05/09/2019 | Yazar: Kaos GL
Mahkemeler, özellikle Anayasa Mahkemesi, bir insan hakkı olarak toplanma ve ifade özgürlüğünün ortak kullanımının LGBTİ’ler açısından özel öneminin farkında olmak ve buna uygun karar vermek durumundadırlar.
Mahkemeler, özellikle Anayasa Mahkemesi, bir insan hakkı olarak toplanma ve ifade özgürlüğünün ortak kullanımının LGBTİ’ler açısından özel öneminin farkında olmak ve buna uygun karar vermek durumundadırlar.
Oya Aydın, Kaos GL dergisinin “Bir İnsan Hakları İhlal Aracı Olarak Hukuk” dosya konulu 166. sayısına yazdı:
Geriye dönüp bu yılları andığımızda, muhafazakâr, sağcı iktidarların popülist devlet politikalarının ilk gündemlerinden birinin, LGBTİ harekete karşı yaratılan yeni bir nefret dalgası olduğunu hatırlayacağız. Amerika Birleşik Devletleri’nden Rusya’ya; Macaristan’dan Polonya’ya, sağ kanat otoriter rejimlerin insanlığa, insan onuruna karşı faaliyetleri sayılırken kuşkusuz, Türkiye’nin listesinde Ankara Valiliği’nin tecrite varan yasaklama eylemleri de ilk sıralarda kendisine yer bulacaktır.
1990’lı yıllarda toplumsallaşmaya başlamış LGBTİ hareketi, Türkiye’de iktidarın desteğini hiçbir zaman alamadıysa da Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin de etkisiyle, AKP’nin iktidara geldiği 2000’lerin başlarında İstanbul ve Ankara’da ilk kez resmi olarak dernekleşti. Gerçi Ankara Valiliği 2005 yılında Kaos GL Derneği’nin kuruluş bildirimi üzerine, derneğin kapatılması için savcılığa başvurmuş ama savcılık bu talebi reddetmişti. Sonrasında Avrupa Birliği “Uyum Yasaları” sürecinde olduğu gibi yeni bir Anayasa yapım sürecinde de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kavramları hiçbir şekilde AKP tarafından kabul görmedi; tersine, istikrarlı biçimde dışlama ve aşağılama pratiği sürdürüldü. İçişleri Bakanı’ndan Aile Bakanı’na, danışmanlara kadar her düzeyde, LGBTİ’lere karşı ayırımcılık ve hakaret dolu sözler edildi. Yeni Akit (eski adıyla Vakit) Gazetesi geçmişte iktidarın bilinçaltını temsil ederken şimdilerde “amiral gemisi” işlevine sahip yayın organı olarak LGBTİ kişi ve gruplara yönelik saldırıların öncülüğünü yaptı. Buna rağmen, farklı cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği olan kişilerin görünür kılınmasında çok önemli yeri olan onur yürüyüşleri binlerce kişinin katılımıyla her geçen yıl büyüyerek devam etti. 2013 yılında Gezi Parkı eylemlerinde, gökkuşağı bayraklarıyla LGBTİ hareketi, diğer toplumsal gruplarla birlikte Türkiye muhalefet hareketinin önemli bir öznesi olarak yerini aldı.
Gezi eylemleri ve 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında iktidarının sarsıldığını gören AKP, topyekûn saldırıya geçti. 2006’dan beri Türkiye’de de kutlanan 17 Mayıs Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Yürüyüş ve Onur yürüyüşü önce fiilen engellendi, sonrasında yasaklandı. Bütün dünyada sağcı-neo-faşist yöneticilerin iktidara gelmesi ve “anti-gender” diye tanımlanan toplumsal cinsiyet karşıtı politikaların yaygınlaşması, Türkiye’de de LGBTİ kişilere yönelik saldırı ve yasaklara önemli bir ulus ötesi destek sağladı. Homofobik politikalar, Türker’in deyimiyle bir kez daha “kitlelerin ruhuna faşizmi dövmelemeye” başladı.
Darbe girişimi öncesinde IŞİD’in Ankara’da Kaos GL’ye saldıracağı yönünde bir istihbaratın bizzat askeri kaynaklarca tedavüle sokulması, bu tehdide karşın kendilerine başvurulan emniyet kuvvetlerinin tedbir almayı reddetmeleri, “ortalıktan toz olun, yoksa…” tehdidinin ilk işaretlerindendi. Bununla yetinilmedi, son yirmi yılın derin kuvveti Alperenler piyasaya sürüldü. 2016 İstanbul Onur Yürüyüşü öncesi açıklama yapan İstanbul Alperen Ocakları Vakfı İstanbul İl Başkanı Kürşat Mican, yürüyüşün engellenmesi için devlet yetkililerine seslendi: “Sayın devlet yetkilileri bunlarla bizi uğraştırmayın. Ya gereğini yapın ya da biz gereğini yapacağız. Engelleyeceğiz”
Sayın devlet yetkilileri gereğini yaptı. Sadece yürüyüş yasaklanmakla kalmadı; yasak, olağan bir toplantı ve gösteri yasağının boyutunu aştı. Almanya Büyükelçiliği, KuirFest ve Büyülü Fener Sinemaları işbirliğiyle 16-17 Kasım 2017 tarihlerinde Ankara’da düzenlenmesi planlanan Alman LGBTİ Film Günleri, sosyal medyada başlatılan nefret saldırılarının ardından 15 Kasım 2017’de, Ankara Valiliği’nin Büyülü Fener Sineması’na gönderdiği bir tebligatla yasaklandı. Valilik internet sitesi üzerinden de duyurduğu açıklamada, Alman LGBT Film Günleri adıyla, birtakım toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları içeren film gösterimi organizasyonun yapılacağı şeklinde istihbari bilgiler elde edildiğini belirtiyordu.
Toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkla neyi kastediyor olabilirlerdi? Kadına, çocuğa, azınlığa, yaşlıya, engelliye, hayvana karşı ayırımcılık ve şiddete çağrıya dair bir izlenim mi edinilmişti? Elbette hayır. Devletimiz, halkın hangi konuda hassasiyet ve duyarlılığı olacağını da kendisi belirlerdi. Vali tarafından duyurulan, yargıçlarca onaylanan hassasiyet Yeni Akit Gazetesi ile temsil edilen siyasal iktidarın hassasiyetiydi. Bir grup insan bir araya gelerek cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklılıklarına dair film izler, konuşma yaparsa halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceklerdi. İşçi sınıfı, burjuvaziye karşı ya da tersi mi? Karadenizlilerle Egeliler mi? Alevilerle Sünniler mi? Halkın hangi kesimi diğer kesimini tahrik edecek idiyse sonuçta ülkede kamu güvenliği açık ve yakın bir tehlike içine girecekti. Üstelik ülkede terör örgütlerinin karşıt görüşlü gruplara yönelik eylem arayışı içerisinde olduğuna dair de istihbarî bilgiler göz önünde bulundurulmak durumundaydı. Allah muhafaza Ankara Valiliği film festivalini yasaklamasa başımıza ne işler gelecekti!
Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edileceği bilgisi, Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin 29 Mayıs’ta Ankara Barosu Eğitim Merkezi’nde LGBTİ+ film seçkisi gösteriminin yasaklanması için de Ankara Valiliği tarafından duyuruldu. Bu etkinliğin, sınıf, ırk, din ve bölge farklılığıyla bir bağını kuramayan avukatlar Valilik kararını protesto edip sokakta cep telefonlarından topluca film izlediler. Neyse ki “terör örgütleri” bu etkinliği atlamış olacak, avukatlar film izledikleri sırada herhangi bir provokasyon yaşanmadı.
2017 Kasım ayında ise Ankara Valiliği’nin süresiz ve sınırsız yasaklama kararı geldi. Gerekçe yine aynıydı:
“Çeşitli sosyal medya ve birtakım yazılı ve görsel medya organlarından LGBTT (Lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel veya travesti) ile LGBTİ (Lezbiyen, gey, biseksüel, transgender, intersex) adıyla çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından, ilimizin muhtelif yerlerinde birtakım toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları içeren sinema, sinevizyon, tiyatro, panel, söyleşi, sergi vb. etkinliklerin gerçekleştirileceği şeklinde bilgiler elde edilmiştir.”
İlimizin muhtelif yerlerinde!!! Muhtelif bilgiler elde edilmiş!!! Okuyunca insanın aklına korku filmi müziği çağrıştıran gizemli ibarelerle, eşcinseller film seyredecekmiş, panel yapacakmış diyorlar. IŞİD’in ilan ettiği Gar Katliamı istihbaratını değerlendirmeyen Valilik önemli bir istihbarat üzerine harekete geçmiş, bizi yine aynı kelimelerle uyarıyor: “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip … kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği… kamu düzeni… birtakım toplumsal duyarlılıklar…”
Hep aynı nakaratla sunulan yasaklama kararlarına karşı başvurulan hukuksal süreçlerden ne yazık ki olumlu bir sonuç elde edilemedi. İnsan hakları hareketi olarak yargıdan bir beklentimiz zaten yoktu. Kendimizi, yasağın OHAL süresince geçerli olacağı düşüncesine yer verilen bir mahkeme kararı ile ki öyle olmadı; OHAL kalksa da tecrit sürüyor; avutacak durumda değiliz.
Bu davaların hiçbirisinde, bırakın adaletin ve insan onurunun ayırımcılık yasağı ve eşitlik çağrısını tartışmayı, kanunun lafzını bile tartışamadık. Öyle ya, kanunlarda cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ibarelerine yer verilmiyordu, hatta Valiliğin tecrit amaçlı kararlarında da bu ibarelere yer verilemiyordu. LGBTİ faaliyetlerinin sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından bir farklılıkları olmayan kişilere uygulanması epeyce garipti; bu gerekçelerle LGBT eylemlerine yasak konulamazdı. Mahkemelerin en azından yasanın lafzına uygun davranması gerekirdi.
Mahkeme, Ankara Valiliği’nin kararını, “halkın, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği yönünden farklı bir kesiminin” yapacağı sinema, tiyatro, konferans, panel ve toplantılarla halkın diğer bir kesimi (her halde heteroseksüeller veya homofobikler) aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği iddiasının yasada düzenlenmediği ve de Valiliğin bunun açık bir tehlike arz ettiğini ispat etmek şöyle dursun, açıkça iddia bile etmediği gerekçesiyle iptal etmesi gerekirdi.
Elbette mahkemeler bu tartışmaya girmediler. Hatta birçok kararda, gerekçe gösterilmesine dahi gereksinim duyulmadı. Son olarak süresiz ve sınırsız yasaklama kararına karşı açılan davada, Ankara 4. İdare Mahkemesi’nce “yapılması istenilen etkinliklere katılacak olan grup ve şahıslara yönelik olarak birtakım toplumsal duyarlılıklar nedeniyle bazı kesimler tarafından tepki gösterilebileceği ve bu sebeple kitlesel tepki ve provokatif eylemlerin ortaya çıkabileceği” gerekçesi, makul, haklı ve Anayasa’ya uygun bulundu (Ankara 4. İdare Mahkemesı̇ Esas No : 2017/3255 Karar no :2018/2623).
Bu gerekçeyi tercüme edersek; “Farklı cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği olan kişilerin sinema, panel, konferans, tiyatro gösterisi düzenlemesi, homofobikleri kızdırabilir ve kitlesel saldırılara neden olabilir. Bu nedenle, LGBTİ’ler veya onlarla bir araya gelecek kişiler, halkı galeyana getirmek istemiyorlarsa, bir araya gelmeyecekler, sadece politik değil, kültürel-sanatsal herhangi bir aktivite de gerçekleştirmeyecekler.” Bu böyle biline! Buna karşı ses çıkarılması halinde ne olacağı da belliydi. Nihayetinde, Kaos GL Derneğinin kurucularından Ali Erol, sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek 2018 Şubat ayında gözaltına alındı.
Ankara Valiliği’nin mahkemece Anayasa’ya uygun bulunan bu son kararının, OHAL döneminde ve sonrasında toplumsal muhalefet hareketlerine yönelik diğer baskı ve yasaklardan farkı, sadece süresizliği ve gerekçesi değildi. İşin gerçeği, burada bir önleme tedbiri, yasaklama değil, cezalandırma söz konusuydu. Kesilen ceza tecritti. Karar, LGBTİ’leri, sadece toplumdan yalıtmayı değil, birbirlerinden de uzaklaştırmayı amaçlıyordu. Bu nedenledir ki toplumsal görünürlüğü ve sokağı etkilemeyecek nitelikteki her türlü toplantı, seminer, konferans, tiyatro, sinema etkinliklerinin tamamı yasaklanıyordu.
Kaos GL’den Yıldız Tar, İrfan Aktan’la söyleşisinde “LGBTİ’ler yasak konunca varlıklarından vazgeçmez!” diyordu ama Onur Yürüyüşleri, dernek etkinlikleri, konferanslar, sinema gösterileri aslında farklı cinsel yönelimi olan kişilerin kendilerini ifade edebilecekleri, varlıklarını duyumsayabilecekleri, toplumsallaşacakları neredeyse tek alanlardır (Sosyal medya önemli bir iletişim olanağı sağlasa da sanallık ve bireysel düzeyde ilişkilenme nedeniyle bir araya gelmenin ve toplu etkinliğin işlevine sahip değildir). Diğer ayırımcılık mağduru olan ırk, sınıf, din, mezhep, cinsiyet gibi bir arada yaşama ve asgari dayanışma olanağının doğal biçimde var olduğu yapılardan farklı olarak cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği farklı olan kişiler, tek başınadırlar; çoğu zaman kendileri ile karşılaşmaları bile zaman alır ve zorlu bir süreci gerektirir. Bu nedenle ayırımcılık mağduru diğer gruplardan farklı olarak örgütlenme ve toplanma özgürlüğünün, ortak etkinlik düzenleme hakkının, LGBTİ’ler açısından diğer herkesten çok daha özel bir anlamı olduğu açıktır. Bu nedenle mahkemeler, özellikle Anayasa Mahkemesi, bir insan hakkı olarak toplanma ve ifade özgürlüğünün ortak kullanımının LGBTİ’ler açısından özel öneminin farkında olmak ve buna uygun karar vermek durumundadırlar. Aksi halde tecride ortak olmuş olurlar.
Tecrit, sadece hapishanelerde uygulanabilen bir yönetme ve cezalandırma pratiği değildir; kişiyi herkesten veya her şeyden ayırarak, ilişkide bulunduğu topluluktan çıkararak izole etmeyi, hiçleştirmeyi hedefler. Ve tarihin her döneminde, her toplumda uygulanmıştır. Sözgelimi, Cumhurbaşkanı’na yakınlığıyla bilinen İslam Hukuku profesörü Hayrettin Karaman, İslam’da da eşcinsellerin fiili livata olmadığı sürece cezasının, kötü örnek olmasın diye topluluktan uzak bir yere gönderilme yani tecrit olduğunu söyler. Ancak işi, zina, livata boyutuna götürürlerse taşlama (recm), yakma, üstüne duvar yıkma, yüksek bir yerden atmak suretiyle öldürme gibi farklı idam usulleri söz konusu olabilecektir.
Tarihin tüm soykırımları, tecritle, sürgünle başlar; katliamla biter. Bu nedenle her türlü tecrit pratiğine karşı durmak, gelecekteki tehciri, katliamı önlemenin tek yoludur.
*Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin “Bir İnsan Hakları İhlal Aracı Olarak Hukuk” dosya konulu 166. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye; online aboneler dergi websitesinden ulaşabilir. Basılı halini edinmek isteyenler, kitapçılardan sayıyı satın alabilirler. Dergiyi internetten satın almak için ise Notabene yayınları ile iletişime geçebilirsiniz.
Etiketler: insan hakları