21/01/2014 | Yazar: Kaos GL

İnan Özdemir Taştan: "İktidar değil özgürleşme talebi LGBT hareketinin geleneğinde hep vardı."

‘Barok Opera Var Dediler Geldik’ Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Kaos GL Derneği’nin Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Programı ile birlikte yürüttüğü Heteroseksizm Eleştirisi ve Alternatif Politikalar dersi öğrencilerinden Beyhan Yeni, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Tanıtım Bölümü Araştırma Yöntemleri ABD Öğretim Üyelerinden Dr. İnan Özdemir Taştan ile toplumsal eylem retoriği üzerine söyleşti. 
İnan akademik ilgi alanlarınızın siyasal iletişim, retorik ve iletişim özgürlüğü olduğunu biliyoruz. Toplumsal Eylem Retoriği Konusunda ise geçen hafta 13-14 Kasım 2013’te Ahmet Taner Kışlalı Sanatevi’nde harika bir konferans düzenlediniz. Bu konferansı düzenlemekteki amacınız neydi?
Konferansı Doç. Dr. Ülkü Doğanay, Dr. Hatice Çoban Keneş, Araş. Gör. Mehmet Ağan ve İlkin Esen Yıldırım ile birlikte düzenledik. Türkiye’de Haziran Direnişi ya da Gezi Parkı Eylemleri olarak adlandırılan ve Türkiye’nin hemen hemen bütün illerine sirayet eden yaygın bir protesto dalgası yaşadık. Ve bu protesto dalgasına dair birçok şey söylendi. Söylenenlerden biri protesto dalgasının yeni bir dille birlikte karşımıza çıktığıydı… Özellikle İstanbul’daki Gezi Parkı’na konuşlanan, orada kamp kuran eylemcilerin bir yandan alternatif bir örgütlenme ve hayat tarzının örneklerini sunarken bir yandan da bizim işte kimi durumda 70’lerden kalma kimi durumda 80 ve 90’larda şekillenen ve genellikle uzak, soğuk, bildirmeci, aydınlanmacı ve tek taraflı olduğu yönünde eleştiriler alan sol retorikten farklı, daha yaratıcı, eğlenceli, ironilerle dolu yeni bir dili beraberinde getirdiğiydi… Biz de bu konferansta Gezi Parkı ya da Haziran Direnişi eylemlerinde karşımıza çıkan bu yeni dili ve yeni eylemlilik biçimlerini akademik bir gözle nasıl anlayabiliriz, ve bu akademik perspektifle alan deneyimlerini nasıl ilişkilendirebiliriz? Sorularından hareket ettik bu konferansı düzenlerken…
 
Gezi Eylemleri’ndeki gözlemleriniz ve tespitleriniz ne oldu ki bu güzel organizasyonu bizimle buluşturdunuz? Ayrıca konferansta ele alınan konuları da bizimle paylaşabilir misiniz?
Tabi ki… Akademisyenlere çağrıda bulunduk, bu alanda çalışan kişilerle görüştük…Aslında mesele henüz çok taze, hala bu sürecin devamında olduğumuz için de kendimizi ne kadar ayırabilir, ne kadar mesafelenebiliriz konudan onu da bir tarafa koyuyoruz. Ama en azından akademisyenlerin bu konudaki düşüncelerini ya da varsa araştırmalarının ilk bulguları ile genel çerçevesini paylaşmalarını istedik. Buna ek olarak da özellikle Gezi eylemleri ile çok öne çıkan yeni bir eylemlilik biçimi olarak video aktivizmi gördük bu eylemlerde… Videoaktivizm Türkiye’de çok yeni bir şey değildi bu ama ilk defa bu kadar yaygın kullanıldı. Ve belki birçok kesim videoaktivizmle ilk defa böyle tanıştı. Dolayısıyla bu eylemlilik biçimine ayrı bir oturum ayırmak istedik. Ve Ankara’da video aktivist kadınlar gurubunun iki üyesi konferansta hem bir video gösterimi hem de söyleşi gerçekleştirdiler. Dolayısıyla bir alan deneyimi bu oldu. Konferansın ikinci gününde ise bu sefer bu eylemler sırasında çok daha belirgin bir şekilde kendini gösteren alternatif yayıncılık deneyimlerini paylaşalım ve bu deneyimlerle hem akademik çalışmaları hem aktivistlerin deneyimlerini karşılaştıralım ve bir paylaşım yaratalım istedik. Bunun için de Çapul TV’den, Hayat TV’den, Halk TV’den temsilciler geldiler. Bu dönemi nasıl haberleştirdiklerini, alternatif bir yayıncılık üzerine neler biriktirdiklerini bizimle paylaştılar. Yine aynı şekilde ana akım medyada çalışan ve bu eylemler süresince yaptığı çeşitli yayınlar ve daha sonra yayınladı bir kitap nedeniyle işten atılan bir gazeteci aynı zamanda okulumuzun da eski mezunu Ali Ekber Ertürk bize ana akım medyada eylemin haberini yapmak üzere yaşadığı deneyimlerini aktardı. Genel olarak böyle bir konferans tasarladık, derdimiz de başta belirttiğim gibi Türkiye’de yeni olduğu söylenen, farklı olduğu söylenen protesto diliyle yeni eylemlilik biçimleri üzerine düşünmek ve farklı medya pratikleri ile eylemlilik biçimlerinin deneyimlerinin paylaşmasına katkı sunmaktı.
 
Dediğiniz gibi farklı eylemlilikler hatta farklı deneyimler üzerine yaşanan Gezi Eylemleri’nde kurulan dil de diğer direnişlere göre farklıydı. İktidarla dalga geçen bir dil kuruldu. Bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Şimdi bu dilin yeniliği meselesi aslında iki uçlu bir şey bence. Bu eylemlilik biçimlerinin ve dilin yeniliğine hakkını teslim ederken diğer taraftan bu dilin aslında gökten zembille gelmediğini ve Türkiye’deki bütün o toplumsal muhalefet damarı ile bağlarının olduğunu söylemeliyim. Evet yeni ve farklı olduğu noktalar var ama aynı zamanda işte Türkiye’deki 68’in, 78 deneyimlerinin belki Osmanlı Dönemi’nde bile kökleri olan işte Şeyh Bedrettin İsyanı gibi çeşitli muhalefet dalgalarının da izlerini Gezi Direnişinde görüyoruz, onların hakkını da teslim etmemizde gerekiyor. Bu söylediğimi konferansın kapanış konuşmasında Eser Köker de vurguladı. Bunu Marx’ın “köstebek” metaforunu Gezi eylemlerini açıklarken ödünç alan Foti Benlisoy’a atıf yaparak açıkladı. Peki “köstebek” metaforu bize neyi anlatıyor? Bu metafor toplumsal muhalefetin kimi durumlarda geri çekilse de tıpkı köstebekler gibi yer altından kendine tüneller kazmaya ve ilerlemeye devam ettiğine ve toplumsal kriz anlarında gün yüzüne çıktığına işaret ediyor. Dolayısıyla devamlılığı inkâr etmemek lazım. Ama tabi ki eylemlere baktığımızda bir farklılığı da görüyoruz.
 
Peki İnan, konferans boyunca bu farklılık üzerine neler konuşuldu, neler söylendi?
Ben kendi sunuşumda bu eylemlilik biçimlerinin karnavalesk öğeler taşıdığını belirttim. Benim naçizane tespitim hakikaten bu eylemleri anlamak üzere geç Ortaçağ dönemindeki karnavallar üzerine yapılan çalışmalara başvurabileceğimizdir.
 
Peki bu ne demek?
Hem Bakhtin hem de Barbara Ehrenreich’in Geç Ortaçağ karnavalları hakkında yazdıklarına baktığımızda şunu görüyoruz; bu karnaval dönemleri her türlü hiyerarşinin alaşağı edildiği, otoriteyle özellikle dalga geçildiği, hatta taşlama gösterilerinin çok yaygın olduğu ve iktidar ile iktidarın araçlarının bir dalga konusu yapıldığı dönemler… İktidarın tepe taklak edildiği ve insanların orada hangi statüden olursa olsunlar evet belki kendilerini gizleyerek -işte maskeli balolarda festivallerde olduğu gibi- ama kendi sözleriyle çekinmeden yer alabildikleri bir dönem olarak karşımıza çıkıyor karnavallar. Şimdi böyle baktığımız zaman Gezi’ye, Haziran Direnişi’ne, hakikaten katılımcıların iktidarla dalga geçtiğini, iktidarı tepe taklak etmek üzere onun söylemlerini ve onun baskı araçlarını tiye aldığını görüyoruz. Yani temel iktidar mekanizmaları nelerdir? Eğitim, kültür, din ve bir bütün olarak söylemsel alanı işaret eden ideolojik aygıtlar bir de baskı araçları dediğimiz şeydir Althusser ile birlikte… Tam da bu iki aracı, dalganın konusu yaparak işte polisle dalga geçerek, biber gazıyla dalga geçerek, TOMA’yı POMA’ya çevirerek… Katılanların gündelik hayatları içinde kendi kişisel meselelerini kendi kişisel dillerinin sloganlara aktarabildiği, işte mesela “Ya Pelin’ime gelseydi” diyebildiği bir dil karşımıza çıkıyor. Şimdi bu dilin karnavalesk öğeler taşıdığını söyleyebiliriz, hatta Türkiye’de daha önce hiç olmadığı kadar böyle bir dille karşı karşıyayız diyebiliriz. Ama konferansın kapanış konuşmasında Eser Hoca’nın söylediği gibi bu dil bir yandan böyle özellikler taşımakla birlikte bir yandan da muğlak… Ne istediğini çok net söylemiyor. Yani 70’lerin tek yol devrim diyen, iktidar talep edendili burada bu kadar net ve büyük taleplerle karşımıza çıkmıyor. Tabii şöyle tartışmalar da var, burada gördüğümüz alternatif yaşam biçimi daha eşitlikçi söylemin kendisi devrimin bir tür öğesi değil mi? Yani evet ben böyle olduğunu düşünüyorum. Hatta ay resmen devrim ayol dediğimiz şeyin… Eylem alanında kadın-erkek ilişkilerine şekillenişinin… Gezi Parkı’nda o kapitalist alışverişi tersine çeviren paylaşımcılığın dayanışmacılığın ve bunu ön plana çıkaran bir iki haftayla da sınırlı olsa orada yaşanılan deneyimin devrimci bir yanı var kuşkusuz. Ama talebe baktığımızda evet kente dair talepler var, parka dair talepler var, yaşam alanlarına müdahaleye dair talepler var… Ama 70’lerin örgütlü ve net taleplerini de görmüyoruz bir yandan…
 
Konferans boyunca eylemlerin diliyle ilgili bir diğer çalışma da Gülsüm Depeli’nin çalışmasıydı. Gülsüm bize bu dilin aynı zamanda ne kadar imgesel bir dil olduğunu söyledi. Yani imgelerle imajlarla oynayan… Oynamayı seven, kendisini böyle ifade eden bir dil, daha çarpıcı, vurucu, insanları yakalayan ve yorumlamaya daha açık, görenin yorumlama dünyasına daha çok alan bırakan bir dili de kullandıklarını bize söyledi…
 
Peki insanları örgütlediğini söyleyebilir miyiz bu dilin? Çünkü katılım da fazlaydı ve çok fazla kültürel farklıları da buluşturmuştu…
Yani bunu şöyle diyebiliriz… Ben sunuşumda bu karnavalesk durumun çok çekici bir çağrısı olduğunu vurgulamıştım. Yani bu çağrı çok kuvvetli, insanlara kendi sözleriyle o alanda var olma fırsatı tanıyor… İktidara ilişkin her türlü sıkıntısını çok eğlenceli bir şekilde ifade etme çağrısını sunuyor… Tabii eylemlerin karnavalesk yanı var derken, bu eylemlerin çok sert de geçtiğini unutmamak gerekir. Eylem alanı evet çok komikti, eğlenceliydi vs… ama biz gencecik insanların öldüğünü, bir çok insanın yaralandığını, binlerce insanın göz altına alındığını biliyoruz, çok sert çatışmalar da yaşandı… Buna rağmen bu sertlik bile o eğlenmenin, tiye almanın bir parçası haline dönüştürebildi ve böyle bakınca da bunun çok çekici bir çağrı olduğunu düşünüyorum ben… Dolayısıyla bu kadar çok insanın düğmesine basılmışçasına sel gibi akmasında bu dilin etkisi var mıdır? Kuşkusuz olmuştur. Ama örgütlemek daha farklı bir yere işaret ediyor bence, çağrısı var diyebiliriz… Çağrısı güçlü ve çekici diyebilirim kendi adıma…
 
Gezi Eylemleri’ndeki LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel ve trans) bireylerinin eylemlilikleri ve kullandıkları dil hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gezi Parkı’nda ortaya çıkan bu karnavalesk durumun ve ironilerle, taşlamalarla dolu dilin Türkiye’deki LGBT geleneğine önemli bir şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Bir anlamda aslında onun taklidi ve genişletilmiş boyutu diyebiliriz. Çok yetkin değilim bu alanda ama hakikaten LGBT hareketi temel problemi iktidarla olan bir hareket. Eril iktidarın kendisini ve bu iktidarın gündelik hayata sirayet etmiş, insanların cinsel özgürlüklerini, yaşam biçimlerini her koldan kuşatan ve bir norma doğru zorlayan yapısıyla mücadele ediyor baştan beri. Dolayısıyla bir iktidar talebi yok ama özgürleşme talebi var. Peki ne yapacak? Tam da iktidarı alaşağı etmek üzere bir dil bir gösteri biçimi, retorik geliştirmek zorunda kalacak. İşte süslü kıyafetleriyle dolaşan translar, rengarenk bayraklarla başlayan yürüyüşler, düzenlenen festivaller, onur günlerindeki o coşkulu eğlenceli yapı, müziğin ayrılmaz bir parçası olduğu eylemlilik biçimi…, barok opera var dediler geldik gibi mustafa keserin askerleriz sloganındaki gibi anti-militarist vurgu vs…
 
Aslında LGBT hareketinin geleneğinde hep vardı. Bu anlamda Gezi Eylemleri’nin dilinin örtüştüğü bir nokta da oydu. Gezi’nin de temel dertlerinden biri bu kadar yaygınlaşan, otoriterleşen iktidarla ilgili bir şey ve bu iktidarın hem ideolojik hem de baskı araçlarının acımasızca ve yaygın kullanılmasıyla da ilgili bir şeydi. LGBT bireyleri iktidarın hem baskı araçlarını hem de ideolojik araçlarını en acımasız şekilde yaşayan kesimlerden biridir Türkiye’de. Dolayısıyla bununla baş edebilmek için böyle bir dil, retorik kurduklarını düşünüyorum. Amerika’daki Siyah Güzeldir hareketi gibi… Yani beni olduğum gibi beğenmiyor olabilirsin ama senin bütün kriterlerini tersine çevirerek ah ben de böyleyim ve de çok güzelim diye bağırıyorlar, bunu kimi zaman ironilerle, metaforlarla kimi zaman da taşlamalarla yapıyorlar. Gezi’nin dilinin ona öykündüğünü, öykünmese bile aslında bir şekilde böyle alışverişlerin ve ortaklıkların olduğunu düşünüyorum. Tabi ki LGBT Hareketi de Gezi’de yer aldı kendi dilini oraya taşıdı. Mustafa keserin askerleriyiz,ay resmen devrim ayol, diren ayol, barok opera var dediler geldik gibi, erkekliğe biçilen, heteroseksizme biçilen normlara verilen önemi tersine çeviren, tepe taklak eden bir dili Gezi Eylemleri’nde de sürdürdüler. Hatta Gezi’nin temel bileşenlerinden biri oldular…
 
İsterseniz söyleşimizi konferansın açılış konuşması yapan Herbert W. Simons’un Aşk’a ve Akla yaptığı atıfla bitirelim…
Simons, Martin Luther King’e yaptığı atıfla şöyle demişti: “insanların kalbini kazanmadan iktidar olamazsınız, ama sadece kalplerini kazanırsanız da yeterince güçlü olamazsınız”. Buradan tekrar o güçlü çağrıya dönmek istiyorum. Bence Gezi’nin çağrısının güçlülüğü ve çekiciliği o eyleme katılanların kalbine dokunulduğunu gösteriyor… Genç kadınların olmadığı kadar sokaklarda olması, kuşkusuz birbirinden farklı politik geleneklerden örgütlü ya da örgütsüz oraya akan insanların bir birliktelik kurabildiğini ya da bu birlikteliği kurarken mesela feministlerin duyarlılıklarında olduğu gibi birbirlerinin duyarlılığına da saygı gösterdiklerini, özen gösterdiklerini görüyoruz. Bunlar “kalpler” kazanılmadan olabilecek şeyler değil. Dolayısıyla o çağrı kalbe de ulaşan bir çağrıydı diye düşünüyorum…
 
Öyleyse Aşk’la ve Kavgayla diyelim mi… 

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam