11/11/2021 | Yazar: Deniz Mutlu Taşyürek

Dünyamızdan dışlananlar kendilerine daima sanatta bir sığınak buldular; orada kendi kimliklerini keşfedebilecekleri, kayıplarının yasını tutabilecekleri ve sevinçlerini kutlayabilecekleri güvenli alanlar yarattılar.

LGBT edebiyatının ne anlamı var? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Deniz Mutlu Taşyürek, Lauren Guy’ın Michael Cunningham ve Mary Dorcey’le röportajını KaosGL.org için çevirdi.

Lauren Guy, LGBT yazarlar Michael Cunningham ve Mary Dorcey ile LGBT kitapların giderek daha çok kabul gördüğü bir toplumda bu eserlere dönük süregiden ilgi hakkında konuştu.

İki yazar; biri kadın, biri erkek. Biri Emerald Isle’dan, diğeri cesaret diyarından… Yüzeysel bir açıdan bakacak olursak romancı Michael Cunningham ile İrlandalı yazar Mary Dorcey’in çok az ortak noktası var. Ama ikisini birbirine bağlayan önemli bir özellik var: kendilerini LGBT olarak tanımlamaları. Tumblr sayfalarının Sherlock fan kurgularına ayrılması ve kuir toplulukların temsillerinin artık ana akım bir hal almasıyla toplumumuz giderek daha da liberalleşiyor. Ancak, LGBT toplumunun açık bir üyesi olmak hayatta güvenli bir konum vaat etmenin hâlâ çok uzağında. Bu yaz[1], Orlando’daki Pulse gece kulübünde 49 LGBT’nin silahla vurulması, LGBT toplumunun tehdit altında yaşamaya ve toplumsal önyargıların ağırlığını taşımaya devam ettiğinin kanıtı niteliğinde. Tarihsel olarak bakacak olursak, dünyamızdan dışlananlar kendilerine daima sanatta bir sığınak buldular; orada kendi kimliklerini keşfedebilecekleri, kayıplarının yasını tutabilecekleri, toplumdaki konumlarını değerlendirebilecekleri ve sevinçlerini kutlayabilecekleri güvenli alanlar yarattılar. Tam da bu sebepten LGBT edebi cemaatinin hem akademide hem de akademi dışında en ilgi çekici ve radikal alanlardan biri olduğu ortaya çıktı.

LGBT edebiyat; kütüphanelerde, kitapçılarda ve internetin tekinsiz köşelerinde her yaştan ve cinsel yönelimden okurun erişimine geniş ölçüde açık. Bu sayede, seçenekler oldukça çeşitli ve sonu gelmez bir şekilde ilgi çekici. Julie Anne Peters ve David Levithan gibi LGBT yazarlar, LGBT karakterleri gençlere ve çocuklara tanıtıyorlar, bu kuşakların henüz yolun başında oldukları kimliklerini kendi alanları içerisinde anlamalarına yardımcı oluyorlar. Emma Donoghue ve Colm Tóibín gibi “entel” romancılar ise LGBT karakterleri benlik, kayıp ve cinsellik kavramları gibi daha karmaşık temalarla karşı karşıya getiriyorlar; bu şekilde, sadece kuirlere değil tüm okurlara dönük bir öğretisi olan kitaplar yazıyorlar. Alternatif kahramanların hayatlarına ışık tutan hikayelerle giderek daha sık karşılaşıyoruz. Ama bu durum, LGBT toplumunun maksadını yeniden değerlendirme ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Bu açıdan, dünyanın önde gelen iki LGBT yazarından daha uygun bir isim de yok.

E-postama önce Cunningham karşılık verdi. Gelen kutusunda onun ismini gördüğümde heyecandan neredeyse sandalyemden düşecektim. Hızlı ve yardımsever şekilde yazmıştı ama New York’ta yaşadığı için ne yazık ki yüz yüze görüşebilmemiz söz konusu değildi. E-posta üzerinden ilerlemeye karar verdik. PEN/Faulkner Ödülü ve Pulitzer Kurgu Ödülü kazananı The Hours’un [Saatler] yanı sıra Specimen Days [Numunelik Günler] ve A Home at the End of the World [Dünyanın Sonundaki Ev] kitaplarını göz önünde bulundurduğumuzda, Cunningham’ın kitaplarının dünya genelinde okur kitlesinin niş bir kesimine hitap etmekle alakası olmadığını görebiliriz. Bunlar, yaygın olarak ve keyifle okunan kitaplar. Her ne kadar kitaplarının çoğunda gey karakterlere yer veren Cunningham’ın cinselliği, çalışmalarını derinden etkilese de yazışmalarımızda kendisi bu yönünün onu tanımlamadığını ifade etti: “Bir yazar olarak cinselliğimin benim hakkımdaki en önemli şey olduğunu düşünmüyorum.”

Bunun muhtemelen yüzeysel kategorizasyonlara ve aynı kefeye koyulmalara maruz kalarak geçen bir kariyerden kaynaklı bir karabasan olduğunu sezmek mümkün. Cunningham bir insanın cinselliğinin onun yazar kimliğini dikte etmesine içerliyordu ve bunu kendi cümleleriyle “‘Gey’ kelimesinin ‘yazar’ kelimesinden önce gelmesinden hoşlanmıyorum,” diye dile getirdi ve cinsel yönelimin bir yazarın kimliğinin sadece bir kısmı olduğunu söyledi. Yazarın kendi edebiyatını şekillendirdiği yıllarda cinselliğin büyük bir etkisi olabilir; ancak bu, yazarı tarif eden özelliklerin uzun bir listesi içerisinde sadece bir madde. “Ben diğer özelliklerim gibi cinselliğimi de az biraz ilişkili buluyorum. Beyazım. Erkeğim ve kendimi böyle tanımlıyorum. Amerikalıyım. Orta sınıftan geliyorum.” dedi. Yani aslında gey yazar olarak bahsettiğimiz Cunningham’ı Amerikalı yazar ya da beyaz yazar gibi diğer özellikleriyle de sınıflandırabilirdik.

Heteroseksüel okurlar “eşcinsel edebiyat” denen şeyden uzak durabilir, bunun kendi hayatlarıyla ilişkili olmadığını düşünebilirler. Fakat eğer heteroseksüeller “eşcinsel edebiyat” kapsamına aldıkları kitapları okumuyorlarsa, neden eşcinsel okurlar “heteroseksüel edebiyatı” ilgi çekici bulsunlar? Cunningham’a göre, kurgunun bütün amacı okurlara başka birisi olmanın nasıl bir şey olacağını göstermek. Tamı tamına bize benzeyen kişiler hakkında okumak istemiyoruz. Zaten her günün her anını kendimizle geçirmek zorundayız. Başka insanlar hakkında okumak istiyoruz ve bunu bizden farklı oldukları için istiyoruz. Cunnigham şöyle devam etti: “Bir gey erkek ya da herhangi bir LGBT, dünyayı belirli biçimlerde deneyimliyor ve belli bir muameleyle karşılaşıyor. Bu biçimler tabii ki her LGBT vatandaş için birebir aynı değil. Fakat bu biçimlerin diğerlerinin dünyayı deneyimleme biçimlerinden genellikle büyük ölçüde farklı olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. LGBT bir yazar kaçınılmaz olarak heteroseksüel bir yazarınkinden farklı bir deneyimler bütünüyle yazıyor.”

Cunnigham’ın atıfta bulunduğu yakın tarihli bir araştırmaya göre, kurgu okurları kurgu okumayanlara kıyasla alışkanlık olarak empatiye daha yatkınlar. Bu konu ilgimi çektiği için ben de biraz araştırma yapmaya karar verdim. David Comer Kid ve Emanuele Castano adlı iki psikolog tarafından yürütülen bir çalışmaya ulaştım. Buna göre, karakterlerin psikolojisini odağına alan kurgu edebiyat, okurların diğer insanların duygularını daha iyi bir şekilde tespit etmelerine ve yorumlamalarına ön ayak oluyor. Bu noktada, Cunnigham’ın dediği gibi, “nasıl ki Orta Doğuluların hayatları hakkında okuyan bir Batılının tüm bu ülkelerde halı bombardımanı yapılmasını desteklemeye daha az yatkın olduğunu umabiliyorsak” LGBT karakterlerin deneyimleri ve hayatları hakkında okuyanların “homofobik olmaya daha az yatkın” olacağını umabiliriz.  

Giderek daha fazla sayıda LGBT karakterle karşılaşıyorken ve toplum LGBT topluluklarını daha fazla ölçüde kabul ediyorken, LGBT edebiyatının daha az marjinal ve bu sebeple daha az ilgi çekici hale gelip gelmediğini merak ediyordum. Bu daha önceden Tóibín’in dile getirdiği bir şeydi: “Eğer Fransız’sanız, herkese açıksanız, iyi bir erkek arkadaşınız ve iki köpeğiniz varsa, bunun pek de ilgi çekici bir tarafı yok.” Ama Cunningham bu noktada aynı fikirde değildi: “Bir hikaye, herhangi bir hikaye, yazarı onu ne kadar ilginç kılabiliyorsa o kadar ilginçtir. Bir erkek arkadaşı ve iki köpeği olan Fransız bir adam hakkında büyüleyici ve sürükleyici bir roman yazmak da mümkün, iki kızı olan ve köle erkek arkadaşını bodrumunda tutan bir leather daddy hakkında sıkıcı bir roman yazmak da…” 

 

Sonrasında, Cunningham’ın romanlarından aile ve aşk hakkındaki geleneksel olgularımıza meydan okuyan, sinemaya da uyarlanmış olan A Home at the End of the World’e geçtik. Cunningham’a bu hikayeyi anlatma ihtiyacının nereden kaynaklandığını sordum. Bunun AIDS salgınının ilk günlerinde yazıldığını söyledi. LGBT tarihinin bu dönemini birebir yaşadığı ve birçok arkadaşını kaybettiği için kalpten hissettiği bir konuydu. Bu hastalıktan etkilenenlerden çoğunun biyolojik aileleri tarafından reddedildiğini ve alternatif aileler yaratmaya zorlandığını anlattı: “Bir kişinin alternatif ailesi -diyelim ki iki lezbiyen, bir heteroseksüel kadın ve bir fashionistadan oluşsun- herhangi bir aile kadar adanmış, aynı ölçüde şefkatli ve, evet, bir o kadar da sikik olabiliyordu. Bu aşikardı.” Cunningham bu alternatif aileleri karalamadan ya da yüceltmeden bütün kusurlarıyla tasvir etmek istemişti. Bu anlamda, bu romanın apolitik olduğunu ve zamanın, mekanın ve kısmen farklı bir aile yapısının çıplak gerçekleriyle ilgilendiğini öne sürmek mümkün.

Peki Cunningham LGBT yazarları metinlerinde kendi deneyimlerini paylaşmaya teşvik etmemiz gerektiğini mi düşünüyordu? LGBT yazarları kendi deneyimlerini metne dökmeleri konusunda cesaretlendirmemizin önemli olduğuna katılıyordu ve “LGBT yazarlar günün sonunda LGBT yaşama dair tek güvenilir otorite konumundalar,” dedi. Fakat, LGBT’leri yazmaya teşvik etme konusunda önemli bir ikazda bulundu: Yazarların kendi içeriklerini seçme özgürlüğü olmalı ve hiçbir LGBT yazar, kendi deneyimleri hakkında yazma sorumluluğu hissetmemeli. Herkesin kendine ait olmayan hayatlar hakkında yazma özgürlüğüne inanan Cunningham, “hetero karakterler hakkında yazma özgürlüğüne sahip olduğunu ve hetero yazarların da LGBT karakterler yaratma hakkını savunduğunu” belirtti. İnsanların farklı cinsiyetlerden, farklı işlere sahip olan, farklı dini inançlara sahip ya da özünde apayrı bir hayat yaşayan karakterlere hayat verdiğini düşünecek olursak, bir kişinin kendine ait olmayan bir cinsel yönelim hakkında yazması sorgulanmamalı. Bize çoğunlukla deneyimi baz alarak yazmamız söyleniyor ama bu deneyim bize ait olmak zorunda değil. Cunnigham’ın tek uyarısı ise şu şekildeydi: “Kendi deneyiminizden uzaklaştıkça bunu doğru şekilde aktarma konusunda daha dikkatli olmanız gerekiyor.”

Evlilik eşitliği referandumundan “evet” oyunun galip çıkmasını takiben İrlanda, LGBT topluluklarını daha önce görülmemiş ölçüde kabul etmeye başladı. Fakat, İrlandalılar olarak bir yandan LGBT toplumunu kabul etmeye başlamışken, diğer taraftan bunun neleri içerdiğini tam olarak anlamıyor olabiliriz. Ve bunun çaresi de edebiyatta saklı. Cunningham’a toplumun LGBT deneyimlerini yansıtan ve LGBT’leri daha iyi anlamamıza yardımcı olan hikayelere daha fazla maruz kalmasını nasıl sağlayabileceğimizi sordum. “Bu, doğalında gerçekleşiyor gibi görünüyor. Bildiğim kitapçılardan hiçbirinde artık ‘gey ve lezbiyen’ bölümleri yok. LGBT’ler tarafından yazılmış ve/veya LGBT hayatlar hakkındaki kitaplar raflarda diğer kitapların yanında yer alıyor,” diye cevap verdi. Garth Greenwell’e ait açık şekilde kuir olan What Belongs to You [Sana Ait Ne Varsa] kitabını örnek göstererek ulusal ödüller söz konusu olduğunda LGBT kitapların da diğerleriyle birlikte değerlendirildiğini belirtti. Cunnigham, LGBT edebiyatının tanınması konusunda günümüzdeki ilerlemeleri James Baldwin, Edmund White ve Jeanette Winterson da dahil olmak üzere bir önceki neslin açık eşcinsel yazarlarının cesaretiyle ilişkilendiriyor. Bu ilerlemenin devam etmesi içinse genç yazarları ve öğrencileri kendi seslerini bulma ve “ne olduğundan bağımsız kendilerine anlamlı gelen her şeyi ifade etme” konusunda cesaretlendirmemiz gerektiğine inanıyor.

Yolun başındaki yazarlara ilham olması ve LGBT toplumunun dışında kalanları eğitmesi açısından Cunnigham’a en sevdiği LGBT kitaplarını sordum. “Sadece iki tanesini söyleyecek olursam Baldwin’den Giovanni’s Room [Giovanni’nin Odası] ve Winterson’dan Sexing the Cherry’yi [Vişnenin Cinsiyeti] seviyorum,” diye cevap verdi. Ayrıca spekülatif kurgu türünde lezbiyen hayatları anlatan “olağanüstü kitapların” yazarı Octavia Butler’a da saygı duyduğunu söyledi. Yeni ve yükselmekte olan LGBT yazarlardan favorileri arasında ise Adam Haslett ve daha önceden bahsi geçen Greenwell’i saydı.

Okumak birçok insanın hayatının çok büyük ve önemli bir kısmını oluşturuyor. Ve seçtiğiniz bir kitaptan öğrenilecek çok şey var. Cunningham okurlar olarak en kayda değer kitapları seçmek için arayışa çıkmanın bizim sorumluluğumuz olduğuna inanıyor. Kendisi “temelde kitabın kalitesiyle, sağladığı içgörülerle, orijinalliğiyle, tutkusuyla, vuruculuğuyla ilgilenen” kişiler için yazıyor. Sadece LGBT’ler için yazmıyor ve kitaplarının eriştiği popülerlik de bunu doğruluyor. Kitabın bir LGBT yazar tarafından yazılıp yazılmadığı, LGBT karakterler içerip içermediği fark etmeksizin Cunnigham’a göre iyi bir kitap “tasvir ettiği hayatlara ışık tutan” bir kitap.

Bağlantı kurma şansına eriştiğim ikinci isim; yazar, şair ve LGBT hakları destekçisi Mary Dorcey’di. Yeni kitabı New and Selected Poetry’nin [Yeni ve Seçilmiş Şiirler] Kasım’da çıkacak olmasından kaynaklı, Dorcey fazlasıyla yoğundu. Fakat bana zaman ayırma konusunda cömert davrandı ve yoğun programının içerisinde e-posta yoluyla birkaç sorumu cevaplayacak fırsat yarattı.

Sıklıkla ilk İrlandalı kadın LGBT hakları destekçisi olarak anılan, 1970’lerin ortasından beri aktivizm yapmakta olan Dorcey, İrlanda toplumsal tarihinde önemli bir yere sahip ve bunu kitaplarının her sayfasına desen gibi işliyor. Onun tarihini anlama arzusuyla kendisine günümüzdekinden çok daha dar görüşlü ve baskıcı bir İrlanda’da tek açık lezbiyen yazar olmanın nasıl bir deneyim olduğunu sordum. Dorcey, bu açıklığın bedelini ödediğini söyledi: “Kendimi lezbiyen olarak tanımlamakla kalmayıp lezbiyen romantizmi ve erotizmi hakkında yazdığım için toplumumuzun en derin tabusunu yıktım ve kültürümüzden çoğu kişi tarafından parya olarak görüldüm.” Dorcey dışarlıklı bir konuma itilmekle kalmamış, aynı zamanda ayrımcılık ve nefrete de maruz kalmıştı. Kendini sıklıkla “süregiden düşmanlık” ve “saldırgan yorumların” hedefi haline gelmiş olarak bulduğunu söyledi. Fakat onu hor görenler olduğu kadar, methedenler de vardı. Bu ikinci grupta, çoğunlukla liberaller ya da feministler yer alıyordu. Övülse de sövülse de Dorcey yazarlık kariyerinin çoğunda diğer yazarlardan farklı bir muamele gördüğünü hissetmişti: “Yaklaşık 20 yıl öncesine kadar benim sadece bir yazar, diğer yazarlar gibi bir yazar olarak görülmem imkansızdı.”

Dorcey, aynı zamanda eserlerinin yayımlanması konusunda çeşitli zorluklarla karşılaştı. İlk kitabı A Noise from the Woodshed [Odunluktan Gelen Ses], İngiliz lezbiyen yayıncılık firması Onlywomen Press tarafından yayımlandı. Ama onlar bile, sonrasında tamamen bu kitapla özdeşleştirilme korkusuyla Dorcey’in çalışmasını yayımlama konusunda isteksiz davranmışlardı. Dorcey, bunun Amerikalı yayıncı Jessie Lendennie’nin atılımıyla mümkün olabildiğini anlattı: “O, İrlandalı meslektaşlarında hakim olan önyargıları dikkate almayı reddetti.” Dorcey o günden sonra Lendennie’ye sadık kaldı ve onunla birlikte altı şiir kitabı yayımladı.

İrlanda’yı geleneksel olarak dar görüşlü ve yargılayıcı toplumu sebebiyle LGBT yazarların yaratıcı dışavurumları önündeki en büyük engel ilan etmek kolay. Bu nedenle, Dorcey’in İrlanda dışında daha iyi karşılanıp karşılanmadığını merak ediyordum. Cevap ise koca bir evet oldu. Dorcey’in şiirleri ve romanları Amerika, Kanada ve Avrupa’da okutuluyordu. Geçen yılki referandumun İrlanda’nın geçtiğimiz yıllarda ne kadar çok yol kat ettiğinin bir kanıtı olduğunu bir kez daha hatırlatırcasına “Bu ülkelerin tamamını kitaplarımı seslendirmek için defalarca ziyaret ettim ve hiçbir zaman düşmanlıkla karşılaşmadım,” dedi ve şu şekilde ekledi: “Ben önyargıya boyun eğmeyi, kim olduğumu gizlemeyi ya da yaratıcı özgürlüğüme getirilen kısıtlamaları kabullenmeyi en baştan reddettim. Feminist dünya bana destek oldu ve her zaman liberal sanatçılardan beğeni dolu bir destek gördüm.”

LGBT edebiyatının kendi cinsellikleriyle uzlaşıya varma mücadelesinde olanlara nasıl yardımcı olabileceğini konuşmaya geçtik. Dorcey, bu mücadelenin LGBT hayatı hakkındaki cehaletten kaynaklandığına inandığını ifade etti. Sinema ve televizyonun yanı sıra romanların, öykülerin ve şiirlerin yardımcı olabileceğini ama daha kapsamlı bir değişimin ancak daha fazla sayıda LGBT ile yaşanan karşılaşmalarla geleceğini dile getirdi: “Kimlikleri hakkında açık davranan, özgüvenli ve halinden memnun bireyleri tanıdıklarında tavırları değişecek ve kendilerini kabul etmeye başlayacaklar.” LGBT edebiyatına temsili gücünü artırma ve benliğin keşfi için imkanlar yaratma görevi yüklenmiş durumda. Ancak beklentilerin ağırlığıyla birlikte bu eserler çoğu zaman oldukça yüksek standartlara tabi tutuluyor. Dorcey’e LGBT edebiyat ödüllerinin bir önemi olup olmadığını ve LGBT edebiyatın bu şekilde ayrıştırılması hakkında ne düşündüğünü sordum. Dorcey, sanatsal ayrımın kalıcı hale gelmesine yol açacak her şeye karşı çıkıyordu ancak LGBT ödüllerinin faydalı olduğunu düşünüyordu. Bu ödüller, “LGBT yazarlar için ana akım toplumun bu çalışmalara dönük ayrımcılığının telafi etmeye yardımcı oluyor” dedi. Kendini açıkça LGBT olarak tanımlayan yazarların çalışmalarının alt seviyede ve bir alt kültürün parçası olarak görülmesinin ne yazık ki sık karşılaşılan bir durum olduğunu belirtti.

Dorcey hayatı boyunca cesur davranmış ve akla hayale sığmaz boyutlarda ayrımcılık ve nefretin karşısında sessiz kalmayı reddetmişti. Bu, genç LGBT yazarlara aktarabilmeyi dilediği bir ders: “Eğer bir yazarın korktuğu bir konu varsa tam da bu konu hakkında yazmalı. En derin korkularımız ve en yoğun arzularımız, en yaratıcı çalışmalarımızın kaynağına erişebileceğimiz bir kuyu gibi.” LGBT toplumunun etrafından şekillenen kamusal anlatıyı en dip noktalarından başlayıp kendine özgü sembolleri ve benzetmeleriyle en tepe noktasına kadar değiştirmek ölçek ve büyüklükle ilgili bir mesele. Her bir LGBT romanının tek başına bunu başarmasını bekleyemeyiz. Hal böyleyken ancak LGBT’lerin kendi cinselliklerini açıkça ve gurur duyarak kabul etmesiyle bu değişim daha geniş bir ölçekte meydana gelebilir.

Dorcey sözlerine şöyle devam etti: “Özgüven ve onur, büyük ölçüde cehaletten kaynaklanan muhafazakar tavırları radikal ölçüde değiştirir.” Yazarlara cesur olmalarını tavsiye etti ve şöyle bir uyarıda bulundu: “Kendi sesinin duyulabileceği bir alan yaratmak, bu ses dışarlıklı ya da öncü bir kişiye ait olduğunda zor bir savaş haline geliyor.” Fakat Dorcey’e göre, her zaman bu savaşı vermeye değer: “Kendini gerçekleştirebilmenin ardından gelen özsaygı, onur ve neşe muazzam bir ödül. Ve aynada kendimize en hakiki yüzümüzü gösterdiğimiz her gün, bu mücadelenin ortaya çıkardığı güç de giderek büyüyor.”   



[1] (ç.n.): 2016 yazı.


Etiketler: kültür sanat, yaşam, dünyadan
nefret