19/07/2014 | Yazar: Emre Terekli
Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştirip dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünüdür. Pornoda kadınların bir özne olarak değil parça parça (bacak, göğüs) tüketilen bir nesne olarak ele alınması ile hayvanların sofrada bir canlı değil de parça parça (but, göğüs) yenen bir yemek olarak algılanması arasındaki benzerlik…
Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştirip dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünüdür. Pornoda kadınların bir özne olarak değil parça parça (bacak, göğüs) tüketilen bir nesne olarak ele alınması ile hayvanların sofrada bir canlı değil de parça parça (but, göğüs) yenen bir yemek olarak algılanması arasındaki benzerlik…
Kaos GL Dergisi, “Queer ve Psikanaliz”, 136. sayı, Mayıs-Haziran 2014
Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları’ndan dikkat çekici bir kitap “Etin Cinsel Politikası” adıyla Türkçeye çevrildi. Carol J. Adams’ın “Feminist Vejetaryen Eleştirel Kuram” başlığı altında ataerki ile et tüketimi arasındaki diyalektiği irdelediği kitabını Türkçeye Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu kazandırdı. Kitabın çevirmenlerinden aynı zamanda hayvan özgürlüğü eylemcisi Güray Tezcan ile “Etin Cinsel Politikası”nı konuştuk.
"Etin Cinsel Politikası”nın yazarını tanıyarak başlayalım: Carol J. Adams kimdir, bu kitabı yazma hikâyesi nedir ve sizde bu kitabı çevirme fikri nasıl oluştu?
Carol J. Adams, ilginçtir, aslında ilahiyat yüksek lisansına sahip bir yazar. Kitapta İncil’de geçen hikâyelerin sıkça ele alınması ve kitabın son cümlesinde lütuf sözcüğünün yer alması tesadüf değil. Adams ömrü boyunca evsizlerden şiddet gören kadınlara kadar hakkı yenen birçok öznenin mutlu yaşaması için derneklerde çalışmış. 1975-1990 arasında ise kafasındaki en büyük proje için kütüphanelere kapanmış. Etin Cinsel Politikası bu hummalı çalışma ile doğuyor, yüz yıl önce hatta iki yüz yıl önce hem feminist hem de hayvan hakları savunucusu birçok düşünür olduğunu bu çalışmalarla gün ışığına çıkarıyor Adams. Mehmet Emin’le bu kitabı çevirme fikrimizin temelleri ise hoş bir şekilde Kaos GL’ye dayanıyor. 8 Mayıs 2012’de Kaos GL’nin davetlisi olarak Ankara’daydım. "Erkekliğin Tekeşli Heteronormatif Evlilikler ve Et yeme Üzerinden Tahakkümünü Sürdürmesi" başlıklı bir sunum yapacaktım ve sunumun içeriğinde Carol J Adams’a da bolca atıf vardı. Bu yazarı incelemiştim daha önce ve Türkçe’ de hiç kitabı olmadığını görüp çevirmek ister gibi olmuştum. Teşvik hep karşılıklı olur ya, hep bir teklifle yola çıkar ya insan, o günkü sunuma gelenler arasında Mehmet Emin de vardı ve sunum sonrası sırt çantasından Adams’ın kitabını çıkardı. Birlikte çevirmeyi teklif etti, hemen oracıkta kabul ettim. 2012 yazını yayınevi aramaya ayırdık. Genelde yayınevleri kitabı çevirecek çevirmen arar, biz ters yönden ilerliyorduk; ama oldu. Ayrıntı Yayınları heyecanımızı gördü, niyetimizi gördü ve vakit kaybetmeden işe koyulmamızı sağladı.
Kitabın kapağındaki görsel bir hayli dikkat çekici, bu görselin hikâyesi nedir?
Kapaktaki resmin hayvan hakları savunucuları tarafından tasarlandığını ve hayvanı insana benzeterek bizi et yememeye ikna etmeyi amaçladığını düşünebilirsiniz. Ancak o resim feministler tarafından erkeğin pornografide kadın etini parça parça tüketme düşkünlüğünü deşifre etme amaçlı hazırlanmış. Resim Adams’a 1969’da Pornography Awareness isimli grup tarafından ulaştırılıyor. Yazanı çizeni belli değil ama bir adı var: Break the dull beef habit (Şu ruhsuz et merakından vazgeç)! Hayli dikkat çekici, doğru; üstelik kitabın meramını bundan daha iyi temsil edemezdi.
Etin Cinsel Politikası "Her yıl 31.1 milyar, her gün 85.2 milyon, her saat 35.5 milyon, her dakika 59.170’in anısına" diyerek başlıyor. Bu noktada ise akıllara Isaac Bashevis Singer’in "Hayvanlar söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir; hayvanlar için bu sonu gelmeyen bir Treblinka’dır" tespiti geliyor.
Faşist olabilmek için iki koşul gerekir: (1) Ötekini ayıracak keskin çizgiler, yani ötekileştirme. (2) Ötekiyi öteki olduğu gerekçesi ile yok edecek şiddet. Türcülük de tıpkı ırkçılık gibi faşizmin bir biçimi, türcülükte de yok etme gerekçemizi kendimiz yaratıyor ve ardından masumları katlederken sızı bile duymuyoruz. Nazi devri sonrası yapılan Milgram’ınki gibi otorite deneylerinden çıkan sonuç netti: İnsan otorite emredince her şeyi yapabilecek bir canlıydı. Hayvana yapılan tüm davranışların ardında da görünmeyen bir otoriterlik var. Et otoritedir. Süt ve yumurta hiyerarşidir. Bizim için çocuk doğuran ve çocuğunu doğurduktan sonra çocuğuna gelen sütü bağlanan makinelerle bize vermek zorunda kalan ineğin hissiyatı, 70 yıl önce çalışma kamplarında öleceği günü bekleyen bir eşcinselinkinden çok uzak değildir.
Adams’ın "Etin Cinsel Politikası"nda hatlarını çizdiği feminist-vejetaryen kuramı anlatabilir misiniz?
Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştirip dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünüdür. Hadi biz örneklerle gidelim: Ava gidenin erkek olması… Bitkinin kadın yiyeceği, etin erkek yiyeceği olarak görülmesi ve gösterilmesi… Ordu ve diğer iktidar simgelerinde genelde etçil hayvanların kullanılması, derebeyleri koruyan şatoların önünde aslanların beklemesi… Kadın-erkek ilişkilerinin genelde birbirlerinin bedenlerini sahiplenme ile sonuçlanması ve kadının onurunun bedeninin bir parçası ile tayin edilmesi… Pornoda kadınların bir özne olarak değil parça parça (bacak, göğüs) tüketilen bir nesne olarak ele alınması ile hayvanların sofrada bir canlı değil de parça parça (but, göğüs) yenen bir yemek olarak algılanması arasındaki benzerlik… Etin cinsel politikasının popüler kültürde meğer o kadar karşılığı varmış ki Adams’a zarflar içerisinde reklam küpürleri yağmaya başlamış. Kitabın orta kısmında mevcut bazıları… Gönderilen reklamlara bakın (ki bizde de durum pek farklı değil) neredeyse bütün et reklamlarında hayvanlar veya etleri seksi kadın gibi resmedilmiş. Varabileceğimiz sonuç şu: Etin protein almak için zorunlu olduğu ve kuvvetin tek kaynağı olduğuna inandırılan çocuk, kan dökmeden öldürmeden hayatta kalınamayacağını farz eder ve kim elinde satır belinde silahla ortalarda geziniyorsa onu üstün cins saymaya başlar. Erkek egemenlik, et ve savaşlar (yani hayvan ve insan öldürmenin normalleştirilmesi) olmasa zor ayakta kalırdı.
Kitapta yer alan en önemli kavramlardan biri de "Kayıp Gönderge" "Kayıp Gönderge" nedir, "Kayıp Gönderge"yi hayvanların yanı sıra tahakküm altında bulunan diğer gruplar için de düşünebilir miyiz?
Kitabın en can alıcı kavramı bu… Hem daha önce parmak basılmamış hem de kitaptaki tüm kuramları özetliyor. Adams’a göre, et yiyeni yediği hayvandan, hayvanı da markette satılan biçiminden yalıtan kültürel ve dilsel duvara “Kayıp Gönderge” denir. Kimse kahvaltısının en büyük keyfi olan sucuğunun bir zamanlar nefes alan ve ne zaman özgür kalacağı beklentisi ile esaret altında günlerini geçiren bir canlıdan geldiğini ve o canlının sucuk olabilmek için korkunç ve kanlı bir süreçten geçmesi gerektiğini düşünmek istemez; çözümü göndergeyi kaybettirmekte bulur. “Kayıp Gönderge”nin var olabilmesi için nesneleştirme-parçalama-tüketme biçimindeki şiddet döngüsünün tamamlanması gerekir. “Sucuk” bu döngüyü tamamlamış olduğu için “Kayıp Gönderge” unvanını alır. Adams dilsel süreçlere dikkat çekiyor ve aslında et sözcüğünün kendisinin bile bir “Kayıp Gönderge” olduğuna, “et”in “ceset”e ikame ettiğine dikkat çekiyor. Öte yandan, belirtiğin gibi, “Kayıp Gönderge” kapitalizmin sömürdüğü bir insan için de geçerli olabilir. Markalı ve havalı bir spor ayakkabının çocuk işçiliği ile üretildiğine dair gönderge de kayıptır. Her halükarda Adams’ın çözüm önerisi, kendi terimiyle “gerçek anlam”da düşünerek göndergeyi yerine koymak ve erkek egemen kültüre sekte vurmaktır. Bu sekte vurma Adams’a göre doğrudan eylemle olabileceği gibi bir sofrada cesede ceset demekle de gerçekleştirilebilir.
Kitapta ayrımı yapılan “hayvanlaştırılmış protein” ve “dişilleştirilmiş protein” kavramlarını biraz açar mısınız?
Yazarın hayvan endüstrisinde dişi hayvanın olmazsa olmazlığına yaptığı vurgunun, kitabın feminist tonuna yeni bir pencere kazandırdığını söyleyebiliriz. Hayvanlara yönelik eziyetin çoğu dişi hayvanlara uygulanır. Gün itibariyle çoğu endüstride erkeğe gerek yoktur; ama doğurgan hayvanlar olmadan hayvansal ürünler imkânsızdır! Yumurta için kafese hapsedilmiş tavuklar yeterlidir, süt için sürekli "yapay dölleme" adı altında tecavüz edilerek hamile bırakılacak inekler yeterlidir. Adams, dişi hayvanların hayvan olmalarının üstüne bir de dişi oldukları için iki kat sömürüldüğünün altını çizer, göğüslerindeki sütün yavrularına besin olacağı yerde bize “musluk” olmasını eleştirir. Bir dişiyi alıkoyarak elde edilmiş protein, dişilleştirilmiş proteindir. Proteinin tahıldan alınacağı yerde tahıl yemiş ineğin vücut parçalarından alınması da proteini hayvanlaştırdığımızı gösterir.
Etin cinsel politikasının Türkiye kültüründeki yansımaları nelerdir?
“Karnından sıpayı sırtından sopayı” deyimi sözlüklerden daha yeni kaldırıldı. Kadını eşekten hallice gören zihniyete mi yanalım, eşeği eşyadan hallice görene mi… “Mal” sözcüğü hem emtia, hem büyükbaş hayvan, hem de seks işçisi kadın anlamına gelir. “Ete gitmek” veya “piliç” deyince zihninizde ne canlandı bilmiyoruz; ama koyu erkek muhabbetlerinde bunlar seks yapılacak kadını işaret eder. Tepemiz atınca aklımıza gelen ilk kelimelerin “hayvan, o.çocuğu, ibne” olduğunu da biliyoruz. Örnekler uzar ve uzadıkça da erkek zihninin otoriter ve hiyerarşik yapısını ortaya serer; yalnız şunu vurgulamak gerek: Ne Adams ne de bizler kadın meselesi ile hayvan meselesinin aynı şey olduğunu düşünüyoruz. Aralarında bir hiyerarşi kurmak istememekle birlikte ikisinin de tarihlerinin ve kilometre taşlarının ayrı olduğunu biliyoruz. Meramımız iki meselenin de failinin bir olmasıdır.
Adams ile çocuğu arasında geçen dikkat çekici bir diyalog var kitapta. Adams bunu şöyle anlatıyor: "Geçenlerde 6 yaşındaki çocuğumla sinemaya gittik, filmin sonunda “bu filmin çekimlerinde hiçbir hayvan zulüm görmemiştir” yazdı. Çocuğum da şöyle dedi: “Yani bu filmde yedikleri etlerin hepsi sahte miydi?” Dünyanın neredeyse tüm kültürlerinde et yemenin hayvanlara zulüm sayılmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bu da işte tam anlamıyla kayıp gönderge; niye çünkü filmde görünecek canlı hayvana hayvan deniyor, öldürülüp eti kızartılmış olana ise katiyen hayvan denmiyor. O an yaşamıyorsa hiç yaşamadığına ikna etmek en kolayı. Ne var ki dünyanın her yerinde baskıya en son ikna olacak zümre çocuklardır. Ten rengine dayalı, cinsiyete dayalı, türe dayalı, maddi gelire dayalı, dış görünüşe dayalı ayrımcılık tohumları biz ekene kadar çocuklarda bulunmaz. Dünyanın hemen her yerinde et yemek hayvanlara zulüm sayılmıyorsa, bunun ardında kültürelden de öte bir şeyler var demektir. Ben bunu psikolojik olarak okuyorum, insanın en temel çabalarından biri olan bilişsel çelişkiden kaçınma olarak yorumluyorum. Kendisine zalim sıfatını konduramayan insanlık, çareyi mazlumu ortadan kaybettirerek eti masumlaştırmakta buluyor.
Tarihsel süreçte vejetaryenliğin ve veganlığın gelişimine baktığımızda özellikle “Birinci Dünya Savaşı”nın akabinde yaygınlaştığını görüyoruz; insan büyük savaşlar karşısında tıpkı mezbahalarda kesilen hayvanlar gibi çaresiz kaldığını gördüğünde bir nebze de olsa hayvanlarla empati kurarak et yemeyi sorgulamaya başlıyor.
Tolstoy’un bir sözü var bu konuda. Kitapta da anlatıldığı gibi tüfeklere, bombalara karşı olmak, artık kan dökülsün istememek bir yerden sonra ister istemez hayvan sömürüsüne de karşı olmayı gerektiriyor. I. Dünya Savaşı sırasında savaş karşıtı feministlerin hızla vejetaryen olması da bununla açıklanır. Savaşlarda masum kadınlar tecavüze uğramasın isterken masum ineklerin tecavüz edilip doğumdan sonra makinelere bağlanmasına sessiz kalmak tam bir çelişki olurdu. Beden dokunulmazlığı aynı. Çekilen acı aynı. Hamilelik aynı. Doğan çocuğa anne ilgisi aynı ama aslında dünya savaşlarının ardından Batı’da gerçekleşen şey endüstri patlaması oldu. Fordizm mezbahaların önünü açtı, tüketim kültürü hızla yükselirken hayvanların seri üretilecek meta konumu da Batı’da güçlendi. O yüzden ilk hayvan hakları gruplarının mezbahaları dizayn eden ülkelerden çıkması hiç tesadüf değildir. Kendi Batı uygarlıklarının kangrenleştirdiği kölelik konusunu vicdani reaksiyonla yapıbozuma uğratmak isteyenler vardır elbette.
Aynı zamanda bir hayvan özgürlüğü eylemcisi olarak Dünyada ve Türkiye’de hayvan özgürlüğü hareketinin aldığı yol hakkında ne düşünüyorsunuz?
Esir hayvanları doğrudan eylemlerle kurtaran gruplar ABD’de terörist ilan edildi. O kadar korkuyorlar ki hayvanların mal statüsünün kalkmasından... Sırf aktivistler çiftlik koşullarını filan çekip internete koyamasın diye ag-gag isimli kanunlar çıktı. Türkiye’de ise hareket hiç olmadığı kadar iyi diyebilirim. Bir yanda hayvan özgürlüğü savunucuları var, bir yanda hayvan kurtaran ve hayvanları esir tutan kurumlara sabotaj yapan insanlar var. Bir yanda hayvan refahını ve sokak hayvanlarını savunan irili ufaklı dernekler var. Bir de yalnızca veganlığı anlatmak için kurulmuş bir grup var. Toplamda bakınca iyi bir harita görülüyor. Belki bu grupların İstanbul’a sıkışıp kalmış olması kendi çaresizliğidir; çünkü ne yaparsak yapalım Türkiye’nin diğer şehirlerinde benzer destek eylemleri göremiyoruz. Hayvan özgürlüğü hareketi bir yoldan gidecekse tutması gereken en önemli şey cesarettir bence. Bu kadar fazla sembolik eylem varsa sağda solda ama bunların daha köktenci olanları çok nadir yaşanıyorsa, bu kurmakta olduğumuz düzeni terk etmekten veya olası hapis cezalarından korktuğumuz içindir. Biraz da iğneyi kendimize batıralım. Hayvanlar her gün kondukları hapishanelerden çıkacakları günü bekliyorlar. Her birini birey olarak değerlendirecek olursak tek bir tanesinin bile yaşamını esaretten eziyetten kurtarmak oldukça değerlidir.
Şu sıralar nelerle meşgulsünüz?
Doktoraya hazırlanacağım sözde; ama aktivizmden ona vakit bulamadım henüz. Geçtiğimiz yaz Londra’da Goldsmiths’te kültürel incelemeler yüksek lisansını tamamladım, o zamandan beri düzenli bir işim veya okulum yok. Bunların yerine eylemlilik halinde olmayı seçtim. Bir yandan Yeryüzüne Özgürlük Derneği ile hayvan özgürlüğü için bir şeyler yapıyoruz. Geride bıraktığımız Nisan ayında mesela Deney Hayvanlarına Özgürlük Haftası vardı. Onun için çalıştık, Galatasaray’da hayvan deneyleri ve daha geniş anlamda kapitalist bilimin hayvana-insana ve doğaya verdiği zararı ifşa eden bir stant açtık, herkesi deneylere maymun taşıyan son havayolu firması Air France’ı boykot etmeye çağırdık ve hayvan deneyinin zorunlu olduğu bölümlerde okuyan öğrencilere vicdani ret çağrısı yaptık. Kan dökerek, bir canlıyı deşerek mezun olmak diye bir mecburiyet olamaz. Öğrenci ve araştırmacıların vicdani ret hakları var, öldürmeden okudukları bölümü bitirme hakları var vicdanen. ABD’nin 20’ye yakın eyaleti bu hakkı tanıdı bile. Biz bunu daha fazla duyurmaya çalıştık. Öbür yandan Bombalara Karşı Sofralar ile israfa, savaşa, tüketim kültürüne karşı her Çarşamba sofra ve takas pazarı kuruyoruz. Food Not Bombs’un tek Türkiye uygulaması şimdilik bu. Aynı onlar gibi lidersiz şekilde yürüyoruz, kararları sadece toplantıda alıyoruz. Pişireceğimiz hemen her şey manavların ve marketlerin atmak üzere olduğu gıdadan geliyor. Öldürücü şiddete karşı iken mezbahalara, süt çiftliklerine sıcak bakamayız diye Sofralar’ı vegan yürütüyoruz. Yemekten hiçbir ücret de almıyoruz. An itibariyle İstanbul’un tek düzenli vegan noktasıyız ve iki tane ücretsiz mutfaktan birisiyiz. Her Çarşamba bizimle birlikte yemek pişirmek isteyeni 3’te, yemek yemek isteyeni 7’de Tepebaşı’ndaki Teneffüs Kafe’ye bekleriz.
Son olarak vegan olmaya nasıl karar verdiniz?
Son yıllarda hep kafamdaydı vegan olmak. Earthlings belgeselini izlerken zulmeden, hükmeden, kibirlenen tarafta olmamanın kararını vermiştim akılsal olarak; ama son bir duygusal tetikleyici beklemişim. 2012 yazında iki an beni kesinlikle ikna etti veganlığa. Denizde dalıp dipten gitmeyi seviyordum; ancak 20-30 saniye geçince can havliyle nasıl sudan çıkmaya çalıştığımı görüyordum. Balıkların balıkçı kovalarında canlarını verirken ciğerlerinin yavaş yavaş şişmesi benim suyun dibinden yukarı kaçma anlarımdan daha huzurlu olamazdı. Kendi dayanacağımızın katbekat üstünde bir eziyeti ne için yaşatırız bu canlılara? Balık ekmek keyfi için mi? İkinci an ise yolcusu olduğum uçak inişe geçtiğinde kulağımdaki tarifsiz ağrı idi. O ağrı da deneylerde diri diri kesilen, organları ile oynanan hayvanlarla empati kurmamı sağladı. Uçak inişi esnasında kulağıma gelen bir miktar basınç bile ne kadar korkutucuydu, o deney farelerine tavşanlarına ne basınçlar uyguluyor ne neşterler sokuyoruz. Her denize dalışımda, her uçaktan inişimde veganlığımı yeniden tasdik ediyorum.
Etiketler: kültür sanat