazar toplantısında kıyamet koptu. Yani bir kesim şey diyordu “Ya arkadaşlar ne işimiz var 1 Mayıs’ta?!” ya da “Ne işimiz var 1 Mayıs’ta?” diye anlamak için soruyordu. Bir kesim seziyordu bu işin nereye varacağını ve sonunun nasıl gelişeceğini. Bir 1 Mayıs’a katılmakla bu işin bitmeyeceğini sezdiği için de şey diyordu yani “Nerden çıktı bu?”. Yani şu aşamaya gelmek zaman aldı... Hayır... Yani Kaos 1 Mayıs’a katılır ve eşcinsellerin güvenli bir şekilde burunları bile kanamadan katılıp geri dönmesini sağlamak için çalışır ama herkesin de her yere katılmasını dayatmaz. Yani ben bir rahat olayım. Örneğin bir grup 1 Mayıs’a gittiğinde ben de büroda nöbet tutup, orayı açık tutabilirim hem de arkadaşlarım döndüğünde çayı, kahveyi, simidi hazır edebilirim. Yani nerden ne tutmak istiyorsam, elimden ne geliyorsa diye. Bu aşama örneğin zaman aldı aslında. Gene benzer bir şekilde Mehmet Ali Birand 32. Gün’e özel bir program yapmak istiyordu, işte biz de “Ne var bunda, biz zaten artık kendimizi gizlemiyoruz, bari katılalım” dedik. Gene kıyamet koptu. “Nasıl olur” işte, “gruptan örgütten dergiden iki kişi buraya katılsa bile aslında iş onlarla bitmeyecek çünkü ben de bu grubun bir üyesiyim” diye, o görünürlük çatışması dönüp dolaşıp beni de zorlayacak diye hissediyor insanlar...
Orda tarihi müdahalelerde bulunduk bence. Örneğin orda biz de şeyi seziyorduk; burda arkadaşlar aslında bize ne anlatmak istiyor? Yani bu kaygı kişisel bir kaygı mı, kolektif bir kaygı mı, bu kaygı bir şeyi öngörememe ve bilmemekten kaynaklanan bir kaygı mı, yoksa bizim “Aaaa biz işin o kısmını kaçırmışız, akıl edememişiz” dememiz gereken ve dönüp kendimize bakmamızı gerektiren bir uyaran mı onu anlamaya çalıştığımızda, ben şunu fark ettim. Haaa o 32. Gün televizyona çıkma çıkmama, görünürlük meselesinde, 97 1 Mayıs denemesinde vesaire, yani grubun selameti açısından, grubun ortalaması açısından ve de örgütlü bir networkü korumak için grubun ortalamasının talebine uymak gerektiğini düşündüm. Eğer ki onu yapmamış olsaydık, muhtemel Kaos GL’de çok daha radikal bir kırılma olacaktı ve Kaos GL kendi hani ortak, bağımsız ve kapsayıcı hattından savrulup daha küçük bir grup olacaktı, diye düşünüyorum. Bunun mekânla da ilgisi var. Gene o toplantılar esnasında yavaş yavaş sayının arttığını gördükçe insanlar, daha önce biz gidip bir kahve, bir bira içeceğimiz bir mekân bulamazken yeni yeni mekânların çıkmasıyla artık en azından belli bir dönem, örneğin kışın herkes burdayken sana ihtiyacı yok, ama Ankara’nın boşaldığı bir dönemde müşteri olarak gördüğünde seni “gel” diyor aslında. Altı ay sonra seni kovacak olsa bile bir kulp bulup. Orda toplantıların örneğin bir barda yapılması önerisi de gelmişti. İlk defa orda da bir ben şeyi fark etmiştim. Ya işte insanlar gözleriyle bize bakıyor fakat şey yapmak da istemiyor, bizim anlamamızı istiyor. Bu arkadaşlar, aslında düzenli olarak bara giden arkadaşlar o bara gitmek istiyorlar, ama pazar günü geldikleri bu toplantının o barda yapılmasını istemiyorlar. Bunu görmemiz için bize bakıyorlar fakat o bara toplantıya davet eden arkadaşlarla da bozuşmamak için orda karar mercii olarak bizi görüyorlar. Biz de orda gene radikal “Hayır bu tartışma bitmiştir, bu toplantılar mekan bulduğumuz sürece devam edecek, ama asla bir siyasi partinin salonunda ya da bir barın bilmem neresinde bu toplantılar olmayacak” dedik. Diğer o televizyon, 1 Mayıs vesaire konusunda da “Ha grup demek ki buna henüz hazır değil. Grubu dağıtmaktansa, biz bunu üç yıl erteleyelim” demiştik. Nitekim öyle oldu. İşte 1 Mayıs 2001’de ilk defa kendi gökkuşağı bayraklarımızla kendi pankartlarımızla, eşcinsellerin dergisi Kaos GL geyinden transına kadar ortak katıldığımız 1 Mayıs’ta bizim aynı zamanda kendimize ait bir mekânımız da nihayet olmuştu. Ve orda önceden zaten toplantılar yapılmıştı, niye katılıyoruz vesaire ve orda grup artık katman katman kendini koruyan kendi içinde kendisi için hareket eden bir yapıya dönüşmüştü. Örneğin 1 Mayıs’a kim gidecek? 1 Mayıs’a gidenler gittiğinde merkezde kim kalacak? Merkezin kapısının sorumluluğu kimde olacak? Çayı kim demleyecek? Gelenle kim ilgilenecek gidenle kim ilgilenecek? Bütün bunlar olduğunda o yıl bir coşkuyla ve nihayet evet bu yıl oldu diyerek ve 1 Mayıs’tan sonra tekrar merkeze gelip çay kahve içip simit peynir yediğimiz ve insanların kendini iyi hissettiği bir şey olmuştu. Ve mekân bulma sorunu çözülmüştü diyebilirim.
Oya Burcu Ersoy: 1 Mayıs 2001!
Bir avuç kişiydik. İşte zaten iki kişi pankartı tutuyor. Üç kişi döviz taşıyor falan şeklinde. Annem beni bilmiyordu o dönem. Hani ben annemlere bütün araştırmayı falan söyledim. Araştırma yaptığımı biliyorlar. Annem o süreçte, “Hani araştırmanı yaptın, bitti, tamam artık görüşme. Yoksa sen de lezbiyen olursun, seni de lezbiyen yaparlar” gibi şeyler söylüyordu. Lezbiyensem lezbiyenimdir anne, sonradan olunmuyor, diyordum. Yani böyle ona söylemenin yollarını arayan cümleler kuruyordum. Ama annemin de çok ciddi bir duvarı vardı. “Biz seni çok iyi yetiştirdik, sen iyi aile kızısın, lezbiyen olamazsın” diyordu bana. “Onlar da iyi aile kızları, anlattım ben sana” diyordum. O sebepten yürüyüşteki tek tedirginliğim şuydu: Çok mutluydum. Çok gururluydum. Çok heyecanlıydım. Böyle ara ara şey geliyordu sadece. Hani kameralar geliyor falan diye. Çekerlerse, televizyona da çıkarsak… Annem öyle duvar örünce ben de hani söylemedim açıkçası. Onun dışında bir yandan da çok az düşünmüşümdür aman ailem beni görecek kısmını. Aman görürse de görsünler, rahatlarım da diyordum. Kaos GL’nin pankartına yönelik destek de güzeldi ayrıca. Yani alkışlayanlar… Genelde sendikalardan alkışlanıyorduk tabii. O da güzeldi ve yani çok heyecanlıydı. Başından sonuna kadar. Hani dövizlerin hazırlanmasından yürüyüşe mutluluk çok güzeldi.
Umut Güner: 1 Mayıs 2001’den 2003’te sempozyuma
Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal Barış İçin Çözüm Arayışları Sempozyumu 2003’ün 23-24 Mayıs’ında oldu. İlk 1 Mayıs’ta ben yokum. Ondan sonraki süreçte 1 Mayıs’a çıkmayla kamusal alanda özellikle sivil toplum alanında bilinilirliğinin artmasıyla insanların da bize daha fazla ilgi duyduğu bir dönem. Bir de o dönem biri bize teklifle geldiğinde, kimseye hayır demiyorduk. Biri bize gelip şeyi anlatsa Galatasaray-Beşiktaş final maçındaki ofsayt üzerinde sunum yapmak istese biz buyur, gel diyecektik. Çünkü eşcinseller sırf seksten konuşmuyorlar, demek istiyorduk. Adem Arkadaş diye bir arkadaşımız proje döngüsü anlatmak istediğini söyledi. Biz de proje dediğinde hiçbir şey bilmiyoruz ama dedik hani anlatmak istiyorsa buyursun gelsin, anlatsın. Kaos’tan on kişiye proje döngüsü anlattı. Bu arada Adem eşcinsellerin hepsinin İngilizce bildiğini varsayarak İngilizce hazırlamış sunumunu. Ali Erol ve benim dışımdaki herkes İngilizce biliyordu. Ve o senenin sonunda, 2002 sonbaharında Ali’yle ben de Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal Barış Arayışları Sempozyumu’nun projesini yazdık o atölyede. Sonra da başka bir resepsiyonda Hollanda büyükelçisiyle tanıştık. Hollanda büyükelçisi bizi desteklemek istediğini söyledi. Bu arada Kaos tırnak içinde eşcinselliğin meşruiyet kazanması için birçok adım atıyorken, ilk baştan beri çok ciddi bir örgüt gibi çalıştığı için insanlar bizim yasal statümüzü de bilmiyordu. Mesela büyükelçi bizim zaten işte senelerdir dergi çıkartan bir dernek olduğumuzu varsayarak projemizi kabul etmiş. Sonra tabii ki dernek olmadığımız ortaya çıktı. Biz sempozyumun bütün hazırlıklarını yaptık. Sempozyumdan bir gün önce büyükelçi parayı bana nakit olarak verdi. Elçilikte böyle bir belge imzalayarak teslim aldım. Ve o kadar komik ki bizim elçiye gidip gelecek taksi paramız yoktu. Ben otobüsle gittim. Nasıl korktum böyle on bin Euro ne üstümde taşıyorum. Bilmediğim bir semt. Öyle bir şey.
Eşcinsel hareketin kamusal alanda ilk defa konuşulduğu bir etkinlik olacaktı. O yüzden eşcinsel hareketin o zamana kadar dert ettiği bütün meseleleri dökmeye çalıştık. Çok yoğun bir programdı. İki gün sürdü. Sanırım on altı on yedi tane de konuşmacı vardı ve işte psikolojiden, psikiyatriden HIV, AIDS’e, insan haklarına, hukuka birçok alanda konuşma medyaya, çalışma hayatına… Mesela sendikacılar gelmeye çekindiler. Yani 2003’te Lezbiyen ve Geylerin Sorunları Sempozyumu, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde belediyede yapılırken mesela konuşmaya gelen ve salonda konuşan bir konuşmacıya karısı çıkarken şey diye sormuş, “Emin misin gerçekten gidecek misin o etkinliğe?” diye. İnsanlar sempozyumda konuşmaktansa, salondan katkı vermeyi tercih ettiklerini söyledi. Yani öyle bir süreçte yapıldı.
O arada Kürşad Kahramanoğlu’nun özellikle uluslararası konuklar konusunda ciddi bir katkısı oldu. Michael Cashman Avrupa Parlamentosu parlamenteri olarak geldi. O dönem Cemil Çiçek Adalet Bakanı’ydı. “LGBTlerle ilgili bir etkinliğe geldim, sizin bu konuda bir çalışmanız var mı?” diye soruyor. Cemil Çiçek de “Türkiye’de eşcinseller de mi varmış?” diyor. Onu aktarmıştı bize. Mesela ilk defa sokakta eşcinsellikle ilgili bir afiş o etkinlikte yapıldı. Çok komik, biz güvenlik sağlayamayacağız diye on beş kişi çıkmıştık afiş yapmaya. İki kişi afiş yapıştırıyor. Etrafındaki on kişi ne yapıştırdığını kimse görmesin diye çaba harcıyordu. Sonra da hep birlikte kaçıyorduk ordan. Her yeri, Kurtuluş’u, Cebeci’yi, Esat’ı neyi afişledik. Sonra şeye bakıyordu insanlar, afiş yapıştırdığımız yerlerde afişler sökülmüş mü sökülmemiş mi onu kontrol ediyorlardı. Mail atıyorlardı burdaki afiş sökülmemiş duruyor, burdaki sökülmüş diye. Ondan sonra ertesi gün tekrar afişe çıkıyorduk aynı yeri tekrar afişlemek üzere. Öyle bir süreç geçti.
Salonda beş yüz kişi vardı ve çok ciddi bir görünürlük sağladı. Medyanın ilgisi çok fazlaydı. Benim kamusal alanda açılmam için çok önemli bir işleve sahip olmuştu. Mesela ondanal ay önce Güzİstanbul’da Güzİstanbul sonuçlarını basın açıklaması yaparak medyayla buluşalım dendiğinde, üç kişi çıkmıştı medyayla görüşmeye. Benim biletim alındığı için, Ankara’ya döneceğimiz için Ali’yle ben de dönmüştük. Altı ay önce medyaya LGBT konusunda konuşabilecek toplam Türkiye’de beş kişi varken, altı ay sonra beş yüz kişinin izlediği bir etkinlik yaptık. Biz şey diye düşünüyorduk mutlaka medya gelecek hani işte Tuba Özkan ve Yeşim Başaran medya sorumlusu olarak medyayla görüşecekler. Tuba heteroseksüel bu arada, çalışan akademisyen bir arkadaşımız. İşte Yeşim biseksüel, Kaos’un eskilerinden, açık bir arkadaşımız. O ikisi iletişim kuracak, bize iş kalmayacak zannediyorduk. Ama medya o kadar yoğun ilgi gösterdi ki canlı yayın araçları geldi, itfaiye geldi. Çankaya Belediyesi ya da büyükşehir belediyesi itfaiye aracı göndermişti arbede çıkar, olay çıkar, yangın çıkar diye tuhaf bir şekilde. Ve biz insanları medya yani kameramanlar ve televizyonlar rahatsız etmesin diye, medya kuruluşlarına konuşma sözü verdik “Bugün burda ne yaptığımızı biz anlatacağız” diye Oya Burcu, Ali Erol ve ben. Otomatikman medyayla görüşüyor olduk ve o anda canlı yayın yapıyorlar ama canlı yayın yaptıklarını da bilmiyorum bu arada. Ben şey diye düşünüyorum hani onlar çekecekler, montaja gidecek, edecek, o arada ben de evdekilere söylerim diye. Meğer canlı yayında konuşuyormuşuz ve ben o gün dokuz on tane haber kanalındaydım. Hatta anneannem beni televizyonda görmüş, muhtemelen lezbiyeni teknisyen anlamış, “Teknisyen ne?” diye bir şeyden bahsediyordu. “Bütün komşuları, akrabaları aradım televizyonu izleyin dedim” demişti. Benim kamusal alanda açılmamla bütün ailenin artık öğrenmesi ve benim eşcinselliğim üzerindeki o belirsiz bulutun ortadan kalkması da o etkinlik sırasında oldu. Aynı zamanda homofobi karşıtı olmanın bu konuda konuşmayı da beraberinde getirdiği, aktivizm yapmayı da beraberinde getirdiği ve bunun bir zorunluluk olduğuna dönük de tartışmaların başladığı bir süreç oldu. Kaos’un kurumsallaşması açısından şu işleve sahip: Biz oturumları planlarken ve buna dair tartışma yaparken, aynı zamanda aslında Kaos’un çalışma alanlarını tanımlamaya başlamışız. Kaos GL şu alanda şunu yapacak, çünkü eşcinseller bu alanda bunu yaşayacaklar.
Benim kişisel tatlış bir anım da sempozyumdan daha önce eşcinsellikle ilgili Kaos toplantıları dışında hiç konuşmadım. Hatiplik deneyimim yoktu. Perihan Maden’in gelmemesi nedeniyle program boş olduğu için, Ali Erol ve Oya Burcu da yeteri kadar panelde konuşmacı olduğu için medya oturumuna dergi yayın kurulundan benim konuşmam gerektiği söylendi. Yusuf Eradam, Yıldırım Türker ve ben konuşacağım. Tabii ki hiç kimse Yusuf Eradam’ı ve beni dinlemeye gelmeyecekti. Herkes Perihan Maden’i ve Yıldırım Türker’i dinlemeye gelecekti. Nitekim öyle oldu. Bu arada ben çok heyecanlandım, Yıldırım’a da bunu söyledim. Yıldırım da şey dedi bana, çok basit bir teknik öğretti. Halen onu kullanıyorum. “Eline on tane boş dosya al. Sanki dosyada notları takip ediyormuşsun gibi yap, sıkıştığın yerde ne anlatmışım gibi önüne eğil ve nota bak. O arada bu senin düşünmen için bir fırsat olur” dedi. Yusuf Eradam panelde bir de beni Perihan Maden olarak tanıttı. Zaten hani özgüvenim yerlerdeyken sahneye Perihan Maden olarak çıkıyor olmak… Tabii oturum sırasında tekrar düzeltti espri yaptığını anlattı ama sonuçta ben orada yerin dibine batmıştım. Yanında Yıldırım gibi biri varken hiç kimse seni dinlemek istemiyor. Hani herkes onu dinlemek istiyor ve herkes bu sussa da şu adamı dinlesek diye bakıyor.
LGBTİ+ hareketinin dolaptan çıktığı etkinliklerden biri 1 Mayıs’sa, ikincisi de Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal Barış için Çözüm Arayışları. Bu arada etkinliğin adı Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal Barış için Çözüm Arayışları olsa da içerisinde transların da yer aldığı, biseksüelliğin ise pek görünür olmadığı bir etkinlikti. Toplumsal barış diyor olmamızın nedeni de eşcinselleri yok sayan bir barışın gerçekte mümkün olmadığını söylüyorduk.
Buse Kılıçkaya: Örgütlüyüz!
Bugün internet bilmem ne, şudur budur var ama o zamanlar elimize geçen ufacık yayın bizim için elmas değerinde bir şeydi, o da İngilizceydi veya oradaki cümlelerden tutup bir şeyler tartışıldığı dönemlerdi. Tek elimizdeki veri Kaos GL’nin çıkarttığı fanzindi. Onun dışında elimizde herhangi bir veri yoktu ve o da büyük bir çabayla çoğaltılıp orda işte “Sen bunu mu yazsan? O bunu mu yazsa?” falan denilip zaman zaman isimlerin değiştirilerek yazıldığı bir dergiydi. Elimizde ondan başka bir şey yoktu. O kitapçılara bile gitmesi büyük bir şeydi bizim için. Mesela İstanbul’a gittiği zamanı hatırlıyorum. Artık oradaki kitapçıda da denildiğinde, oradan alırdım ben dergileri, arkadaşlarıma hediye ederdim veya satmaya çalışırdım. Bizim için çok önemli bir şeydi. Oradaki dergi kitaplıkta kalmasın, satılsın da nasıl satılırsa satılsın diye bakıyorsun. Yoksa o kitapçı artık “Ya nasıl olsa satılmıyor, bunu da almayalım” filan diyebilir kaygısı da yaşıyorsun. Yayılsın veya elimizde bir şey varsa işte onu okuduktan sonra otobüslere bırakmak, parklara bırakmak, bizim gidebildiğimiz, insanların olduğu yerlere bırakmak, bir başkasının da eline geçsin o da okusun. İlla lubunya olması gerekmiyor. Birileri okusun da yeterdi.
Ben bu arada bir ara cezaevine girdim. Cezaevine girdiğimde her şeyden önce kendimi çok yalnız hissetmiştim. Ailem ziyaretime geliyor ama lubunyalığımın bu kadar keskin ilk çarptığı yer cezaeviydi. Tek kişilik koğuşa atıldım. Hücreye atıldım, koğuş ne! Beton bir yatak yapmışlar, üstüne incecik bir yatak koymuşlar, yani yataklık yeri yapmışlar betondan, üstüne de incecik bir yatak koymuşlar. Kahverengi bir battaniye, tuvaletin yarısı açık orası da yine betondan. Bir böyle kapalı, en fazla üç adımlık bir yerde, trans olduğum için, bana koğuş vermedikleri için orda kalmak zorunda kaldım. Çok yalnızdım. Aile yok, ulaşabileceğim kimse yok, haberleşeceğim kimse yok ve ilk Kaos gelmişti aklıma. Annemler, ablamlara şey demiştim yani. Kaos ile iletişime geçin “Ben böyle bir cezaevindeyim ve çok kötü şartlardayım” diye. Aslında o gün de örgütlenmenin önemini anlamıştım. Buna hep inanıyordum ama o gün benim için apayrı bir şeydi. O küçücük yerde kalmak, yanımda bağıran, çığlık atan insanlar ve aynı zamanda işte gardiyanların “Şu adam bilmem kaç kişiyi öldürmüş” falan dedikleri… Düşün, hemen yanında, yanında! Yani odanda birisi bilmem kaç kişiyi öldürmüş, öbür tarafta aklını kaçırmış bir adam, sen ortadasın ve ne güneş görüyor ne bir şey. Yemeğini servis ederlerken bile çok aşağılıksın. Bir de beni dışta bir camın göreceği yere koymuşlardı. Hayvanat bahçesinde hayvanlar olur ya böyle bütün insanlar gelir, akşamları gündüzleri belirli saatlerde bakar ve gider. Bana öyle yapıyorlardı. Direkt aslında iki yanımdaki daha ilginç konulardı ama ben onlara daha ilginçtim bence. Böyle, bakıyorlardı işte; “Nasıl yani, nasıl yapıyorsunuz?” şudur budur gardiyanların tacizinde kaldığım bir şeydi o zaman.
İnsanlar bence örgütlenmeli, örgütlü mücadeleye inanmalı. Ve ben mektup yazmıştım sanırım Kaos GL’ye oradan. Yirmi güne yakın da açlık grevinde kalmıştım. Kimsenin haberi yok! Bir ailemin haberi var. Ben yemek yemeyeceğim dedim. Ya beni koğuşa alacaksınız, düzgün bir yere alacaksınız ya da ben burada öleceğim. Gerçekten çok kötü bir aşamadayken savcı gelmişti. Savcı “Sen niye yemek yemiyorsun, ne olacak bu durum?” dediğinde bile sadece gözyaşı dökmüştüm. Hiçbir şey konuşamadan gözyaşı döktüm ve o ilk duruşum “Beni neden buraya koyuyorsunuz?”. Duruşum ve o direnişim benim koğuşa alınmamı sağlamıştı. Sonrasında oradan çıktıktan sonra, sene 2001, Kaos GL’nin ilk 1 Mayıs’a çıktığı zamanı gazeteden okuyup “Evet, ben arkamı topladıktan sonra Kaos’a tekrar gitmeliyim” dedim.
Bu kadar güvensiz olmamıza rağmen her 1 Mayıs’a çıktığımızda başımıza ne geleceğini bilmeden, korkarak bir yerden bir yere elimizde pankartlarla gözükmek bizim için çok güzel bir şeydi. O yerlerde işte insanların bize bakışı… Çünkü çok az sayıda insansın ve birçoğu “Ulan ibnenin hakkı mı olur?” derken birileri dövizlerini almış fıldır fıldır oralara gelmiş yürüyorlar. Eğlenceli eğlenceli yürüyorlar. “İsyan” diyorlar yürüyorlar. Yani bunlar çok güzeldi. Ama örgütlü olmak hiç kimsenin istediği bir şey değildi. Dışarıda o kadar koli kesmek varken, eğlenmek varken, daha gizli yaşamak varken… Örgütlenmek şiddete daha açık olduğunu düşündüren bir şeydi. Yani örgütlenirsen, kendini açık edersen, ben buyum dersen zarar görebilirsin, düşüncesi vardı. Bugün aslında ne kadar doğru şeyler yapıldığını gösteriyor. Kendini sakladıkça veya korktukça, sindikçe zarar göreceğinin bugün işte göstergesi… Var oldukça, örgütlendikçe, bir arada durdukça ilerliyorsun aslında.
Patikalar kitabının tamamına ulaşmak için tıklayın.
Etiketler: insan hakları, yaşam, çalışma hayatı