30/11/2013 | Yazar: Kaos GL

Rıza Türmen: Bütün mesele LGBT’lerin özel alandan çıkıp toplumsal alanda var olabilmesidir. Eşitlik, kamusal alanda LGBT kimliği ile var olabilmesidir, dört duvar arasında ne yaptığı değil.

Rıza Türmen: Bütün mesele LGBT’lerin özel alandan çıkıp toplumsal alanda var olabilmesidir. Eşitlik, kamusal alanda LGBT kimliği ile var olabilmesidir, dört duvar arasında ne yaptığı değil.
 
Böyle bir dönemde, böyle bir iktidar altında “genel ahlak” gibi bir kavram ile insan haklarının sınırlandırılmasını çok tehlikeli görüyoruz çünkü her şeyi iktidar bu genel ahlaka sokabilir. İşte LGBT olmak zaten ahlaksızlıktır, al bakalım sana…
 
CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen, Türkiye’de LGBT haklarını ve demokrasi paketini Kaos GL Dergisi’ne değerlendirdi. 
 
“Ne var çoğulculuğun içinde? Farklılıkların kabul edilmesi, farklılıkların tanınması, farklılıklara kamusal alanda yer açılması ve bir takım farklı özelliklere sahip olanların, o farklılıkları ile birlikte eşit olarak kamusal alanda var olabilmesi.”
 
LGBT hakları, Türkiye’nin mevcut durumuna baktığımızda, sizce insan haklarının neresinde duruyor? İnsan hakları tanımlanırken LGBT haklarını nereye koyuyor siyasi iktidar? 
Bu siyasi iktidarın nereye koyduğunu bugün saat 11:00’de öğreneceğiz mesela. Mesela bu pakette LGBT’ler ile ilgili bir şey çıkacak mı? Yani hak ve özgürlükler ile demokrasi birbirinin içine geçmiş kavramlar. Bugün insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri demokrasiden ayıramazsınız. Demokratik rejim, demokrasi bugün ne demek? Demokrasinin en önemli özelliği bugün çoğulcu olması. Çoğulculuk ilkesi, demokrasinin ayrılmaz bir unsuru. Çoğulcu olmayan demokrasiler bugün demokrasi olarak nitelendirilmemektedir. Bir kere bunu tespit etmek lazım… Ne var çoğulculuğun içinde? Farklılıkların kabul edilmesi, farklılıkların tanınması, farklılıklara kamusal alanda yer açılması ve bir takım farklı özelliklere sahip olanların, o farklılıkları ile birlikte eşit olarak kamusal alanda var olabilmesi. Bugün demokrasinin en temel unsuru, en temel tanımı budur. Yani farklılıklar ile birlikte eşit olabilmesi. Oysa şimdiye kadar yani bu devlet anlayışında, homojen bir devlet anlayışında farklılıkların üstünü örten bir eşitlik söz konusuydu. Yani herkes eşittir, farklılıklara bakılmaksızın. Bugün bu yetmiyor. İnsanlar diyor ki; “Benim bir kimliğim var, o kimliğimin içinde o farklılıklarım ile ben kendimi tanımlıyorum.” O kimliğimin katları arasında benim kendimin farklı olduğu gerçeği var. Yani etnik özellik olabilir, dinsel özellik olabilir, cinsel yönelim olabilir bu farklılık. Bu her şey olabilir. İnsanlar kendilerini şimdi bu farklılıkları ile tanımlıyorlar. Kimliğini meydana getiren en önemli şey insanın o farklı özelliği. Siz o farklılığı tanımamakla homojen bir toplumda ısrar etmekle yani “eşitiz efendim, hiçbir şeye bakmadan eşitiz efendim” demekle aslında o insanın kimliğini reddediyorsunuz; insan olmasını reddediyorsunuz. Bu bence çok önemli bir mesele. Yani insanı insan yapan özelliklerini reddediyorsunuz ve dolayısı ile insan olarak reddediyorsunuz o kişiyi. Türkiye demokratik bir toplum olacak ise bu farklılıkları kabul eden ve farklılıkları tanıyan ve farklılıklara eşit bir şekilde kamusal alanda yer veren bir toplum olması lazım. Ne kadar demokratik bir devlet yarattığımız, hem devlet bakımından çok önemli, hem de toplum bakımından. Bu demek değildir ki farklılıklara sahip olan kişiler birbirlerinden ayrı yaşasınlar, birbirlerinden ayrı gruplar halinde, cemaatler halinde yaşasınlar. İşte bir etnik grup kendi içinde kapanık olsun, ya da LGBT’ler toplumun dışında yaşasınlar ve diyalog kuramasınlar. Bu demek değil tabi… Farklılıkların kabulü aynı zamanda bir toplumsal diyalogu gerektiren bir şey. Yani LGBT’lerin diğer bütün bireyler ile bir iletişim içinde olabilmesi lazım. Yani marjinalize olmaması lazım toplum içinde. Yani demokrasiden konuşuyoruz biz burada. Demokrasi dediğiniz nedir bugün çağımızda, günümüzde, 2013 yılında? Bunlar Türkiye’ye has şeyler değil. Bunlar evrensel olarak kabul edilen değerler. Türkiye’deki problem, bu evrensel değerleri kabul etmemiş olmasından kaynaklanıyor.
 
Peki, şimdi farklılıkları reddetmesi, farklılıklara bakılmaksızın hepimiz eşitiz demesi, farklıklılar üzerinden yapılan ayrımcılığı meşrulaştırmak olmuyor mu?
Tabii oluyor. Reddedince farklılıkların üstünü örten, reddeden bir eşitlik anlayışına sahip olunca, o zaman tabii homojen bir toplum yaratıyorsunuz. Yani o homojen çoğunluk neredeyse, onun etrafında bir toplum yaratıyorsunuz. Yani bir etnik grup vardır, çoğunluktadır, bütün etnik gruplar o etnik grubun içinde eritilmelidir. Ya da bir tek cinsel anlayış, cinsel yönelim vardır, diğer ona uymayan bütün cinsel yönelimler dışlanmalıdır. İşte ayrımcılık buradan doğuyor. Eşitlik tabii tek başına bir kavram değil. Ayrımcılığın reddedilmesi ile birlikte eşitliği sağlayabileceksiniz. Farklılığın reddini öngören bir ayrımcılığı reddederek ancak eşitlik sağlarsınız. Fakat eşitliğin bir özelliği daha var bence. Sizin söylediğiniz gibi, farklılığı reddedince aslında bir hegemonya yaratıyorsunuz. Çoğunluğun azınlık üzerinde bir hegemonyasını yaratıyorsunuz. Eşitlikten söz ediyorsak biz, hele sosyal demokrat bir eşitlikten söz ediyorsak, bir grubun başka bir grup üzerindeki egemenlik ilişkilerinin sona erdirilmesinden söz etmemiz lazım. Egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırmadığımız, bu tahakkümcü, hegemonik ilişkileri ortadan kaldırmadığımız sürece eşitliği sağlamamız mümkün değildir. Şimdi LGBT’leri alırsanız, LGBT’ler üzerinde de heteroseksüel hegemonik bir ilişki var. Siz çoğunluk ile aynı paralelde, aynı çizgide olmadığınız için bir tahakküm altına giriyorsunuz. Buna karşı bir direniş koymak gerekir. Eşitliği sağlayacak, tahakkümü sona erdirecek bir direniş. O bakımından bence LGBT’lerin eylemleri, yürüyüşleri, protestoları Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından çok büyük bir önem taşıyor. 
 
Biraz da Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan bahsedersek?
Anayasa Komisyonu’nda bu tahakkümcü zihniyeti görüyorsunuz işte. Bir kere iktidar partisi bakımında sizler bir günahsınız. Yani böyle bir algı var. Dini referanslı bir eşitsizlik yaratırsanız bunun üstesinden gelmek çok daha zor oluyor. Yani siz LGBT’lerin haklarını savunuyorsanız, eşitliği savunuyorsanız, çoğulcu bir demokrasiyi savunuyorsanız, aynı zamanda günahkâr oluyorsunuz, dine karşı oluyorsunuz. LGBT’ler içinde dindar olan pek çok kişi olabilir. LGBT’leri savunuyorsanız dine karşısınız. İyi ama dindar LGBT’ler ne olacak? Bu ayrımcılığı pekiştirmek için en iyi yol, bunu dine dayamaktır.
 
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun iç tartışmalarında neler yaşandı ve konuşuldu?
Verilen ilk önerilerde, yani MHP ve AKP’nin verdiği önerilerde, “herkes hukuk önünde eşittir” dendi. Peki. Hiç kimse dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, kısaca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde de var olan sebeplerden dolayı ayrımcılığa tabi tutulamaz. Şimdi deniyor ki cinsiyet buraya konduğuna göre, LGBT’ler de bunun içine girer. Bu böyle değil. Yani cinsiyet dediğiniz zaman kadın-erkek eşitliği giriyor içine. “Toplumsal cinsiyet”i dahi kullanamadık. Bu aslında kadın-erkek eşitliğinden söz eder. Biz de dedik ki BDP ile birlikte, etnik köken, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği de koyalım buraya. Kıyamet koptu. İşte böyle bir öneri yapılıp reddedilirse -ki reddedildi- o zaman Anayasa Mahkemesi de ona göre bir yorum yapacak. Diyecek ki bu “cinsiyet” eğer her şeyi kapsasaydı, böyle bir öneri yapılmazdı. Bu öneri yapılmış ve reddedilmiş. Demek ki cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklı şeyler. Anayasa Mahkemesi yorumu baktığın zaman bu olacak tabii. Bunu önlemek için ne var? İşte kavga dövüş sonunda AKP “gerekçe”ye koymayı kabul etti.  
 
Siz nasıl değerlendiriyorsunuz Türkiye’ye baktığımız zaman gerekçede yer almasını?
Tabii Türkiye’de gerekçeleri kimse okumuyor. Gerekçe ne kadar bağlayıcı? Ne kadar değil? Bağlayıcı değil tabii ki… Ama hiç girmemesinden iyi… Bu bir tabu: Hiç bir yere yazılamaz, hiç bir kimseye söylenemez, bu en büyük tabulardan biri Türk toplumundaki. O tabuyu yıkmak bakımından gerekçede yer alması bence yine de ileri bir adım. Hiç yoktan daha iyi. Hiç sözünün edilmemesinden, görmezden gelinmesinden daha iyi. Toplumda böyle bir görmemezlik var. Görmemezlik nasıl oluyor, onu da anlamıyorum ben. Yani yaşayan insanları, var olan insanları nasıl görmezden gelirsin? Bunu ortadan kaldırmak, bu işin var olduğunu göstermek için, bunun girmesi bence hiç yoktan daha iyi. “Gerekçe”ye konsun hiç olmazsa ve densin ki bu madde LGBT’leri de kapsar. O zaman Anayasa Mahkemesi tabi o gerekçeye bakarak bir yorum yapmak zorunda kalabilir.
 
Gerekçeyi kullanmak aslında somut vakalarda Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapıldığında da güçlendirecek bir şey olacak. 
Tabii ki! Yorum yaparken o gerekçeyi görmek zorunda kalacak. O bakımdan yani hiç olmazsa bu şekilde LGBT’leri anayasaya sokmuş olacağız, gerekçe olarak.
 
Mevzuata baktığımız zaman cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, askeri mevzuatlarda geçiyor. Orada da psikoseksüel bozukluk olarak değerlendiriliyor zaten. Onun dışında bir de Ceza İnfaz Kurulu’nun tüzüğünde geçiyor olmalı. Anayasanın gerekçesinde yer alması, başka mevzuatlarda bir ilerleme sağlayacak mı sizce?
Tabii, tabii… Yani bu zor bir mücadeledir. Siz benden daha iyi biliyorsunuz bu mücadelenin ne kadar zor olduğunu. Toplumsal duvarları yıkmak için, nereye sokarsanız, nerede mesafe alırsanız orada mesafe alabilmek lazım. Tabii ki yasalara sokmak lazım. Yani nefret suçlarına da sokmak lazım, Anayasa’ya da, ayrımcılıkla ve eşitlikle ilgili kanunlara da. Ama bütün bunların yanında o toplumsal algıyı değiştirebilmek lazım. O toplumsal algı korkunç bir şey. LGBT’leri marjinalize eden, toplumun dışına iten o toplumsal algıyı değiştirmek tabii ki biraz da siyasi iktidarın işi. Yani eşitlikten söz ederken, insanları eşitliğin dışında bırakmak olmaz. O toplumsal algıyı asıl değiştirecek bir eğitim lazım. Yasalara da koyalım ama yasalar yeterli değil. Yani asıl halka bir parça anlatmak lazım. Bireyin kendisi ile ilgili bir takım tercihleri yapma hakkına sahip olduğunu, bireyin kendi yaşam hikâyesini yazma hakkına sahip olduğunu, aslında bunun birey olmak ile ilgili bir şey olduğunu anlatmak lazım. Bağımsız, özerk ve özne bir bireyden bahsediyorsak, o bireyin kendi ile ilgili bir takım seçimleri yapma hakkı var tabii. Bu seçimler topluma uygun düşmeyebilir. Kendisi için de yanlış olabilir. Ne bileyim yanlış meslek seçmiştir, başarısız olur vesaire. Ama önemli olan devletin değil bireyin kendi yaşam öyküsü yazma hakkı olduğunun kabul edilmesi. İnsanları bırak, kendi kimliklerini kendileri yapsınlar, kendilerini onlar tanımlasın, nasıl bir birey olmak istediğine kendileri karar versin. Devletin bireyin alanına, toplumun alanına karışmaması lazım. Yani, devletin, kaç çocuk yapacaksın, yok efendim nasıl giyineceksin, nerde öpüşeceksin, nerde öpüşmeyeceksin, bunlara karışmaması lazım. Cinsel yönelimin ne olacak? Toplum da karışmasın, devlet de karışmasın. Birey olarak, rahat bir toplumda yaşayabilme imkânı yok. Hep baskı altındasınız. Ya devlet baskısı var, ya toplum baskısı, ya da mahalle baskısı. İşte bunların hepsi bireyselleşmemiş bir toplumdan kaynaklanıyor. Bireyin oluşmadığı, bireyin özne haline gelmediği bir toplumdan... 
 
Devletin bireyin özeline karışmasına ek olarak bulunduğumuz durumda aynı zamanda görmezden gelmeyi de bırakması gerekiyor o zaman. Yani hakların var, haklar meşru görülmediği zaman zaten o hakların yok, diyebilir miyiz?
Devletin iki tür yükümlülüğü var. Bir karışmama yükümlülüğü, bir de bireyin özel alanını koruma yükümlülüğü. Yani kişiye karşı tecavüzler varsa, toplumun dışına atılıyorsa, cinsel yönelim nedeniyle işsiz kalıyorsa, evinden atılıyorsa, sokakta dövülüyorsa, devletin buna karşı o bireyi koruma yükümlülüğü var. Döven polisi mesela devletin yargılaması lazım. Ama görüyorsunuz, ne Gezi Parkı’nda ne de başka bir yerde böyle bir şey olmuyor. Döven polis aslında mükâfatlandırılıyor, terfi ediyor ve yargı önüne çıkarılmıyor. Yani bunu en iyi Gezi Parkı’nda gördük. Söylüyorlar, bilmem kaç tane polis hakkında soruşturma açılmış. Bunun hiçbir anlamı yoktur Türkiye’de. Bu soruşturmalar Türkiye’de polisin cezalandırılması ile sonuçlandırılmayacaktır. Polis yine cezadan kurtulacak, cezadan muaf olacaktır. Döven, öldüren polis… Yargı önüne çıkarılmayacak, çıkarılsa bile zaman aşımına uğrayacaktır, polis bulunamayacaktır, yok bilmem dosya bir yerden bire yere havale edilecektir, yetkisizlik kararı verilecektir ve sonunda zaman aşımı olacaktır. Bütün bu söylediklerim LGBT’ler için de geçerli. LGBT’ler büyük bir problemin parçası çünkü. LGBT’leri döven polisler de cezalandırılmayacak. LGBT’lere iş vermeyen işveren ya da evinden kovanlara karşı devletin koruma yükümlülüğünü yerine getirdiğini hiç görmüyoruz. Bu bireyleri toplum içinde yaşatacak, onları dışlanmaktan kurtaracak hiçbir önlem almıyor, adım atmıyor devlet. Yani devletin iki tür yükümlüğü var aslında. İki türlü yükümlülüğünü de yerine getirmiyor. 
 
LGBT’ler yargı yolunu çok fazla tercih etmiyorlar çünkü adalete inanmıyorlar. Bu durum sadece LGBT’ler için geçerli bir şey de değil aslında. Siz biraz önce güzel bir örnek verdiniz, Gezi Parkı… Türkiye’de adalet duygusunun daha da oturması nereden geçiyor? Mevzuatlar yeterli olacak mı bunun için?
Yani bizde yargının iki türlü sorunu var. Birincisi, siyasi iktidardan bağımsızlık sorunu. İkincisi de yargının kendi ideolojik yapısı. Yargı her zaman ideolojik bir yapıya sahip olmuş. Yargıda genel olarak, hâkimlerin kafasında LGBT’lere karşı bir önyargı var. Onun için LGBT’ler hâkim önüne çıkmıyorlar. Yani bunu hepimiz biliyoruz, Türkiye’de yaşıyoruz. Önüne çıktığınız zaman “Vay sen ibne misin?!” diye düşünen bir hakim karşısında LGBT’lerin dava kazanması imkansız gibi bir şey. Hâkimin kafasındaki ideolojik yapıyı kırmadığınız ve iktidardan bağımsızlığını sağlamadığınız sürece yargı LGBT’lerin yanında olmayacak. Kanunlara koymanız, tabi ki önemli bir adımdır ama onları yorumlayacak olan, yani kanunu hayata geçirecek olan da hâkimdir. O hâkim nasıl uygularsa o kanunu, o kanun odur işte. Kanuna istediğiniz kadar koyun, adam size baktığı zaman kendisi gibi olmayan birisini görüyor. Kendisi gibi olmayan birisine tahammülü yok!
 
Bir diğer konu, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi temel hakları sınırlayan, “genel ahlak”, “Türk aile yapısı” gibi kavramlar… Siz bu tür ifadeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 
“Genel ahlak”ın Anayasa’da yer almasına biz karşıyız. Diyebilirsiniz ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de “genel ahlak” kavramı var ama oradaki uygulama çok farklı. Bizde gene toplumu tektip yapmaya, kendi ideolojisine göre yeni bir toplum kurmaya çalışan bir siyasi iktidar ve bu iktidarın bir ahlak anlayışı var. Dini referanslı bir ahlak anlayışı… İçki yasağından tutun, giyim kuşam, çocuğun hangi okula gönderileceğine kadar. Dindar nesil yetiştireceğiz diyor, bu ülkenin Başbakanı. Yani böyle bir şey olabilir mi? Devletin işi nesil yetiştirmek midir? Devletin işi özgür birey yetiştirmektir. Böyle bir ahlak anlayışını topluma empoze etmek, topluma zorla kabul ettirmek isteyen bir iktidar var. Gezi direnişinin bir nedeni de bu. Bu ahlak anlayışının topluma kabul ettirilmesi biraz önce konuştuğumuz bu özel yaşam alanının da bir ihlali. Böyle bir dönemde, böyle bir iktidar altında “genel ahlak” gibi bir kavram ile insan haklarının sınırlandırılmasını çok tehlikeli görüyoruz çünkü her şeyi iktidar bu genel ahlaka sokabilir. İşte LGBT olmak zaten ahlaksızlıktır, al bakalım sana… İki kadının bir evde yaşaması, ya da iki erkeğin bir evde yaşaması çok büyük ahlaksızlık. Toplumun geleneklerine uygun düşmez gibi argümanlar var. Yani bırakın onu, evli olmayan heteroseksüel bir çiftin bile aynı evde yaşaması ahlaksızlıktır. Bütün bunların hepsi iktidarın ahlaksızlık anlayışına giriyor. Bunun için temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında genel ahlakı kabul etmeyi biz çok tehlikeli görüyoruz. Onun için sınırlandırma nedeni olarak Anayasa’da hiçbir şekilde yer almamasını istiyoruz. Sadece genel sınırlandırma maddesinde değil, hiçbir maddede kabul etmedik bunu. 
 
LGBT’lerin haklarını ve özgürlüklerini savunmak, Türkiye’de demokrasiyi savunmaktır. Eğer Türkiye’de demokratik bir düzen istiyorsanız LGBT’ler bu düzenin bir parçasıdır çünkü bu bireyselleşmek ile, bireyin tercihleri ile ilgili bir meseledir. Özel alandan çıkıp toplumsal alanda var olabilmesi lazım LGBT’lerin. Bütün mesele budur. Eşitliğin anlamı budur zaten. Eşitlik, kamusal alanda LGBT kimliği ile var olabilmesidir, dört duvar arasında ne yaptığı değil.
 
Kaos GL Dergisi, Kasım-Aralık 2013, Sayı 133

Etiketler: insan hakları, sivil anayasa
nefret