29/04/2015 | Yazar: Hakan Özkan

Fotoğrafçı Desislava Şenay Martinova: Sokağa çıkıp ‘Bugün otobüs şoförüne şunu, okuldaki hocama da bunu, yarın ise öğrencilerime şunu kanıtlayacağım’ diye hareket etmedim hiç.

‘’Ben Kübist olucam’ dediğimde ‘sen git önce odanı topla’ demişti annem’ Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Sosyal belgesel projeler çeken ve fotoğraflarında kimi zaman kişisel geçmişini de ortaya koyan Desislava Şenay Martinova, 1987 Bulgaristan doğumlu bir fotoğrafçı.
 
Şenay, Aydın Doğan İletişim Lisesi Gazetecilik Bölümü mezunu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi almış. Çeşitli kurumlar için haber ve fotoğraflar üreten Şenay, hâlâ İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor.
 
Şu aralar ne tarz projeler üzerinde çalışıyorsun?


 
Yaptığım çoğu şey uzun zaman aldığı için birçok şeyi bir arada yürütmeye çalışıyorum, birbirine zaten çok da uzak olmayan konular var kafamda, dertler, yerler, mecralar, şu an daha çok, biriktirdiklerimi ortaya çıkarma dönemindeyim aslında. Bunu yapmalıyım ki başıma yeni işler açabileyim!
 
Projelerini konuşmaya Candy Club’dan başlamak istiyorum. Fotoğraflara baktığımda; tam da toplumsal cinsiyet rollerinin yıkımına, eğlence dünyasına, cinsel yönelimler ve cinsiyet kimliklerine fazlasıyla değinen fotoğraflar görüyorum. Çekim sürecinden ve projeye dair anlatmak istediklerinden bahseder misin?


 
Candy Club, bir ütopya kulübü benim için. İstanbul’un çeşitli yerlerinde, çeşitli kimselerin hayatlarına ve dahası değişimlerine tanıklık ediyor, bir şekilde hayatlarımızı paylaşıyoruz. O kapılardan içeri girdiğimiz anda tüm sıfatlar yok oluyor ve mümkün olduğunca eğlence var, görünürde en azından, illüzyon da olsa, başta beni çeken buydu. Lisans ikinci sınıfta iken belgesel fotoğraf dersi için çok da ümitli olmayarak başladığım ve hâlâ devam ettiğim bir öğrenme süreci aslında bu. Yirmi yaşında iken ailelerin korktukları, çekindikleri, muhtemelen oralarda olmamızdan endişe edecekleri yerlere ben fotoğraf makinem sayesinde bir şekilde kabul edilmiş ve birçok adımı böylelikle geçmiştim. Sonra birçoğu hâlihazırda arkadaşım olan trans arkadaşlarla daha yakın olduk, dahası etrafımızdaki korkunun o kapıların ardında nasıl yok olduğunu gördük...
 
Böyle uzun soluklu işlerde fotoğrafçıların kendilerini duruma kaptırmaları ya da zaten içinde bulundukları durumun kırılganlığı nedeniyle çok hassas davranıp fotoğrafın aciliyetini ya da sanat izleyicisini çok da umursamamaları en azından benim için çok normal, çünkü sanırım bir metot oyuncusu gibiyim bu gibi konularda, duruma uygun bir dil oluşturmak, doğru cümleler kurmak, birilerinin siparişi değil, kendi hissettiklerimi ortaya koymanın peşinde oluyorum genellikle.
 
Candy Club’da çektiğin fotoğraflara baktığımızda kimliksiz portreler görüyoruz. Fotoğraf , varoluşu bize daha net yansıttığından “kimliksiz” portreleri nasıl kullanabiliriz? Çünkü biliyoruz sanat, manipülasyonla, oto-sansürle toplumsal cinsiyet rollerini desteklemiştir. Senin bu konudaki düşüncen nedir?


 
Fotoğrafta ya da hangi aracı kullanıyorsak anlatmak için, neyi nasıl kullanacağımız sadece kendi tasarrufumuzda. Kimliksizlik bir anlamda kimlik de aslında. Birbirimize sıfatlar yakıştırmadan, değiştirmeye ya da kalıplarla ayrıştırmaya çalışmadan devam edebilmek tek derdim. Fotoğraf bunun sadece bir yolu. Onlarca yol var, peşinde heba olduklarımız sanat tarihinin umurunda ya da değil, bilemeyiz, bilmemek benim için daha hayırlı, sanatçı olmak da karar verilecek bir şey değil çünkü, ortaokuldayken “Ben Kübist olucam” dediğimde, “Sen git önce odanı topla” demişti meselâ annem. 
 
Sanat algısı tarihsel süreçte erkeklik, heteroseksizm, burjuvazi ile kendini var etti. Bununla beraber nelerin sanat kabul edileceği ve kimlerin bunun dışında kalacağı yargılanabiliyor. Sen çalışmalarını nasıl tanımlıyorsun? Genel sanat algısına ne gibi müdahalelerin söz konusu?
 
Kimin için, kim tarafından? Sokağa çıkıp “Bugün otobüs şoförüne şunu, okuldaki hocama da bunu, yarın ise öğrencilerime şunu kanıtlayacağım” diye hareket etmedim hiç. Ama bir şeyler oldu. Bir şekilde birileri ile oturup projelendiremediğim, canları istemezse kimsenin de sanat diyemeyeceği şeyler bir şekilde ifade edildi. Ama fotoğrafla, ama sözle, bir şekilde yerine ulaşması önemli… Baskılar ve şemalar hep vardı, varlar, olacaklar da ki umarım hızla yiterler, bunun için karşısında mı durup hiçbir şey yapmadan sürekli itiraz mı edeceğiz, yoksa onlarca samimi ve başarılı örnekteki gibi kuralları çok da yazılı olmayan, içten gelen, çiğnenmemiş patikalar mı açacağız...
 
Düşünsene nehir akıyor ve ayağımız kaydı, hop içindeyiz, kıyıdayken az çok hesap yaptık ama bir şekilde tahmin ettiğimizden de hızlı akıyor, baraj kapakları da açılıveriyor birden, boğulmak da üzereyiz yetmezmiş gibi, hesaplanacak meğer ne çok bilmediğimiz ihtimal varmış, oysa çok da kimsenin cesaret edemeyeceği bir nehirdeyiz, alabildiğine güzel bir yerde, hep atlamak isterdik hani... Nereye varmak istiyoruz ve bunu yaparken birlikte ne kadar eğleniyoruz, öğreniyoruz, meselem bu. Zira, “Kimler ne diyecek, nasıl gidiyorum, beş yıllık plânımın neresindeyim?” diye çırpınmaya başlarsam, o an boğulurum! Bir lâf vardır: Rüzgârı sen tayin etmiyorsun ama gemiyi sen yürütmek zorundasın. 

 
Biraz da sanat ve politika konuşmak istiyorum. Sanatın ne kadarı politiktir? Hangi açılardan politiktir? Kendi çalışmalarına bu politik duruşu yansıtıyor musun?


 
Bu konuda kurulmuş onlarca cümle, gidilmiş yıllarca yol var, olsa iyi olur, yapanlar ki onlar ne yüce kimselerdir, kişisel çabam elbette bu yönde, görüyorsun işte, sürekli rahatsız ediyoruz birilerini, bir şekilde, hep şikâyetçiler, mümkün olduğunca saldırılar, engeller... Hâl böyle iken üzgünüm ki taraf seçmek zorundayız, ne yazık ki birilerine kötü şeyler yapmak istediğimiz vakitler giderek artıyor. Bunu en etkili, zekice, karşıdakinin saldırısını kendi gücün olarak nasıl kullanırızı yakın tarihimizde çok da güzel biçimde gördüğümüze inanıyorum. Kitapların yazmasına da gerek olmadan üstelik. Günlük hayatta karşımıza çıkan, herkesin anlayabileceği biçimde. Hem politikacılar sözde sanat yaparken, sanatçılar politika yapmış, işsizler politika yapmış, değer verilmeyenler politika yapmış, nedir, keşke...
 
Şimdi de Alev Ateş projenden bahsedelim. Bildiğim kadarıyla uzun bi süreçte ortaya çıktı. Kimdir Alev Ateş? Fotoğrafları çektiğin süreci anlatır mısın?


 
Alev, özetle, bir gün Tarlabaşı’ndan eve giderken karşılaştığım ve kısa zamanda rüyalarımın, çoğu kez de kâbuslarımın kadını olan eski bir şarkıcı. Aynı muhitte, pavyonlarda çalışmış, yaşı itibariyle artık her ne iş yapabiliyorsa yapmaya çalışan, geceleri saatlerce ilâç ve yemek parası için sokaklarda dolaşan biri, idi. O çok sorgulanan, fotoğrafçının/gazetecinin olaya müdahale etmesi mi, fotoğraf çekmesi mi durumunu öyle sağlam biçimde yaşadım ki! Fotoğraflar çekiyordum fakat kısa sürede Alev’e bir yer de bulunması gerekiyordu, üstelik onun isteği ile benim çektiğim fotoğraflar Alev’in hiçbir işine yaramayacaktı belki de, derken ben o sıralarda yıkılmakta olan muhitte herkesle her şeyi konuşur hâle geldim, fotoğraflardan ve dolayısı ile benden de haberdar ve de elbette rahatsız olan birileri de oldu, Alev’le, olmadık yerlerde, kâğıtlar ve tutanaklar ve raporlarla sürüklendik, ve bir gün, bir baktık ki çok daha önce kendisini reddeden Darülaceze, bu kez kendisini kabul etti.
 
Alev’le nasıl bir iletişim içersindeydin ve bunun ortaya çıkan fotoğraflara nasıl etkileri oldu?


 
Alev’le karşılaştığımız günden beri inanılmaz bir ilişki var aramızda, sanki benim gidecek başka yerim yokmuş gibi, çekilecek fotoğraflarım yokmuş gibi evin önünde oturup çekirdek yiyip pet şişeden rakı içtiğimiz, pazarlık için gelenlerle küfürleştiğimiz ya da elektriği, suyu olmayan, yıkılmak üzere olan çöp evinde bana şarkı söyleyip eve giren müşterilerini kovduğu çok zaman oldu. Fotoğraf konusunda da bunların etkisi elbette olmuştur belki bir başka fotoğrafçı orda olsa nasıl da daha iyi fotoğraflar çekebilecekmiştir, bilmem ki...

 
Son olarak bize neler yapmak istediğinden bahseder misin?


 
Karşılaştığım hikâyeleri anlatmayı seviyorum, bir şekilde yolda olmayı da, fotoğraf kullanmayı bildiğim araçlardan, konuşmak gibi, yazmak gibi, resim gibi ama toplamı gibi de... Şu sıralar bu konuların ve kendimin de üzerine gidip, sabitlikle ilişkimi iyice koparıp meşhur yolda olma ve yeni birilerini tanıma ve hikâyelerini kendimce anlatma meselesini nasıl daha genele yayarım, bunun derdindeyim. Öyle çok da alkışlandığı gibi bir sırt çantası ve bir Facebook hesabı ile olmuyor çünkü, maalesef, gezelim görelim ve bakalım teyzelerimiz bugün bizim için neler pişirecekler’den biraz daha fazla dert var çünkü etrafta. Ve umarım bu uğurda ikna edilecek, biraz daha uzun süre hayatta kalmamızı sağlayacak katalizörlere de ulaşabilirim.  

Etiketler: kültür sanat
İstihdam