30/01/2014 | Yazar: Kaos GL

"LGBTİ’ler medyada ötekileştirmeye dönük bir şekilde temsil ediliyor."

Medya, Hegemonya ve Ezilenlerin Mücadelesi Üzerine Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Kaos GL Derneği’nin Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Programı ile birlikte yürüttüğü Heteroseksizm Eleştirisi ve Alternatif Politikalar dersi öğrencilerinden Meral Çolak Karaköse LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) bireylerin medyadaki temsilleri ve LGBTİ hareketin diğer toplumsal mücadele hareketleriyle ilişkilenmesi üzerine, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü araştırma görevlisi Can Irmak Özinanır ile söyleşti.
Medyadaki erkek egemen hegemonik yapılanma içerisinde LGBTİ bireylerin temsillerini değerlendirir misiniz?
Medya yöneticiliğinin kendisi, genel olarak erkeklerin dünyasıyla şekilleniyor. Ekim ayında İstanbul’da yapılan Marksizm toplantısında, gazeteci Işın Eliçin net bir biçimde medyanın tamamen bir erkekler dünyası olduğunu, kadınların oraya çok zorlanarak eklemlendiğini ve kararları alanların gene erkekler olduğunu anlatmıştı. Bu tabloda LGBTİ bireylerin hiç esamesi okunmuyor neredeyse. Ancak tanıyarak dışlandıkları yerlerde, show dünyasında, kısmi olarak yer buluyorlar. Buradaysa son derece abartılı bir temsil çoğu zaman söz konusu oluyor. Yani ötekileştirmeye dönük bir temsil, sıradan insanlar dışında insanlarmış gibi yansıtılıyor LGBTİ bireyler. Bunun bir ton örneği var. Haberlerdeki temsili yıllar boyu travesti terörü şeklinde verildi; onların yaşadığı şiddet hiç sunulmadan… ve korkulacak bir şey olarak gösterildi trans bireyler bize. Çeşitli dizilerde komedi nesnesi, aşağılayarak üzerine gülünecek bir nesne olarak LGBTİ bireyler resmedildi. Buralarda eşcinsellik aslında, yeniden erkekliğin, delikanlılığın yüceltildiği bir nesne olarak konumlandı. Bu tablonun çok değiştiğini söylemek mümkün değil, elbette bir değişim yaşandı. Çünkü, herhalde yirmi yılı aşkın bir süredir verilen bir mücadele var ortada ve bu bir şeyleri aşmaya başladı artık. Son onur yürüyüşünde görüldüğü gibi, çok ciddi bir çevre yaratmaya başladı LGBTİ hareketi kendi etrafında. Hani sadece kendi başına mücadele değil… Her alanı dönüştürmeye ve her alanda LGBTİ bireylerin varolduğunu göstermeye başladılar. Ama bu dönüşüm henüz çok yetersiz bir düzeyde. Aslında medyada hegemonik olarak erkeklik, kendisini dayatmaya devam ediyor. Yani “Biz homofobik değiliz.” sözünü söylerken bile, onu LGBTİ bireyleri bir başka, kendi eşiti olmayan bir şey olarak konumlama -hastalığı diyeceğim- devam ediyor. Bunun herhâlde çok daha köklü bir toplumsal değişimle, dönüşmesi gerekiyor.
 
Medyanın kültürel içerim anlamında görevleri var, bu sunumlarla toplumsal uzlaşı zayıflatılıyor, bireylerin cinsel kimlikleri eşitlikçi bir anlayışla temsil edilmiyor galiba… Özellikle transseksüel bireylere yönelik şiddet haberlerinde, şiddet onaylanıyor sanki. Her evde bu haberlerin izlendiğini düşünürsek, aile üzerinden bu anlamda nefret, ötekileştirme, ayırımcılık yeniden üretiliyor.
Tabi yani kabul edilmez bir şey. Medya bu sistemin koruyucusu, dolayısıyla ailenin koruyucusu olarak konumluyor kendisini. Merkeze aileyi aldığınız zaman, aslında tanınmaması gereken bir şeyler gösteriyor oluyorsunuz. Yani birilerini öteki göstereceksiniz ki aile, onun karşısında kendini toplumun en makul ve tercih edilir yüzü olarak göstermeye devam etsin. Sadece kurdukları temsiller değil, görmezden geldikleri de muazzam büyüklükte aslında… Trans bireylere dönük, inanılmaz bir şiddet var. Sürekli cinayet işleniyor ve bunların hepsi nefret cinayetleri. Ama çoğu bunların haber olmuyor ya da çok küçük haberler olarak yer alıyorlar. Yazılı basında bazen küçük olarak kendilerine yer buluyorlar, görsel basında neredeyse hiç sözü bile edilmiyor. Meis Sitesi’nde son yaşanan olaylarda olduğu gibi linç girişimleri yaşanırken, bu tamamen olmuyormuş gibi davranılıyor. Homofobi, transfobi dışında bunu açıklayabilecek herhangi bir kavram yok herhalde elimizde. Çünkü daha önemli haberler olduğu için bunu vermiyor değiller, bu önemli bir haber. Bir yerde bir grup insan başka bir grup insanı linç etmeye çalışıyorsa, bu çok hayati bir haberdir. Türkiye’de sadece trans bireyler değil, çok çeşitli kesimler linçe maruz kaldığında, medya bunu görmemeye meyillidir. Ama her zaman, zaten o gene muteber olanı korumak içindir. Kürtlere saldırırlarsa bu görülmez, Romanlara saldırılırsa bu görülmez, translara saldırılırsa bu görülmez. Dolayısıyla içselleştirilmiş bir homofobi, ırkçılık el ele. Hem resmi ideolojiyi, hem de kapitalizmin en temelinde yer alan aileyi korumaya dönük bir şey olarak, beraber, ikili bir mekanizma olarak işliyor medya.
 
İletişimci olarak siz, medyadaki etiği, şu anki etiği nasıl tanımlıyorsunuz? Öyle bir değer var mı? Hani eski gazeteciler filan çıkar efendim “bizim gazetecilik duruşumuz ve anlayışımız haberi doğru vermeyi gerektirir.” derler…
Ben bunun hiçbir zaman çok gerçek olduğunu düşünmüyorum yani medyanın profesyonelleşme, basın etiği, medya etiği, tarafsızlık filan... Bir şekilde herkesin tanımlandığı bir yer var, üstelik şu anki medya ortamı muazzam sermayenin hakim olduğu ve büyük sermaye gruplarının -sadece medyada aktivite gösteren değil inşaat sektöründe iş yapan, enerji sektöründe iş yapan daha bir dizi yerde iş yapan grupların- kontrolünde. Dolayısıyla medyada aslında tek ahlak kâr, kârın kendisi. Bir etik tanımlanıyor mu? Elbette tanımlanıyor, ama bu etik aslında tarafsızlığı yüceltiyorken orda bir tür taraf olmayı gizleyebiliyor. Bizim fakülteden Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Taş’ın iyi bir kitabı var medya etiği konusunda. O, çok etraflıca anlatıyordu, bu profesyonelleşme ideolojisinin nasıl olup ta bir tür burjuva basın etiği ortaya çıkardığını. Sonuçta bize etik olarak anlatılan şey etik değil, tarafsızlık mümkün bir şey değil en başta. Yine de uzun yıllardır anlatılan bir liberal anlatı, ama buna bile pek uyduklarını söylemek mümkün değil, az önce verdiğim örneklerdeki gibi. Neyi görüp neyi görmediğiniz sizin tarafınızı belirliyor aslında. Türkiye’de medya adına, hatta dünyadaki medya adına şu söylenebilir; keşke kendi koydukları liberal basın ilkelerine bile, uyuyor olsalar. En basit gazetecilik kurallarına uyuyor olsalar, en azından varolanın bir kısmını daha geniş kitlelere duyurma şansı olabilir. Ama buna da pek uyulduğu söylenemez. Yine de bir duyarlılık oluşmaya başladığını düşünüyorum ben bu konuda.
 
Bu oluşan duyarlılığı neye bağlantılıyorsunuz, sosyal medyanın bu duyarlılığa etkisi var mı?
Elbette alternatif mecralar önemli, en azından ana akım medyada kendisine yer bulamayan bilginin dolaşıma girmesi bakımından önemli. Sosyal medyaya çok büyük roller atfediliyor bu konuda, ama ben sosyal medyadan daha çok, etkili olanın verilen mücadele olduğunu düşünüyorum. 2001’de üniversiteye girmiştim, aynı yıl 1 Mayıs’ta galiba, Kaos GL “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir!” diye bir bildiri dağıtıyordu. Benim ilk tanışıklığım oradaydı mesela, o andan itibaren benim de algım yıkılmaya başlamıştı; geçmişten gelen o klasik algı… ve bunu adım adım, öre öre kazandı LGBTİ hareketi. Sadece sosyal medyanın ortaya çıkışı değil, sosyal medyada bir ton nefret söylemi dönüyor, her gün saldırılar. Meis Sitesi’ndeki saldırının örgütlenmesinde de sosyal medya kullanılmıştı. Evet, elbette ki ikili bir rol oynuyor, yani oradan birileri linç çağırısı yaparken, birileri de tepkiyi örgütlemeye başlıyor. Ama bunu asıl kaynağında yer alan şey verilen mücadelenin kendisi. Bu şekilde bir duyarlılık oluşmaya başladı, kolay da olmadı. En özgürlükçü olmasını bekleyeceğimiz sol kesimde bile bunun kabulü, bu konuda söz üretmeye başlamak, eylem üretmeye başlamak çok geç oldu. Geçmişte sol içinde çok daha sınırlı bir çevre destek veriyordu bu hareketlere. Bugün artık böyle değil, ama halen kendisine solcu deyip “eşcinsellik hastalıktır” diyen gruplar maalesef var. Yine de büyük oranda bunun aşıldığını söylemek mümkün. Bu yıllardır süren “sınıf siyaseti mi? kimlik siyaseti mi?” tartışmasını da aşıyor bence. Hani sanki birbirine karşıt şeylermiş gibi konumlanıyordu. Hayır, bugün çok net ortaya çıkıyor, bütün bu aradaki duvarın aşılmasıyla beraber… nasıl ki bir LGBTİ birey, patron, işçi, milletvekili, akademisyen, herhangi bir şey olabiliyorsa.. evet bir komünist militan oluyor ya da bir aktivist oluyor… sadece bu kimlik etrafında değil de çok farklı alanlarda mücadele veriyor. En başta anlamamız gereken galiba şuydu; heteroseksüeller nasıl yaşıyorsa, LGBTİ bireyler de öyle yaşıyor, yalnızca LGBTİ bireyler heteroseksüellere göre daha dezavantajlı yaşıyorlar. Aslında özgürleşmek istiyorsak, tam da o 1 Mayıs bildirisinde söylenen şeyi yapmak durumundayız. Çünkü gerçekten, eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri özgürleştirecek ve özgürleştiriyor aslında. Gezi Parkı’yla beraber de görmeye başladık bunu bence daha net bir biçimde.
 
Evet, orada hem halka kendini dolaysız temsil etme, kendini kendinden temsil etme ve hem de çok hoş sloganlarla birlikte sempati kazanarak empati oluşturmaya başlandı galiba…
Evet. Hâlâ bunun içinde de bir tür ayrımcılık olabiliyor kısmen, -çeşitli arkadaşlarım yazıyordu görmüştüm- sosyal medyada, işte “LGBTİ’ ler barikatın en önündeydi…” falan. Yani? Böyle bir özel öz atfetmemek lazım insanlara. Elbette ki barikatın önündeydiler, herkes gibi özgürleşmek istiyorlar. Sen nasıl özgürleşmek istiyorsan, LGBTİ birey de özgürleşmek istiyor. Dolayısıyla onun barikatın en önünde olmasına bir özellik atfetmek, “helal olsun!” falan gibi laflar etmek çok anlamlı değil. Ama elbette, bir eşik aşıldı diye düşünüyorum ben de Gezi’yle beraber. Ancak bunun da bir tarihi var, İstanbul’da ilk Onur Yürüyüşü yapılacakken –ben o gün İstanbul’daydım- barikat kurmuşlardı İstiklal’in girişine ve ciddi bir direniş sonucu açılmıştı o barikat. Uzun süre polis bu yürüyüşe izin vermek istemedi. Bir süre pazarlık yürüdü, biraz arada itiş kakış oldu vesaire, daha sonra alkışlar arasında o kortej İstiklal’de yürümeye başladı. Dolayısıyla bütün o medyanın temsil ettiği gibi, dalga geçilecek bir nesne ya da işte terörist falan olmadığı ortaya çıktı LGBTİ bireylerin. Onlar da sıradan insanlardı, hakları için yürüyorlardı. O gün yapılan o eylem, Gezi’deki birleşmenin de yolunu açtı. Artık bir eşik aşıldı, umuyorum daha da büyüyecek bu mücadele ve eşitliği kazanacak.
 
Trans bireyler gey bireylere göre daha çok ayırımcılığa uğruyor gibi görünüyor… özellikle trans kadınlar fobik şiddete daha çok maruz kalıyor. Dişileştikçe ötekileştirmenin şiddeti de mi artıyor?
Evet, tabi… Burada şöyle bir şey daha var, trans bireylerin yaşadığı, yaşamak durumunda da bırakıldığı bazı durumlarda, hayat, çok daha şiddet dolu bir hayat. Bir transa çoğu zaman seks işçiliği dışında bir seçenek bırakılmıyor. Seks işçiliği ise güvencesiz bir şekilde yapılıyor, sokakta çalışan kadınlar her an şiddete maruz kalma riskiyle yaşıyor. Bir insan seks işçiliği yapmayı tercih edebileceği gibi başka bir meslek yapmayı da tercih edebilir. Bir eşcinselin belki kimliğini gizleyerek doktor vs olması mümkün ama bir trans için bu mümkün değil. LGBTİ mücadelesinin ilk önce GL mücadelesi olarak ortaya çıkmasıyla da ilgisi var diye düşünmek lazım bunu. Benim hatırladığım, tabi Ankara deneyimi daha çok… Bu konuda ilk büyük hamleyi Pembe Hayat yapmıştı 2000’lerin ortalarında… Trans bireyler olarak, seks işçilerinin içinde yer aldığı bir örgütlenme olarak ortaya çıktı.. Çok önemli bir mücadele verdi Pembe Hayat. Her alanda transfobiye karşı mücadele etti, en çok da ezilenlerin kendi hareketi içinde… Ezilmiş olmak, öbür ezilmişi anlamayı getirmiyor maalesef. Ancak ezilmişliklerin hepsinin kaynağında ortak bir şey yatıyor.. Transfobi de gerilemeye başladı ama evet aynı ölçüde değil; çünkü daha ciddi bir tehdit olarak görülüyor, nasıl daha hızlı aşılabilir bilmiyorum...
 
Orijinal form”un dışına çıkıldığında şiddet daha çok yüzünü gösteriyor galiba. Sistemin bütün yapılanması, yatırımı erkeklik ve üreme üstüne…
Tabi, biyolojik erkekliğin zarar görmesi çok daha tehlikeli geliyor sisteme. Bilmiyorum bunu bu şekilde ifade etmek doğru mudur ama eşcinselliği bir tür hastalık olarak algıladığı için, her zaman iyileştirilebilir görüyor. Oysa ameliyat geçirmiş bir trans bireyin artık geri döndürülemez olduğunu düşünüyor ve toplumun bütünü için tehdit olduğunu düşünüyor. Sokağa çıktığında da tehdit olduğunu düşünüyor, çünkü herkese kötü örnek olacağını düşünüyor… Bu yüzden, kabahatler kanunundan dolayı sokağa çıkmalarını engellemeye çalışıyor devlet hala trans bireylerin… Bu alanın çok önemli olduğunu görmek lazım, doğrudan daha çok şiddete maruz kalan insanların aslında trans bireyler olduğunu görmek lazım. Cinayetlerin işlendiğini görmek lazım… Eryaman, Meis Sitesi gibi örneklerin yaşandığını, bunların her zaman münferit vakalar da olmadığını... Nefret cinayetleri bazen, kafasını takmış bir transfobik bireyin eylemi olabiliyor ama çoğunlukla örgütlü bir eylem olabiliyor. Eryaman’da transları öldüren faşist bir çeteydi. Meis Sitesi’nde yaşanan da örgütlü bir tepkiydi. O yüzden bu örgütlü tehdidin karşısına, örgütlü güçle çıkmak lazım diye düşünüyorum ben. Bu konuda da sadece tabii ki LGBTİ örgütlerine değil, tüm özgürlük isteyenlere, daha adil, daha güzel bir dünya isteyenlerin hepsine bir rol düşüyor. Bu toplumda ezilen, sürekli dışlama pratiklerine maruz kalan tüm kimliklere sahip çıkmadan, bir özgürlük ve eşitlik mücadelesi verilemeyeceğini artık içselleştirmemiz gerekiyor . Nerede bir Ermeni’yi tehdit etseler orada olmak lazım... Nerede bir Kürt’ü tehdit etseler orada olmak lazım… Nerede bir trans tehdit edilse orada olmak lazım… Yani şunu görmek zorundalar; biz birbirimizi koruyoruz! Daha geniş bir özgürlüğü de ancak bu şekilde kazanabileceğiz. Mücadele ederken el yordamıyla birbirimizi buluyoruz aslında. Bunu daha örgütlü bir tepkiye dönüştürmek de mümkün diye düşünüyorum.
 
Mücadele hareketlerini hangi zeminde birleştirerek direniş göstermek gerekir sizce?
Bu sistemin zayıf noktalarına vurabilir ancak ezilenler, bunu da bir araya geldikçe yapabilir. Sistemin zayıf noktalarına vurabilir derken aslında ezilenlerin kendisinin de devasa bir güç olduğunu akılda tutmak lazım. İnsan bir şekilde acı çekerken ona karşı mücadele etmeye başlıyor. Kimse bir LGBTİ bireye sen önce sınıfın mücadelesini vermelisin diyemez. Bir Ermeni’ye niye soykırımdan bahsediyorsun asıl mesele sınıf diyemez… bunlar birbirine karşıt şeyler de değil bence. Çünkü kapitalizm, bütün bu ezme ezilme ilişkileriyle iç içe bir şey. Herkesin temsil edilebildiği mücadele alanlarına ihtiyaç var. LGBTİ’lerin sendika temsilcisi de olabildiği bir mücadele. Sendika temsilcilerinin heteroseksüel ve erkek olup dönüp LGBTİ mücadelesine destek vermesinden öte, her alanda aslında eşit bir temsilin hayata geçmesi, aşağıdan bu hareketlerin birleşmesi… Dolayısıyla sadece tepede yapılan, yani mücadelenin önünde duran unsurları tarafından yapılan pazarlıklarla değil, gerçekten hayatın, sokağın kendisinde iç içe geçmeye başlaması… herhalde çözüm böyle bir yerden gelecek diye düşünüyorum… Her tür özgürlük mücadelesini birleştirmeye çalışmak lazım. Sadece birbirimizi kollamak üzerine değil, aynı hareketin parçası olduğumuzu da hissederek, bizi ezen sisteme, öfkemizi yöneltmemiz lazım… Bütün bu ezme ezilme ilişkilerinde, kapitalizmin çok temel bir yerde olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan. Herhalde ihtiyacımız olan şey 99’da Seattle’da ortaya çıkan gibi bir hareket. Yani işçi sendikalarıyla LGBTİ hareketinin, kadın hareketiyle hayvan severlerin bir araya gelebildiği bir hareket… 2003’teki savaş karşıtı hareket gibi bir hareket… Aslında 2013’te Gezi’deki gibi bir hareket… yani yan yana geldiğimiz… farklı alanlarda mücadele etmiş, farklı kimlikleri ya da konumları korumaya çalışmış, bunları ilerletmeye çalışmış… sonucunda özgürlükleri hedefleyen bütün mücadelelerin yönelmesi gereken temel hedefe doğru, ilerlemesi gerekiyor.
 
Medyadaki hegemonik temsil anlayışı konusuna geri dönersek bu yapı nasıl kırılabilir?
Medyadaki hegemonik yapı, sistemin hegemonik yapısı. Biz o hegemonyaya saldırdığımız sürece medyayı dönüştürmüş olacağız. Şunu da unutmamak lazım, medya sonuçta şu anki haliyle dahi bize bir şeyler satmaya çalışan, kar etmeye çalışan bir şey. Bizim dolayısıyla homofobinin, transfobinin, ırkçılığın korkunç şeyler olduğunu bir norm haline dönüştürmeye çalışmamız gerekiyor. Hegemonik olarak verilecek temel mücadelelerden bir tanesi bu. Yani transfobiyi utanılacak bir şey haline getirmeliyiz, antitransfobi norm haline gelebilmeli ki medya, mevcut temsil biçiminden uzaklaşmaya başlasın. Almanya’da nazi olmak nasıl aşağılıkça bir şey olarak algılanıyorsa, homofobi ve transfobi de böyle algılanmalı artık. Hiçbir partinin LGBTİ adayı yoktur hala. Her halde bunu yapabilecek tek özne sol, Türkiye’de; buradan biraz umut beklemek lazım. Medya temsilini kıracak olan, belki o mücadeleden gelecek. HDP’nin kuruluşunda LGBTİ parti vurgusunun öne çıkışı çok önemli mesela. Evet, ana akım medya bize kapılarını açmaz ama biz sokakta olduğumuz ya da mücadelenin çeşitli alanlarında olduğumuz sürece, oraya kirişi kırıp girmeyi becerebiliriz gibi geliyor bana. Kolay bir mücadele değil elbette ama yol kat ediliyor, mevziler kazanılıyor diye düşünüyorum bu konuda.   

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam