07/01/2011 | Yazar: KAOS GL

Macaristan Başbakanı Viktor Orban, 1 Ocak’ta AB’nin dönem başkanlığını devraldığında, bütün taraflar gereksiz telaş yapılmaması gerektiği konusunda hemfikirdi.

Macaristan Başbakanı Viktor Orban, 1 Ocak’ta AB’nin dönem başkanlığını devraldığında, bütün taraflar gereksiz telaş yapılmaması gerektiği konusunda hemfikirdi. AB teknokratları, Brüksel’in perde arkasında Avrupa’yı yönetmesine imkân verdiği sürece Orban’ın uluslararası sahnede büyük adamı oynamasına göz yumacaktı. Brüksel de bunun karşılığında Orban’ın sağcı Fidesz Partisi’ne, Macaristan’ı nasıl yönettiğine karışmayacağına dair teminat verdi.
İki taraf da Macaristan’ın dört başı mamur bir demokrasi olduğu numarası yapmayı ve Avrupa sınırları içinde büyüyen bu çirkin küçük devleti tartışmamayı sürdürecek. Avrupa’nın muktedirlerinin sessizliği de Fidesz’e gayet güzel uyacak. Yozlaşmış ve beceriksiz Macar solu karşısında ezici bir zafer kazandığından bu yana Fidesz, Macaristan’ı (faşist, hatta neo-faşist bir ülke demeyeceğim) vahim bir ülkeye dönüştürüyor. Orban’ın vatanseverlerinin Tuna Nehri kıyısında inşa ettiği ‘yeni toplum’dan pis kokular geliyor. 

Basına sansür şoku
O kokunun bir kısmı Fidesz’in propagandasında mevcut. Yaptığı ilk işlerden biri, kamu binalarına manifestosundan bir bölüm asılması talimatıydı. Vatandaşlar şu konuda bilgilendiriliyordu: “2010 baharında Macar ulusu bir kez daha gücünü birleştirdi ve seçim sandığında başarılı bir devrim gerçekleştirdi.” Macarlar bundan sevinç duymalıydı, zira Fidesz Macaristan’ı ‘çalışma, vatan, aile, sağlık ve düzen’ temelinde parlak bir geleceğe taşıyacaktı.
Bunun ardından Fidesz, özel emekliliklerin kontrolünü ele geçirdi, hâkimiyetini frenleyebilecek yüksek mahkemenin yetkilerini budadı ve yayıncılara ‘insan haysiyetini zedelemek’ gibi muğlak biçimde ifade edilen suçlardan dolayı büyük para cezaları verebilen bir medya konseyi kurdu. Konseyi haliyle partililerle doldurdu; Macar gazeteleri ve dergileri bir süredir resmi sansürü protesto etmek için boş sayfalarla yayımlanıyor.
Budapeşte’deki Ulusal Tiyatro’nun direktörü Robert Alföldi, ‘çalışma, vatan, aile, sağlık ve düzen’ üzerine inşa edilen bir Macaristan’ın ürettiği nefreti ilk elden tecrübe etti. Noel’den önce Yahudilere ve Romanlara yönelik tavrıyla dört dörtlük bir neo-faşist parti olduğunu gösteren Jobbik’e üye göstericiler, görevden alınması için yürüyüş yaptı. Alföldi’nin ‘bir eşcinsel, bir sapık ve bir Yahudi’ olduğunu ve bu göreve uygun olmadığını haykırıyorlardı.
İlginç olan, Alföldi’nin suçunun tam olarak ne olduğunu söyleyemiyorlardı. Aşırı sağın cinsel ‘bozukluk’ suçlamasına dair bulabildiği tek kanıt, Alföldi’nin kendi yorumuyla sahnelediği Aristofanes’in Lysistrata oyununun bir posteriydi; posterde oyunun cinsel temasına uygun olarak bir penis tasvir ediliyordu. 

Sadece Merkel tepki gösterdi
Bu ufak ayrıntıların önemi yok aslında, çünkü Jobbik, Mayıs 2010 seçimlerinde oyların yüzde 17’sini almasından sonra ciddiye alınması gereken bir güç haline geldi. Orban’ın Fidesz’iyse, onun taleplerine kulak vermeye hazır.
Budapeşte’deki prodüksiyon şirketi PanoDrama’dan Anna Lengyel’le konuştuğumuzda, alaycı siyasetçilerin parlamentoda Alföldi’den ‘Roberta’ diye söz ettiğini anlatıyor (Robert/Roberta, o bir eşcinsel, çaktınız değil mi?) ve Fidesz’in kısa süre sonra onu görevi bırakmaya zorlayacağını tahmin ediyor. Macaristan’ın sağcı bir diktatörlük olduğunu söylemek konusunda temkinli, fakat AB’nin bağımsız sanatçılara, yargıçlara ve gazetecilere yönelik tehditleri görmezden gelmesini hayretle izliyor.
Dürüst olmak gerekirse, bütün Avrupalılar dillerini tutuyor değil. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hükümeti demokratik görevini yaptı ve protesto etti. Fakat AB’nin en büyük isteğinin görünüşü kurtarmak ve tatsız sürtüşmelerden kaçınmak olduğu gün gibi ortada. 

Beyaz Rusya da dertli
‘Aşırı sağ’ın, Avrupa’nın çeperinde at koşturan karanlık güçleri anlamakta bize yardımcı olacak bir niteleme olup olmadığından emin değilim. Macaristan’da bağlantıda olduğum insanlar, karanlık bir gelecek tasavvurunda bulunduklarında sağcı bir diktatörlükten değil, Beyaz Rusya Devlet Başkanı Aleksander Lukaşenko’nun, hâlâ sosyalizmin dilini konuşan ve resmi solcu olan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’le ittifak kuran komünizm sonrası, Beyaz Rusya’sından dem vurmuş oluyorlar.
Bu noktada ismin ne önemi var? Solcu Beyaz Rusya, basın özgürlüğüne, en az sağcı Macaristan ve Chavez’in Venezüella’sı kadar kuvvetle saldırıyor. Macaristan’da sağcılar Ulusal Tiyatro’nun direktörüne yükleniyor. Beyaz Rusya’daki eski Sovyet soluysa, Beyaz Rusya Özgür Tiyatrosu’na saldırıyor; ki Özgür Tiyatro’nun 2010’da Londra’da seyrettiğim aktörleri, 2011’de gizli polisten kaçıyor olacaklarının farkında değildi.
Bu bulanık ortamda soldan ve sağdan söz etmek, aslında dikkat çarpıtmaktan başka bir şey değil. Fakat Avrupa’da demokratik ve otoriter güçler var. Otoriterler her yerde aynı şeyleri söylüyor, zira ulusu ve düzeni kutsuyor ve demokratik yönetimi sahtekârlık olarak lanetliyorlar. Batı kapitalizmi için felaket olan bankacılık krizi ve euro bölgesinin krizle başa çıkmaktaki başarısızlığıyla yara alan demokratlarsa, her yerde geri çekiliyor. Ekonomik temelleri sarsılırken AB’nin liberal siyasi değerleri vurgulaması ve nerede olursa olsun otoriter rejimlerin üzerine gitmesi gerek.
2011 başlarken Macaristan’ın ortaya koyduğu uğursuz örnekse, halihazırda AB’nin kolay yoldan kaytarmayı ilkeli duruşa tercih ettiğini gösteriyor. Görünen o ki, bizi pek de iyi bir yıl beklemiyor.
(2 Ocak 2011)

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret