06/03/2018 | Yazar: Ali Özbaş

Birçok eşcinsel kendi açılma sürecinde “ilk aşk”ının etkilerini yaşamaz mı? Bu ilk aşk açılma sürecinin çabuk atlatılmasına yarayabileceği gibi kişiyi sancılı bir sürece de sokabilir.

Maurice "Bana Alec diyorsun ama" Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Birçok eşcinsel kendi açılma sürecinde “ilk aşk”ının etkilerini yaşamaz mı? Bu ilk aşk açılma sürecinin çabuk atlatılmasına yarayabileceği gibi kişiyi sancılı bir sürece de sokabilir.

Uzun yıllar önce Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) film gösterimi de yapardı. O yıllarda “filmin iyisini de kötüsünü de izleyerek, neden iyi, neden kötü olduğunu ben değerlendirmeliyim” der, o sinema senin, bu sinema benim, gösterime giren tüm filmleri izlemeye çalışırdım. Sinemanın salonundan fragmanlara kadar her şeyi izlemeye bayılırdım. Sinema fuayesindeki film tanıtıcı kartpostalları, afişleri en ince noktasına kadar incelerdim. Kimi filmlerden alınamayan tatları bunlardan alırdım. İşte AST’ta gösterilen filmlere gittiğim sıralarda, uzunca bir dönem bir filmin kartpostallarına bakıp, sabırsızlıkla bekledim o filmi, ancak 1997 yılında izleyebildim, o da videoda. Çünkü Türkiye’de hiç vizyona giremedi. Sadece İstanbul Film Festivali’nde şanslı bir izleyici kitlesi izleyebilmişti o yıllarda. Neyse ki zamanla şifreli, şifresiz bolca özel tv kanalı açıldı da sinema filmleri evimize taşınmaya başladı. Tabii ki çoğu filmi katlederek sunuyorlar izleyiciye. Sinemada film izlemenin tadını bulamamak teknik bir olay, onu geçiyorum. Filmin reklamlarla parçalanmasını da, tv kanalları ticaridir, para kazanmaları lazım -da bunun da bir sınırı olmalıyı bir kenara bırakarak- ne yapalım diyorum. Ne var ki gecenin bir vakti -iyi filmlerin yüzde 99’u çok geç yayınlanıyor- yayınladıkları filmi, üstelik filmde anlamsal kaymalara neden olacak şekilde kesmeleri, dublaj sırasında filmin orijinal müzik ve efektlerini kafalarına göre montajlamaları seyircilerine, filmi meydana getirenlere büyük bir saygısızlık. Bu konu başlı başlına bir yazı konusu. Ancak Cine5’den kaydedilmiş olarak izlediğim “Maurice”i burada yazarken bunlara değinmeden geçemedim. Çünkü filmi izlemeye hazırlanırken, yıllarca izlettirilmemiş olan bu filmin nasıl bir haliyle karşılaşacağımı bilmiyor ve çekiniyordum. Dublajından kesintisiz yayınlanmasına kadar filme gösterilen değer beni memnun etti.

E. M. Forster’ın öz yaşamsal izler taşıyan romanı onun ölümünden sonra yayınlanmış. Türkiye’de de İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan bu romandan bahsetmeyeceğim. Ben, James Ivory’nin filmini değerlendireceğim. Ivory özellikle geçtiğimiz yüzyıl ile bu yüzyıl başlarında geçen öyküler aktarmayı seven bir yönetmen. Ön planda ikili ilişkileri anlatırken, dönemi, dönemin olaylarını filmlerine ustalıkla yerleştirir. Ivory, “İngiliz olma”yı çok iyi bilmekte, dolayısıyla filmlerindeki kişilerin tepkileri bir karaktere yüklenmiş iyi kişi/kötü kişi rolleri değil, iyi İngiliz/kötü İngiliz vatandaşlarıdır.

Film bir grup çocuğun deniz kıyısına doğru yürüyüşleri ile başlar. Öğretmenleri Hall’ı yanına çağırır. Amacı, babası ölmüş olan ve evde onunla konuşacak bir erkek olmadığı için -bahçıvan, uşak gibi alt sınıftakiler hariç, bir beyefendi bulunmadığından- Hall’a bazı şeyleri anlatmaktır. Bu şeyler, cinsellikle ilgili, öğrenilmesi gerekli (öğrenilmesi zorunlu) şeylerdir. Yalnız bunlar “kutsal”, “yaratılmaya yönelik” şeyler olacaktır. Cinsellik gizli, kadın ve erkek arasında yaşanılan bir şeydir. Hall ergenliğe girmek üzeredir. Öğretmenin Hall’a anlattıkları hem o dönemde cinselliğe bakışı gösterir, hem de heteroseksüelliğin tek ve var olması gerektiği fikrinin insanların kafasında nasıl yer ettiğini. Öğretmen gayet sıradan “ileride eminim, sen de evleneceksin” der. Başka türlü ilişkiden vazgeçin, evlenmemek bile düşünülmemektedir. “Aileye sahip olmak, hayattaki en büyük zaferdir” der, Hall’ın “sanırım, ben evlenmeyeceğim” demesine güler, geçer. Cinsellikle ilgili, kumsala çizdiği anatomik çizimleri unutarak oradan uzaklaşırlar. Oraya doğru gelmekte olan bir aile küçük kızlarını “aman tanrım”larla oradan uzaklaştırır. Filmin bu ilk sahnesi gerçekten çok önemlidir. İlk olarak filmin cinsellikle ilgili olduğu mesajını verir. Bunun heteroseksist zihniyetle anlatılandan farklı olduğu duyumsatılır. Son olarak da insanların cinsellikle ilgili korkularını ve cinselliğe bakışlarını gösterir. Bundan sonrası için temel bilgilerdir bunlar. Çünkü gelişen olayların büyük bir kısmı bizleri bile hayrete düşürebilecek kadar “geçmişte kalmış olaylar”dır.

Film Hall’ın, yani Maurice’in Cambridge’deki ikinci yılından devam eder. Yıl, 1909’dur. Bir profesörün odasında 3-5 öğrenci toplanmış, tartışmaktadırlar. Filmin tümü gibi, bu odada geçen sahne de çok önemlidir. Buradaki konuşmalarda da İngiliz aristokrasisini tanırız. Sivri çıkışlar, genel kabul gören şeylerin dışındaki fikirlerin dile getirilmesi bile diğerleri tarafından saygısızlık olarak algılanmaktadır. Üstelik bu yorum Maurice tarafından, yaşamının akışında önemli bir rol oynayacak olan birine, Risley’e karşı yapılır: “Bence bir adamın böyle fikirleri varsa, kendine saklama nezaketi göstermeli”.

Risley bir kulüp üyesidir. Hiçbir zaman söz edilmese de bu kulüp üyelerinin eşcinseller olması muhtemeldir.

Bu yıllar, eşcinselliğin kanunlarla yasaklandığı yıllardır. Aristokratlar arasında böylesi kulüpler sayesinde yaşanabilmesi şaşırtıcı değil. Ancak “kanun dışı” olan, sapıklık olarak kabul edilen bir ilişkiyi seçmek hiç de kolay değildir.

Risley’in oda arkadaşı Clive ile Maurice’in tanışması sonrasında Clive ve Maurice arasında sıkı bir dostluk oluşur. Bu dostluk tutkulu bir aşka dönüşür. Ancak asla tenselliğe dönüşmemeli, platonik kalmalıdır. Yoksa “kutsal” olan kirletilecektir. Aslında Maurice’tir ilişkiyi kitleyen kişi. Çünkü duygusal ve düşünsel olarak yaşadığı fırtınalar, olması gerekenden farklıdır. Clive ile yaşadıkları yoğun temaslar sonrası Clive aşkını itiraf edecek, Maurice onu tersleyecektir. İşte tam da bu noktada Maurice’in gelişmesi başlar; Clive’inse durması/ketlenmesi. Maurice, Clive’e olumlu yanıt verseydi büyük olasılıkla ikisi cinselliği de barındıran bir aşk yaşayacaklar, sonunda ikisi de birer kadınla evlenecek ama kaçamaklar yapacaklardı. Ancak “kanun dışı” olan, sapıklık olarak kabul edilen bir ilişkiyi seçmek hiç de kolay değildir. Hele her türlü konuda nasıl davranılacağının belirlendiği, öğretildiği İngiliz aristokrasisine ait insanlar için bu daha da sorunludur. Günümüzde de birçok eşcinsel kendi coming-out sürecinde “ilk aşk”ının etkilerini yaşamaz mı? Bu ilk aşk coming-out sürecinin çabuk atlatılmasına yarayabileceği gibi kişiyi sorunlu/sancılı bir sürece de sokabilir.

İlk zamanlarda Maurice kendi sınıfının tüm özelliklerine sıkı sıkıya bağlı biridir. Clive ise en azından “dinsiz” oluşuyla sınıfında olmaması gereken bir şeye sahiptir. Ama sistem içinde yer edinebilmek kendine ihanet etmeyi ister. Nitekim bir gün okulun yemek duasının Clive tarafından yaptırılması Clive’in kendi dinsizliğine ihanetidir.

Bir süre sonra Maurice Clive’e olan aşkını itiraf ettiğinde “platonik aşkları” başlar. Erkekler arası aşkın sadece platonik olması “güzel”dir. Cinselliğe döküldüğünde kişileri “alçaltan” bir aşk olacaktır.

Maurice ve Clive’in okulu asmaları ile Maurice’in hayatında yeni bir dönem başlar. Maurice sınıfının -bir centilmenin- yapmaması gereken şeyleri yapmaya başlayacaktır. Okuldan uzaklaştırılır -gerekçe dersi asmaktır-, özür dileyen bir mektup karşılığı geri dönebilecektir. Bunu reddeder. Bu reddediş, onun için ileri bir adımdır.

Hall ve Durham aileleri dost olurlar. Karşılıklı ziyaretler başlar. Durhamlerin evi Maurice’in hayatındaki dönüm noktalarının yaşanacağı yerdir. Platonik aşkını burada yaşar, cinselliği burada tadacak, en büyük kararını buraya gelerek gerçekleştirecektir.

Okulu bırakan Hall, borsa simsarı olarak çalışmaya başlar. Bıyık bırakmış, iş hayatına atılmıştır. İş hayatında ilerlemektedir. Bıyık önemlidir, cinselliği örtme göstergesidir. Bu örtüş hem dışa karşı hem de kendi uyanan duygularına karşıdır. Yasak bir cinselliği yaşayıp, hayatını zora sokmaktansa duygularını “uyutmak” gerekir; bu bırakılan bıyıkta  dışa vurulur. Clive’in Londra’da bir evi vardır artık. Politikayla ilgilenmektedir. Geceleri dostlarıyla yemeklere, danslara gitmektedirler. Bir gece yemekten döndüklerinde Clive’in kol düğmelerini çıkaran Maurice Clive’in avucuna bırakır düğmeleri; sonrasında sarılmak istemektedir. Clive, avucunu sıkı sıkı kapar ve odasına çekilir. Başta açık olan el yakın çekimdedir. Filmde 3 kez kullanılan yakın çekim el Maurice ve Clive’in ilişkisinin kesin hatlarını belirler. İlk kez okulda, odada Maurice’in elini görürüz ekranda; Clive’in boynunda ve yüzünde dolaşırken. Clive’in açılmasını sağlayacak, ama Maurice’in karşı çıkmasıyla sona erecek dönemi gösterir. İkincisinde okulu astıkları gün birbirine uzanan iki eli görürüz. Platonik aşkın yaşanacağı dönemdir bu. Kol düğmeleriyle kapanan avuç gösterildiğinde ise bir ilişki bitmiş/kapanmıştır.

Okul döneminde Clive’in oda arkadaşı olan Risley, bir birahanede genç birini ayarlar. Dışarı çıkarlar. Risley bu kişiye sarılmak ve öpmek ister. Tedirgin davranışlarda bulunan delikanlı, aslında polislere yakalatmak niyetindedir Risley’i. Nitekim oraya gelen polisler Risley’i kelepçeleyerek arabaya bindirirler.

1900’lerin başında geçen bu olay, günümüzde sivil polislerin, çapulcu serserilerin eşcinseller üzerinde estirdikleri terörden farksızdır. Yani bazı şeyler hiçbir zaman değişmiyor. Eşcinsellik kanunlarda suç olmaktan çıksa da eşcinsellere suçlu gözüyle bakılması değişmiyor.

Bu olay, Clive’in artık asla dönüşü olmayan geri adımı atmasına neden olacaktır. Maurice için de korkutucu bir durum olan bu olay, özellikle politikaya atılmayı düşünen Clive için tam bir tehdit oluşturacaktır.

Mahkemede hâkim, bir beyefendinin kendisinden aşağı bir sınıfı bu yolla “aşağılamasının” kötülüğünü belirtip, üstelik de politik bir geleceği olan (parlamentoda sekreterdir Risley), “okumuş” birinin bu tür/eşcinsel davranışlarda bulunmasını kınar; büyük cezalar vermesi gerektiğini, ama Risley’in konumu dolayısıyla sadece 6 ay hapis ve ağır çalışma cezasını vereceğini belirtir. “Bu utanç size ömür boyu yeter!” diyerek son noktayı da koyar.

Hâkim, sadece Risley’i değil, eşcinselliği aşağılamaktadır. Risley, okumuş ve soylu sınıftandır, böylesi (eşcinsel) davranışlar onu ömür boyu utanç içine sokacaktır. Risley’in hayatı zehir olmalıdır, bunun için de hâkim elinden geleni yapmıştır.

Başta belirttiğim gibi, Cambridge’de Risley’in de içinde olduğu kulüp büyük olasılıkla eşcinsellerin olduğu bir kulüptür. Soylular kendi aralarında “kulüp”lerle bunu yapabilmektedirler. Ancak kendinden alt bir sınıfla eşcinsel bir ilişkiye girmek sınıfına ihanettir. Dolayısıyla cezasız kalmayacaktır.

Bu olay Clive’in düşünsel ve ruhsal fırtınalarla boğuşmasına neden olur, güçsüz kalır ve hastalanır. Artık eşcinselliğini tamamıyla yok saymalıdır.

1912 yılında, “bir zevk ülkesi” olan Yunanistan’a giden Clive oradan döndüğünde kararını vermiştir. “Evlenecektir”, “doğal olanı seçmiş”tir. Bu noktada evleneceği kız olarak ilk tercihi, Maurice’in kızkardeşi Eda olacaktır. Eda, Maurice’e konuşması ve yüzüyle benzemektedir. Yani Eda=Maurice’in kadın cinsiyeti. Hem sevdiği “adam”la birlikte olmuş, hem de bir kadın olduğu için doğal olanı seçmiş olacaktır. Bilirsiniz, heteroseksüel birine âşık olan biri genelde “kadın olsaydın seni kaçırmazdım” cevabını alır. İşte sorun buradadır; sevilen kişinin cinsiyeti!

1913 yılında “tip”ler değişmiştir. Maurice bıyığını kesmiş, Clive bıyık bırakmıştır.

Maurice hafta sonlarını liman işçilerinin takıldığı bir boks salonunda geçirmektedir. Clive’la olan aşklarının imkânsızlığını anladığı büyük bir kavga sonrası Maurice’in cinselliğinin dışa karşı açıldığını görürüz. Boks salonunun soyunma odasında Maurice’i soyunurken gösterir kamera. Filmin ilk çıplak sahnesidir bu. Duşlardaki genç işçiler çırılçıplaktır. Duştaki işçilerin doğallığı, birbirleriyle utanmadan, birbirlerinden çekinmeden şakalaşmaları karşısında hayatı kendine zehir eden bir sınıf vardır. Maurice bunlara bakar. Ve kısa bir süre sonra yeniden bakar. Artık bir erkeğe âşık olmadan, erkek vücuduna duyduğu isteği fark etmiştir. Ancak önünde zorlu bir süreç vardır.

Yönetmen bu sürecin başlangıcını oldukça vurucu bir sahneyle dile getirir. Bir tren kompartımanında yaşlı bir adam Maurice’i okşamaya başlar. Nasıl bir tepki vereceğini bilemez önce Maurice. Ardından kalkıp gitmeye çalışır. Sonra da adama saldırır, dövmek ister. Kompartımanın dışından ve sadece müzikle verilen bu sahne ile Maurice’in kendi iç fırtınalarını da görmemizi sağlar.

Adamın okşamasına karşı verdiği ilk şaşkınlık; Clive ile okulda yaşadığı ilk deneyimdir. Kalkıp gitmeye çalışması “bıyık” bıraktığı, sadece Clive’e âşık olduğu, eşcinselliğinin Clive’e olan “platonik” aşktan ibaret olduğu dönem. Adama saldırdığı bölüm ise kendi eşcinselliğiyle-dayatılan heteroseksüellikle boğuştuğu dönem.

Artık eşcinselliğiyle yüzleşme zamanıdır. Belki Clive’le birlikte olmak için “adının önemsiz olması”, “kanun kaçağı olmak” bir aşka karşı yapılan fedakârlıktan ibarettir. Oysa kendi cinselliği için, bu cinselliği yaşamak için ne derece fedakârlık (elbette ki toplumsal nimetlerden fedakârlık) yapabilecektir?

Aile doktorlarına gider. Sorununu açmak için seçtiği sözcüklerde eşcinselliği kullanmaz bile. Seçtiği sözcükler “Lord Risley gibiyim”, “bende Oscar Wilde hastalığı var” olur. Doktor şiddetle karşı çıkar. “Saçma” der, “sen iyi ve dürüst birisin”. İyi ve dürüst biri olmak eşcinsellikten koruyamamıştır Maurice’i ne yazık ki!.

Clive evlenir. Politikaya atılmış, hızla yükselmektedir. Maurice sık sık Clive’in evine gidip orada kalmaktadır. Ancak Maurice’in orada olduğu dönemlerde genellikle Clive gezide olmaktadır. Maurice oraya Clive’ı görmek ya da onunla olabilmek için değil, bir şekilde “sığınak” olarak gördüğü bir yerde dinlenmek için gitmektedir.

Clive’ın eşi ile konuşmalarında Maurice’in yaşam, zenginlik ve fakirlik hakkındaki görüşlerini öğreniriz. “Katı” biridir. Sınıfının görüşlerini benimsemiştir. Fakirlerin durumunun sanıldığı kadar kötü olmadığını savunur. “İnsanlar düştükleri çukurda biraz debelendikten sonra bu çukura alışır” der. Bu söz fakirler için söylenmiş olsa da bir anlamda da kendi eşcinselliğine alışmasını belirtmiştir.

Clive’lerin uşaklarından Scudder, kısa görüntülerle filmde görülür. Maurice’in hayatını değiştirecek bu genci tanımaya başlarız. Tam da Maurice’in bunalımlarını yazdığı bir sahnenin ardından dışarıda dolaşan, Maurice’i pencerede iken neşeyle izleyen biridir.

Clive’ın karısı Maurice’in bir kadına âşık olduğunu düşünmektedir. Bunu Clive’e söylediğinde Clive’in abartılı sevincini görürüz. Bu sevincin ardında bir aşığı kaybetmenin acısı vardır.

Maurice bir psikologdan randevu alır. Kendisi dışında eşcinselliğini itiraf edeceği ilk kişi bu doktor olacaktır. Ancak yönetmen bu itirafa getirir ve sahneyi keser. Bu itirafı sözcükle değil, bundan sonra yaşanacaklarla vermeyi tercih eder. Böylece birçok filmde ima ve sözcüklerden ibaret olan eşcinsellik, burada filmin tümünde yaşanır ve gösterilir.

Bundan sonra Scudder’ı daha sık görmeye başlarız. Scudder Maurice’i fark etmiştir. Bu fark ediş eşcinselliğini fark ediş değildir, çünkü Maurice’in olsun, Clive’in olsun eşcinsellikleri hizmetçisinden kâhyasına kadar herkes tarafından bilinmektedir. Bu fark ediş sevilebilecek/âşık olunacak birini fark ediştir.

Psikologla görüşmesinin ardından Clive’ın evine dönen Maurice, hemen hemen kimsenin olmadığı o gece odasına çekilir. Scudder da dışarıdadır. Maurice kâbuslar görür. Bunalmaktadır. Pencerenin önüne çıkar. Çatıyı onarmak üzere oraya konulmuş olan merdiveni kavrar ve sallar. Bir insanın haykırışıdır bu. Sesiyle değil, tüm gücüyle. Duvara vurulan bir yumruk, eşyaları fırlatmak... Gibi... “S.O.S. çıldırıyorum”.

Bu çağrıyı Scudder duyacak ve gelecektir. Tıpkı Maurice’in Clive’ı okulda terslemesinin ardından sevdiğini itiraf etmek için Clive’in penceresinden girmesi gibi, Scudder, yani Alec de pencereden gelecektir. “Beni çağırdınız, duydum” der Alec. Bu doğrudur.

Sabaha kadar sevişirler. Yılların bastırılmış açlığıyla Maurice cinselliğini sabaha kadar yaşar. Artık geri dönüş yoktur. Eşcinsellik platoniklikten çıkmış, tenselliğe dönüşmüştür. Gerçeklerin baskısıyla karşı karşıya kalma zamanıdır. Ya öğrenilirse? Şimdi bu korkuları yaşama sırasıdır.

Nitekim sabah yapılan kriket maçında Alec’in bir arkadaşıyla konuşması, Maurice’e bakıp gülmeleri Maurice’in kaçmasına neden olur. Büyük olasılıkla “doğal” olarak yaşadığı bu olaydan bahseden Alec’in arkadaşıyla konuşması Maurice’in sandığı gibi “bir beyefendiyle yattığını” söylemesi değildir. Ancak Maurice bir şantajla karşı karşıya kalmaktan korkmaktadır. Eşcinselliğin doğal bir konuşma olabileceğini düşünememektedir.

Yeniden psikoloğa gider. Bu defa rahat değildir. Doktorun tedavisine yanıt vermemektedir. “Ben de %50 azınlığa mı düştüm” der. Burada sayılarla alay edilmektedir. Gerçekte azınlık/çoğunluğun bire bir sayıyla değil, iktidarı elinde tutanlarca belirlendiğinin dile gelmesidir bu. Doktor, “bir zamanlar sizin gibilerin idam edildiğini unutma” der. Yasaları hatırlatır. “Eğer, eşcinselliğini yaşamak istiyorsan başka bir ülkeye git” der. Bir gün İngiltere’de de eşcinselliğin suç olmaktan çıkmasının mümkün olup olmayacağını soran Maurice’e “İngilizler DOĞAL OLANA her zaman karşı çıkmıştır” diye karşılık verir.

Arjantin’e gidecek olan Alec, gitmeden önce son bir kez Maurice’le birlikte olmak ister. Bir mektup yollar. Clive’in arazisindeki kayıkhanede bekleyecektir. “Lütfen gelin” der, “sözcüklerle anlatılamayacak şeyler vardır” der, “gelemeyecekseniz bildirin” der. Ama Maurice korkularına yenik düşer ve gitmez. Alec, iki gece soğukta, uyuyamadan bekler ve bütün hayal kırıklığıyla Londra’ya, Maurice’in yanına gider.

“İlk gördüğümde, keşke benim olsa” dediği Maurice’in kendisini karşılama şekli, kendisinin beklediğinden/istediğinden farklıdır; aşağılandığını hisseder. Asla yapmayacağı şantajı yapmakla tehdit eder. Sevdiği kişiden yaşadıklarının değil, aşağılanmanın bedelini ister. Aslında sadece blöftür bu.

 “Scudder” diye hitap etmesini anlamamaktadır. “Alec’tim, Scudder mı oldum” der. “Maurice” diye hitap etmesine tepki göstermesine, seviştikleri gece “bana Maurice de” demiştin, der. Ve “bana Alec diyorsun ama” diye karşı çıkar. Eşcinsel ilişki sınıflar arası eşitsizliği kaldırır. İki eşit insan vardır, öyle de olması gerekir. Birlikte olmak isterler ama o gece Maurice’in bir iş görüşmesi vardır. Alec’in ise ertesi gün Londra’da kalması mümkün değildir. Alec bir kez daha eşit olduklarını haykırır. Biri fedakârlık yapmalıdır. O halde neden Maurice o gece iş görüşmesinden vazgeçmesin?

O gece birlikte olurlar. Maurice her şeyden vazgeçebileceğini, birlikte yaşamalarını ister. Yaşadığı aşağılanma ve hayal kırıklığını da unutmayan Alec, bunlardan Maurice’in hiç de kolay vazgeçemeyeceğini bilmektedir. Gerçekçi olmasını ister. Maurice yapamayacağı şeylerin sözünü vermemelidir.

Alec ve ailesini Arjantin’e götürecek gemiye, onu yolcu etmeye gider Maurice. Alec gelmemiştir, gelmez. Arabasına dönen Maurice’in yüzü gülüyordur. Alec kendi geleceğinden vazgeçmiştir. Sıra Maurice’tedir. Clive’ın evine gider. Terasta karşılaştığı Clive ile konuşur. Her şeyi anlatır ona. Kendisinin başaramadığı şeyi, bir başkasıyla Maurice’in başarması Clive’ı hırçınlaştırır. “Erkekler arası aşkın tek özrü ‘platonik’ olmasıdır” diyerek, yapmaya çalıştığının büyük saçmalık olduğunu söyler Maurice’e. Oysa Maurice için fırtınalar dinmiş, kendisine ve başkasına açılma dönemi bitmiştir. Artık eşcinselliği yaşama dönemidir. “Sana yaptıklarımı anlattım sadece, yapacaklarımı değil, bu seni ilgilendirmez” der ve Clive’ı kendi “yalan” yaşantısıyla bırakıp, Alec’i bulacağını bildiği kayıkhaneye gider.

Alec oradadır. Sarılırlar, öpüşürler. “Her şey bitti”.

Clive ve karısının bulunduğu eve döner kamera. İki erkeğin ateşli sarılmasının ardından, Clive ve karısının olması gereken sarılışlarını gösterir. Clive, pencereye döner. Dışarıya bakar. Okul yıllarını anımsar. Karısı yaklaşır. Clive’in terasta kiminle konuştuğunu sorar. “Hiç kimseyle konuşmuyordum” der Clive. Bu tam da son noktadır. Clive hiç kimseyle konuşmamıştır. Hiç kimseyle, kendisiyle bile konuşmadığı eşcinselliğidir, kendi yaşantısıdır. HİÇ KONUŞMAMIŞTIR.

E. M. Forster’ın zevkle okuduğum kitabından sonra James Ivory’nin filmini de büyük bir zevkle izledim. Uzatılmış herhangi bir sahne olmadığı gibi olması gereken tüm sahneler, sakınmadan gerçekleştirilmiş. Karşımızda eşcinsellikle ilgili bir film değil, bir eşcinsel filmi var. Oyuncularının da sürüklediği bir sinema şöleni. Büyük bir aşk izlerken eşcinsellerin tarih boyunca neler çektiğini görüyorsunuz. İlk sahnelerde seyirciye itici gelen Maurice film ilerledikçe seyirciye yakınlaşıyor, çekici biri olup çıkıyor.

Bir gün kanalların birinde rastlarsanız mutlaka izleyin. Büyük olasılıkla izleyeceğiniz kopya kesilmiş hali olacaktır, ama o sahneleri de siz kafanızda canlandırıverirsiniz artık. Sizlere aktarmaya çalıştığım bu film, üzerinde sayfalarca yazılacak kadar anlamlı sahnelerle dolu, ama bunlarla boğulup değerini yitirmemiş bir film. İzlediğiniz takdirde en azından eşcinsel görmeyecek, eşcinselliği bulacaksınız bu filmde.

Filmin IMDB sayfası için lütfen tıklayınız

* Bu yazıyı, defalarca izlediğim Maurice filmini neredeyse kare kare didikleyip Kaos GL dergisinin Mayıs 1997 yılında yayınlanan 33. sayısına yazmıştım.


Etiketler: kültür sanat
nefret