24/01/2025 | Yazar: Suay Yüksel
Kuirfest kapsamında Kaos GL ve Havle Kadın Derneği, din ve inanç ile kadın ve LGBTİ+’lar arasındaki ilişkiselliği tartışan bir söyleşi düzenledi.

13. Pembe Hayat KuirFest programı kapsamında dün (23 Ocak Perşembe) “Lubunyalar ve Kadınlar İçin İnancın Çoklu Sureti” etkinliği çevrimiçi olarak Aylime Aslı Demir moderatörlüğünde, Ali Yıldırım ve Zeynep Kuyumcu’nun katılımıyla gerçekleşti.
Kuirfest’in Kaos GL ve Havle Kadın Derneği ile birlikte düzenlediği etkinlikte katılımcılar kutsalın kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerindeki etkileri, inançların yaşamlarımızla nasıl uyumlandığı ve bu çelişkiler içinde direnişin imkanları gibi çeşitli başlıkları tartıştı.
TIKLAYIN - Bellekvari belgeseline yasağın ardından Kuirfest’in tamamı da yasaklandı!
Bugün de devam eden Kuirfest film gösterimleri ve etkinlikleri hakkında bilgi almak ve kayıt yaptırmak için şu bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
“Lubunya olmak için dininden, dindar olmak için lubunyalığından feragat etmen mi gerekiyor?”
Kaos GL Akademik ve Kültürel Çalışmalar Programı Koordinatörü Aylime Aslı Demir, etkinliğin açılışında şöyle dedi:
“Bir dindarlar bir de LGBTİ+’lar dünyası bulunmakta artık, keza feministler ve dindarlar dünyaları da. Bu dünyaların örtüşmeyeceğini söylüyor olmak insanlara iki seçenek sunuyor: ya o olacaksın ya da diğeri. Lubunya olmak için dininden, dindar olmak için lubunyalığından feragat etmen gerekiyor. İnsanlar bunu nasıl deneyimliyor ve bu çelişki içinden kolay çıkılan bir çelişki mi? Lubunya ve dindar dünyaların içerisinde de bu konular çok konuşulmuyor, hareket o kadar da kucaklayıcı değil. Din deyince de Sünni İslam’ın tek bir biçimi geliyor aklımıza bunu referans alıyoruz, bu da başka türlü kısıtlayıcı bir hikâyeyi beraberinde getiriyor. Bu dünyalar bu kadar ayrı mı değil mi, inancın kendisinin bir direnişe dönüşebilme potansiyeli var mıdır bunları konuşuyor olacağız bugün aslında.”
“AKP sapkınlık diskurunu yeniden cinsellikle birlikte gündeme sokuyor”
Demir’in açılış konuşması ardından Türkiye’deki Aleviler arasında din, cinsellik ve hayat kurma başlıkları üzerine çalışan araştırmacı Ali Yıldırım söz aldı. Yıldırım, şunları söyledi:
“Gerek politik teoride gerek Alevi Çalışmalarında tartışılan Türk İslam Sentezi ideolojisini biraz anlatarak başlamak gerekiyor söze. Türk İslam Sentezi Osman Turan ve arkadaşlarının öncülük ettiği bir sentez aslında. Osman Turan ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi kişiler 70’lerin ortalarında dokümante etmiş bu deneyimleri. İddiaları ise şu; Kemalist moderniteyi tepeden inmeci, dayatmacı ve milli değerleri dışlıyor olarak görüyorlar. Ulus devlet inşasının beklenen başarıya ulaşmadığı görüşündeydiler. Örnek vermek gerekirse Şeyh Sait İsyanı, Kürt ve Alevi toplulukların ayaklanma hareketleri… Bu anlayışın mayasının tutmadığı düşüncesindeydiler aslında. Türk İslam Sentezi diyerek bunu ürettiler, İslam’a daha çok yer veriyor ama Sünnilik üzerine oturan bir Türk milleti vizyonu da ortaya koyuyordu. Bu 70’lerdeydi. Gördüğümüz üzere sadece AKP ile sınırlanabilecek bir konu da değil bu yani. 80 darbesinden sonra bu sentez, daha radikal İslamcı ve radikal solcu hareketleri bastırmak için devlet otoriteleri tarafından halka yeniden tanıtılıyor. 80 sonrasında teoriden pratiğe dökülmeye başlıyor aslında bu proje. Örneğin darbe dönemlerinde Alevi Çalışmalarında çokça gördüğümüz 3K tam da bu dönemlerde palazlanıyor.”
Toplumda yaratılan Sünni normatifliğin Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kadar uzandığını ifade eden Yıldırım, şöyle devam etti:
“Türkiye’nin Sünni normatifliği Osmanlının 16.yy dönemine kadar dayanıyor. O zamanlar Sufi bir hareket olan Kızılbaş Alevileri, dini sapkınlıkla ve din düşmanı olmakla suçlanıyor mesela. Sünni normativitenin kuruluşu ta Yavuz dönemine kadar götürülebilir. Çaldıran Muharebesi kimi araştırmacılarca Alevi Sünni çatışmalarının başladığı olay olarak da nitelendirilmiş. Osmanlı bu şiddet içeren gücünün içinde cinselliği, cinsiyeti ve akrabalık ilişkilerini de kullanıyor. Bunlar Cumhuriyet Döneminde de devam ediyor. Seküler güç bir anlamda dini farklılıkları üretmek için, kontrol etmek için, cinsiyet ve cinselliği kullanıyor yine; diyanet mesela. Cumhuriyet döneminde bu dolaşımın kültürel alana da taşındığını görüyoruz. Bir saniye durun ve mumsöndüyü düşünün. Bunu nereden öğrendiğinizi düşünün. Mumsöndü Türkiye’deki bu popüler kültürde de dolaşıma girmiş. Mumsöndü Oyunu ismiyle uzun yıllar Türkiye’de bir tiyatro oyunu sergilenmiş mesela 1931 yılında olduğu söyleniyor. 31’de sahnelenmeye başlayan bu oyun, biraz modernleşerek 63’te tekrar sahnelenmeye başlıyor. Susurluk Olayı gerçekleşiyor 96’da ve bu derin devlet-mafya ilişkilerini ortaya seriyor. İnsanlar da Susurluk’taki bu yolsuzluklara karşı sürekli bir aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri düzenliyorlar. Bütün bir ülke aslında örgütlenerek ışıklarını kapatıyor. Ona dönemin Adalet Bakanı “mumsöndü oynuyorlar” diyor. Susurluk’u protesto eden milyonlarca insana mum söndü oynuyorlar yakıştırması yapıyor aslında. Kendi çalışmamda da sorguladığım Alevi sapkınlığı ve Alevi azınlıklaştırma sürecinde dinin kendisi kadar aslında Aleviye atfedilen cinsel sapkınlık da iç içe. Aylime’nin sorusuna verilebilecek cevapta da cinsellik ve cinsiyet var. Dini marjinalleştirmeyi konuşurken, cinsel marjinalleştirmeden ve sapkınlıktan da bahsediyoruz biz aslında. Bugün ise AKP sapkınlık diskurunu yeniden cinsellikle birlikte gündeme sokuyor bunu da görüyoruz.”
“Her söylemde yeniden inşa edilen elitler var ve son beş yılda bu elitler; kadınlar ve LGBTİ+’lar olarak inşa ediliyor”
Yıldırım’ın konuşması ardından Demir, bugün güncel tartışmalar ile birlikte makbul vatandaşın nasıl kurulduğunu aktarması adına Zeynep Kuyumcu’ya söz verdi. İslam’ın ataerkil yorumlarına karşı Müslüman feminist perspektiften söz üretmek için çalışmalar yapan, aynı zamanda Havle Kadın Derneği’ne destek veren Kuyumcu, şunları aktardı:
“Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin küreselde tezahürü nasıl ve buradan makbul vatandaşlığı son 10 yılın Türkiye’sinde nasıl okuyabiliriz ben de biraz bunlardan bahsedeceğim. Muhtemelen küresel bağlamda da din, cinsiyet ve cinselliğin bir aradalığına veya bir arada olamayacağına dair çok fazla düşünce var. 90’ların sonunda toplumsal cinsiyet yerine cinsiyet kelimesinin kullanılmasının, bunun doğal olduğunun, bunun normal olarak söylenmesi gerektiğinin, kadın ve erkeğin tamamlayıcı olduğunun savunulduğu bir yerden bir taban hareketi oluşuyor. Merkez sağ ve aşırı sağ tarafından da destekleniyor bu taban hareketi. Örneğin kürtaj karşıtlığı, nafaka karşıtlığı, trans çocukların hormon kullanımına teşvik edilmesinin yanlış olduğu gibi politikalar ve talepleri çok demokratik ve liberal söylemler kullanarak talep ediyorlar. Bu söylemlere “illiberal popülizm” deniyor. İlliberal orada şu anki liberalin bir ötesi gibi kullanılıyor, şöyle bir anlayış var; her talebini dile getirebilirsin, yeter ki bu demokrasi bağlamında oluşturulmuş ve demokrasi araçları kullanılmış olsun. Avrupa’ya baktığımızda popülizmin çokça kullanıldığı görülüyor. Popülizm şöyle ilerliyor; halkı iki kutba ayırmak, sıradan vatandaşlar yaratmak ve geri kalan herkesin elit olarak nitelendirilmesi. Örneğin halk kürtaja karşıysa biz halkın çıkarlarını gözetmeliyiz şeklinde ilerliyor politikada ve partiler de bunu böyle kullanıyorlar.”
İlliberal popülizmle birlikte son yıllarda “elit” olarak tanımlayabileceğimiz kesimin kadınlar ve LGBTİ+’lar olarak inşa edildiğini ekleyen Kuyumcu, şunları söyledi:
“Eliti bir metafor olarak düşünmek gerekiyor. Her söylemde yeniden inşa edilen elitler var ve son beş yılda bu elitler; kadınlar ve LGBTİ+’lar olarak inşa ediliyor. Bir yandan halkın kendisi de çok net. Cisheteroseksüel, üç çocuklu, Sünni Müslüman. Bunun dışında kalan herkes elit ve kimse makbul değil. Bu grup Türk halkını yozlaştıran, manevi değerlere uymayan, global güçlerin dayatmasıyla oluşmuş bir grup gibi lanse ediliyor. Son 10 yıla baktığımızda seküler gruplar da “içimizdeki düşmanlar” gibi kurgulanıyor. Ama lubunyalar “batının dayatması” olarak görülüyor. Makbul vatandaşlık Sünni Müslüman, 3 çocuklu, cishetero kimlikli kişiler ile kuruluyor. Havle’nin kendini konumlandırdığı yer de o makbul vatandaşlığın içinde olmuyor. Diyanetin bize dayattığı tek tip Sünni İslam anlayışına karşı olmamızla birlikte başörtülü ve lubunya olmakla tamamen o elit diye atfedilen gruba ait oluyoruz. Bu çelişki her gün iktidar tarafından yeniden üretiliyor. Toplum makbul vatandaşlığı benimsedikçe mikro faşizmler daha da görünür hale geliyor. Komşusu Alevi mesela ama bir anda faşistçe davranmaya başlıyor ona, daha sık karşılaşıyor oluyoruz bu günlerde bu örnekler ile. İktidarın otoriterleşmesi ile birlikte aslında kendi altındaki kontrol mekanizmalarını denetlememesiyle de ilgili bu. Tam da bunlar yüzünden şu an KuirFest kolayca yasaklanıyor, daha kolay polis şiddetine maruz kalıyoruz gibi…”
“Popülist devletler kavram setlerinde iç ve dış düşmanları tanımlıyorlar”
Kuyumcu’nun aktarımları ardından söz alan Demir şunları ekledi:
“Popülist devletler kavram setlerinde iç ve dış düşmanları tanımlıyorlar. Feminist lubunyalar, bir anda iç düşmanken yeri geldiğinde bir taraftan da asla buralı olmayan düşmanlarmış gibi aktarılıyor. Biz aslında başka yerlerin kavram setlerini kullanıyoruz. Sanki buraya ait değilmişiz gibi. O yüzden “Aslına Rücu” hikâyesinin işaret etmek istediği şey de tam buna oturuyor. Biz burada yetiştik, bu coğrafyanın insanıyız, hikayemiz de buralardan geçen bir hikâye aslında. Peki bu çelişki nasıl yaratılıyor. Lubunya olmak, inançlı olmak, kadın olmak arasında. Ulus devletin bunu nasıl ele aldığını, keskin bir kopuşun yaşanmadığını görüyoruz aslında. Bize yöneltilen linçi dinle temellendirirken, tam tersi bir yerden, buna karşı bir direnişi biz inançtan alabilir miyiz?”
“Canın cinsiyet alanına indirgenemeyeceğini de öğrenerek döndüm ben sahalarımdan”
Alevilikte sıklıkla bahsedilen “can” kavramı üzerine de konuşan Yıldırım, direnişin inançtan filizlendirilmesi hakkında şunları söyledi:
“Alevilikten öğrendiğim bir şey kendinin hızırı olmak aslında. Bir cemevine gittim tezimin saha döneminde. Can kavramını konuşmak adına onlarla. Dede odaları olur cemevlerinde, oraya çıktık. Ben neden oradayım bunu da sorguluyordu dede aslında. Canı konuşuyoruz ama anlıyor konu cinselliğe de geliyor. Ben içimizdeki eşcinseller dediğimde dede kibarca cemevini terk etmemi istedi. “Bize mumsöndü oynuyor diyorlar, bir de eşcinselleri kabul ediyorlar derlerse ne olur?” diyerek. Cinsel sapkınlığı enstrüman olarak kullanıyor dede aslında burada. Bu tip anlarda benim yine imdadıma bir hızır gibi koşan yine canın kendisi oluyor. Buna karşılık ben de “e hani candık” diye düşündüm. Can bence hem bir tez hem de antitez gibi işliyor. Ben doktorada can kavramı üzerine çalışıyorum. Can, Alevilikte kutsanan ve kurucu olan kavramsal dünya gündelik hayatı nasıl örgütlüyor buna bakıyorum. Aleviler canı toplumsallıkta iz bırakacak şekilde nasıl somutlaştırıyorlar, hayatlarının parçası nasıl yapıyorlar gibi sorularla yola çıktım ben de. Zaten canın, özün, varoluşun o maddi, manevi ve sosyal arasındaki sınırlara da direndiğini, politik gücünü bu sınırları yıkmaktan aldığını söylüyorum. Bir yandan da cem evlerindeki trans cenazelerine de bakıyorum ben. Özellikle cami imamlarının bu tür cenazeleri yürütmeyi reddetmeleri üzerine LGBTİ+’ların son yıllarda başvurdukları cenazeler Alevi kurumları oluyor. Burada politik bir ilişkisellik var evet, bir dayanışma örgütleniyor. Çünkü Alevi bedeni de sapkın, öteki olarak görülüyor ve marjinalize ediliyor. Benim ise gözlemlerime göre bir ruhani, manevi, tinsel aktivizm de örgütleniyor bence burada. Alevi dedeleri ve anaları ile konuştuğunuzda bunu da anlıyorsunuz. Aleviler için bu cenazeler aslında canı onurlandıran bir uygulama. İçe doğru olanla, dışa doğru olanın sanki bir araya getirilmesi cenazeler özelinde. Tinsel ve politik aktivizm biçimleri iç içe geçiyor aslında. Canın ne olduğundan çok orayı nasıl örgütlediğiyle daha çok ilgileniyorum. Buralar da çelişkilerden ve zıtlıklardan ayrı bir alan değil. Ezberimi bozan başka bir şey ise Aleviler içerisinde can üzerinden bir cinsiyetsizlik ve cinsiyet eşitliği kurulması, bunun cemevleriyle dolaşıma sokulması. Canın cinsiyet alanına indirgenemeyeceğini de öğrenerek döndüm ben sahalarımdan.”
“Ortak hikayelerimiz neler ve utancı nasıl dönüştürebiliriz?”
Can kavramı çelişkiler üzerinde böyle bir rol üstlenirken, çelişkiyi ortadan kaldıran, yakınlaştıran, birleştiren müdahalelerden biri de Havle’nin hikayesi. Yıldırım’ın aktarımı ardından Havle’in kurduğu dünyayı ve bu çelişkiye müdahalesini anlatmak üzere Kuyumcu söz aldı. Kuyumcu, şunları anlattı:
“Can nedirden öte can ne yapar üzerine düşünmek canı anlamaya yönelik potansiyelleri daha güzel açıyor bence. Dinsellik can etrafında nasıl örgütlenir diye düşünürken bu bana Havle’nin yaptığı atölyeleri anımsattı aslında. Şu an bizim iki atölyemiz var. Son 3 yıldır Pride İstanbul kapsamında İstanbul’daki lubunyalar ile yapıyoruz bu atölyelerden birini. İnancın çoklu suretini görmemize daha çok olanak açıyor bu atölye bana kalırsa. Atölye sonunda ise inanç etrafında nasıl örgütlenebileceğimizi de görüyoruz. İnançla Nasıl Bir İlişki Kuruyoruz atölyesinde, insanların inanca ve dine dair ilk akıllarına gelen anılarını ve duygularını konuşuyoruz. Sonra bugünden o anılara bakıyoruz ve kendimizi nasıl konumlandırıyoruz buna bakıyoruz. Bunu yaşamak bize içe dönme ve geriye bakma yollarını katıyor. İnancın duygular olmadan bizim için bir anlam ifade etmediğini görüyoruz. Herkes kendi deneyimini paylaşıyor, aynı deneyime dair farklı duygular da görüyoruz katılımcılarda. Aynı dini öğretinin faillik üzerinden farklı anlamlarla bezenebileceğini ve çeşitliliği gösteriyor bize, aynı zamanda bir kolektif yas deneyimleyebilmenin de olanağını açıyor. Tüm çeşitliliğin ile orada aynı motivasyonla hareket edebilme, birbirini anlamaya çalışma ve başkalarının hikayesinde kendini bulma gibi çıktılar da yaşatıyor bize. Farkındalığı da yaşatıyor aynı zamanda, benim yaşadığım şeyler de meşruydu başkalarının yaşadıkları kadar gibi. Hepimizin deneyiminin biricik olduğunu da ortaya çıkartan bir atölye aslında bu. Lubunyalar ile yaparken bunu görüyoruz ki dinle olan ilişkimiz kendimizi kabul etmemizden ya da edemememizden geçiyor. “Ben kendimle ne kadar barışığım ki inancımla bu kadar barışık olayım” bunu da hatırlatıyor bize. Bu çelişkiyi bertaraf etme çabası da aslında iki taraflı bir açılma hikayesine dönüyor.”
Havle’nin bir diğer atölyesi olan Utanç Atölyesi hakkında da konuşan Kuyumcu, şunları aktardı:
“Din beden ve cinsellik etrafında utancı konuşuyoruz bu atölyede. Bu konuların hepsini utancın iktidarı halinde yaşatıldığını da deneyimlemek zorunda kalmışız aslında. Din ve inanç üzerinden kişiye travmatik deneyimler yaşatılmış olabilir. Ne beden ne cinsellik ne din utanç olmadan bu kadar travmatik olmuyor şeklinde düşündük ve buradan yola çıktık. Nasıl utandırılmışız, buna dair ortak hikayelerimiz neler ve utancı nasıl dönüştürebiliriz? Belki bu kadar negatif bir duygu olmak zorunda değil utanç. Bedenimle nasıl barıştım, cinselliğimle nasıl barıştım, dini inancı kendimle nasıl barışık hale getirdim bunları da konuştuğumuz bir atölye oldu. Sadece bir kez gerçekleştirdik ama bizim için çok etkileyici bir atölyeydi bu da. Her iki atölyede de inancın müstakil bir şekilde deneyimlenmesinin ne kadar zor olduğunu gördük. Biz ısrarla kendi müstakil inancımızı tahayyül etmek istiyoruz, atölyeler biraz da bunu göstermeye çalışıyor aslında. İnancı kültürden ayırt etmek, bunun dışında deneyimlemek çok zor. Bunun üzerine düşünmek, deneyimlerin çeşitliliğini görmek ve bu deneyimlerin ortaklığını anlamakla da başlıyor aslında bu durum.”
Din, cinsiyet ve cinsellik çelişkilerinin nasıl kurulduğu, bu çelişkiye müdahale eden, ortadan kaldıran mekanizmaların neler olduğu ve yaratılan çelişkinin aslında ne kadar yapay olduğuna dair anlatılara kulak verdikten sonra katılımcılardan gelen sorular cevaplandırılarak etkinlik sonlandı.
Etiketler: kültür sanat, yaşam, din/inanç, özel haber, beda