24/08/2014 | Yazar: Kaos GL

Millet, kadınını ve erkeğini başka milletlerinkinden farklı olarak tanımlarken, hem kendi milli özünü hem de toplumsal cinsiyet ilişkileri yaratmaktadır.

Milliyetçilik ve cinsiyetçilik: Zorlu terkip, çifte bela… Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
İlkay Kara Kaos GL dergisinin “Milliyetçilik” dosya konulu 123. sayısına yazdı.
 
Milliyetçilik üzerine yapılan çalışmalar da,  feminist tartışmalar da, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin birbirini besleyen, birbirlerinden beslenen bir niteliğe sahip olduğu konusunda anlaşmış görünüyor.
 
Irkçılık ve ırkçılığın aldığı yeni biçimler üzerine önemli tartışmaların sahibi olan Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein’ın Irk, Ulus, Sınıf başlıklı çalışmaları söz konusu anlaşmayı destekleyen bir hattan ilerliyor. Yazarlar ırkçılığın soya/kana dayalı niteliğinden uzaklaşarak tarih ve kültür aracılığıyla, farklı ayrımcılık mekanizmalarıyla eklemlenen yapısını tartışırken toplumsal cinsiyetle milliyetçilik, ırkçılık arasındaki rabıtaya işaret ediyor. Yazarlara göre ırkçılık, etnik-ulusal-dinsel gruplaşmaların kesin sınırlarını tanımlarken, genetik ve/veya toplumsal geçmişin sürekliliğini temel alan iddialarını bugüne uyarlar. Geçmişle bugün arasındaki uyarlama bugünün sınırlarının sürekli olarak yeniden çizilmesi ile birleşir ve bunun anlamı, ırksal ve/veya etnik-ulusal-dinsel grupların ve cemaatlerin yeniden yaratılmasıdır. Zamanla bu grupların hiyerarşisinde değişimler olabilir bazıları yok olup yenileri yaratılabilir. Ancak her koşulda “zenci” olan birileri vardır ve ortada bu rolü oynayacak siyahlar olmadığında “beyaz zenciler” yaratılır. Yazarların bir tür sistem olarak ele aldığı bu sınır belirleme, hiyerarşi kurma ve yeniden yapılandırma işinin önemli işlevleri vardır ve bu işlevler de toplumsal cinsiyetle ilişkilerinde belirgin rol oynarlar. Irklaştırma ve yeniden tanımlama işlemlerinin öncelikle işgücünün yeniden yapılandırmasıyla ilgisine dikkat çekilmektedir. Bu sistem, belirli bir yer ve zamanda en düşük ücretli ve iktisadi olarak en az ödüllendirici rolleri alabilecek olanların sayısını o günkü ihtiyaçlara göre genişletmeye ya da daraltmaya olanak sağlar ve eşitsizliğin haklı çıkarılması için liyakate dayalı olmayan bir temel yaratır. Bu noktada ırkçılığı yaratan kapitalizmin, cinsiyetçiliği de vücuda getirmesi gerektiğini belirten yazarlar, tüm kesimler için çok düşük ücretlere zemin sağlayan sistem içinde, işçilerin hayat boyu bu düşük ücretlerle geçinebilmelerinin hane içinde yaşamalarıyla mümkün olduğunu belirtir. Düşük ücretle hayat boyu geçinmeyi sağlayan ise ev kadınlığıyla icat edilen “telafi” mekanizmasıdır. Böylece emek pazarının denetimini sağlayan etnik-ulusal-dinsel sınırların cinsiyetçilikle de sarmalanmasıyla oluşan ideolojik katman tüm bu süreci doğallaştırır. Kapitalizmin milliyetçi (hatta kimi zaman ırkçı) ideolojiler ve cinsiyetçiliğe verdiği biçimle elde ettiği işte böylesi bir doğallaştırma içinde azaltılan emek mücadelesidir.
 
Kadınlık…
Başlarken cinsiyetçilikle milliyetçilik arasındaki simbiyotik ilişki konusunda uzlaşmanın feminist literatür içinden de desteklendiği belirtilmişti. Nükhet Sirman biri (milliyetçilik) olmadan diğerinin (cinsiyetçilik) olamayacağını, bu bağlantının yapısal olduğunu vurguluyor: Millet, kadınını ve erkeğini başka milletlerinkinden farklı olarak tanımlarken, hem kendi milli özünü hem de toplumsal cinsiyet ilişkileri yaratmaktadır. Bu tanımlar zaman içinde toplumsal mücadele süreçleri içinde yeniden üretilmekte, değişime uğramakta, farklı işlevlere koşulmakta ve tüm bu süre içinde hiç değişmediği, özünün aynı kaldığı iddiasını da taşıyabilmektedir. Tanıl Bora’nın ifadesiyle; “(i)ktidar, icraatıyla ve söylemiyle, bir millet ve bir kimlik kurar; ‘aslında kimiz?’ ve ‘nasıl olmalıyız?’ sorularının cevaplarını sabitler. Elbette yoktan var edilen bir kurgu değildir bu. Modern-öncesi (millet öncesi) tasavvur dünyasından milletleşme sürecine taşınan malzemeye, daha doğrusu bu malzemenin milletleşme ve modernleşme sürecindeki işleniş biçim(ler)ine dayanır.”
 
Özetle iktidar, ulusun biyolojik ve kültürel sınırları ve bu sınırların korunması/yeniden üretilmesi sürecinde bir kadınlık konumu belirler. Sylvia Walby’nin söylediği gibi kadınlar ulusal projeye, bazen gönüllü, bazen mücadeleye istekli bir şekilde, bazen zorla, bazen “ırk”ı sürdürenler olarak, çoğunlukla çocukların toplumsallaşması aracılığıyla kültürün yeniden üreticileri olarak bazen da pasif semboller olarak katılırlar. Sirman, “milletin anaları” ya da “milli ruhun temsilcisi” gibi tanımlamalarla, kültürel kimlik taşıyıcıları haline dönüştürülen kadınlığın, milli özün simgesi rolüyle de milli kimliği diğer kimliklerden ayıran ya da milletlerden ayrıştıran işlevine işaret ediyor. Buna göre kadınlar bir yandan milletin ruhunu, diğer yandan başka milletlerden farkı belirleyen simgeler haline gelir. Kadınların bu kimliğe uygun davranmaları, kadınların yüceltilmesine, sınırları aşmaları ise cezalandırılmalarına neden olmaktadır.
 
Cynthia Enloe’ya göre kadınlar, milliyetçi hareketlerde ve çatışmalarda küçük, çoğunlukla da sembolik rollere indirgeniyorlar: Ya ulusun korunup yüceltilecek ikonları oluyorlar, ya da ele geçirilip aşağılanacak savaş ganimetleri. Bir tahakküm ideolojisi olarak milliyetçiliğin daima eril olduğunu vurgulayan Bora da, kadın imgesinin milliyetçi kullanımındaki yüceltinin, kadının bedeni ve kimliğinin milleti kutsama pahasına araçsallaştırılan yanına dikkat çeker. Ezelden gelip ebede giden milletin sürekliliğini gözeten milliyetçilik, kadının analığa indirgenmesinin en hevesli savunucusudur. “Savaşlarda ve sair milli çatışmalarda sefalete düşen, ırzına geçilen kadına, milli iffete dönük bir saldırının nesnesi olarak sahip çıkılır. Düşman tarafından tecavüze uğramış bir kadın imgesi, milletin namusuna dönük bir tecavüzün kurbanı olarak iş görür.”
 
Erkeklik…
Milletlerin, kadınını ve erkeğini başka milletlerden farklılıklarını vurgulayarak ve bir milli öze dayandırarak kurarken ürettiği toplumsal cinsiyet ilişkilerine yakından bakabilmek, erkekliğe ilişkin tasavvuru da hesaba katmakla mümkündür. Enloe’nun “milliyetçilik tipik olarak, erkekleştirilmiş hafızadan, erkekleştirilmiş aşağılanmadan ve erkekleştirilmiş umutlardan doğmuştur” belirlemesini takip eden Joane Nagel milliyetçi siyasetin maskülinist bir alan olduğu tezinden hareketle, milliyetçilikle toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerine tartışmasında, erkekliğin nasıl kurulduğuna, milliyetçiliğin erkeklikle ilişkisine dikkatimizi çeker. Hegemonik erkeklik kültürü ve ideolojisinin, milliyetçilik kültürü ve ideolojisiyle tarihsel bağı da olduğunu, Batılı erkekliğin modern biçimi ile modern milliyetçiliğin hemen hemen aynı yer ve zamanda ortaya çıktığını belirtir. Erkekliğin “hayata geçirilmesinde” milliyetçi politikaların ve esas olarak erkek bir kurum olan ulus-devletin merkezi bir rolü vardır: devletin hiyerarşik otorite yapısı, karar alma konumlarındaki erkek egemenliği, iç işleyişindeki erkek üstünlüğü, kadının itaati, erkeklerin kadınların haklarını, emeğini ve cinselliğini düzenlemesi. Ancak bütün bunların yanında cinsiyetçilikle katmanlanmış milliyetçiliğin bir gündelik pratik olması kültürel erkek temalarını vurgulanmasıyla sağlanmaktadır. Nagel, şeref, vatanseverlik, korkaklık, cesaret ve görev gibi terimlerin hem ulus hem de erkeklikle doğrudan ilişki olduklarını bu nedenle de salt milliyetçilik ya da salt maskülinizme indirgenemeyeceğini söyler ve ekler; erkeklik “mikrokültürü” ile milliyetçiliğin özellikle de milliyetçiliğin militarist yanının talepleri uyuşur. “Vatana hizmet çağrısı, özellikle siyasal ‘kriz’ dönemlerinde, çok az erkeğin karşı koyabildiği bir cazibe taşır. Erkekler için bu çağrıya uymamak, cemaatleri, aileleri, hatta kimi zaman anneleri tarafından hor görülmeyi ya da daha kötüsünü göze almak demektir.” Nagel, milliyetçi-militarist çağrılarının içinde “erkeksi bir macera düşkünlüğü” de olduğunu belirtir: “Erkekler savaşa neden katıldıklarını anlatırken, beklentilerinden, heyecanlarından, büyük bir maceraya atılmış olma duygusundan, savaşın temsil ettiği büyük serüvenin ‘gerisinde’ ya da ‘dışında’ bırakılmama arzusundan söz ederler.”
 
Aile…
Milliyetçilik üzerine çalışan araştırmacılar, milliyetçi ideoloji ile “aile” arasındaki güçlü bağa işaret eder. Balibar ve Wallerstein’in ırklaştırma kavramı aracılığıyla emek süreçlerinde önemini gösterdikleri “hane” vurgusunu da hatırlayarak, feminist araştırmacıların konuya ilişkin belirlemeleriyle devam edecek olursak, millet-aile arasında kurulan benzeşimin milliyetçi tahayyülün ana eksenlerinden biri olduğu konusunda fikir birliği olduğunu görürüz. Öncelikle nüfusun biyolojik ve kültürel üretiminin sağlanması sorunu, Sirman’ın da özetlediği gibi aile meselesini öne çıkarır: Aile, millet ve toplumsal cinsiyet meselesi, yeni düzende iktidarın nasıl kurulduğu ve anlamlandırıldığı ile ilgilidir ve bu kavramsallaştırmaların gösterebildiğinden çok daha fazla birbirine içkindir. Milliyetçilik aileyi, aile üyelerinin birbirleriyle ilişkilerini, ailelerin birbirleriyle ve kurumlarla olan ilişkilerini kurmakta, aile-içi ilişkiler de milletle olan, iktidarla olan ilişkiyi düzenlemekte ve anlamlı kılmaktadır. Nagel’in de aktardığı gibi ulus, kadınların ve erkeklerin “doğal” rollerini oynadıkları, başında bir erkek reis bulunan bir ailedir. Kadınlar, milliyetçi hareketlerde ve siyasetlerde tahakküme uğrarken ulusun anneleri olarak merkezi bir sembolik yer işgal ederler. “’Baba yurdunun anaları’ olarak yüceltildikleri için namusları lekesiz olmalıdır; bu nedenle, milliyetçiler genellikle kadınların cinselliğine ve cinsel davranışlarına özel bir önem verirler. Gelenekçi erkekler, kendilerini ailenin ve ulusun koruyucuları olarak görürlerken, kadınların da ailenin ve ulusun namusunu temsil ettiğini düşünürler: “Kadınların utancı ailenin utancıdır, ulusun utancıdır ve erkeğin utancıdır.”
 
Son soru…
Milliyetçilikle cinsiyetçilik arasındaki bu ilişki Benedict Anderson’un sorduğu ve Afsaneh Najmabadi’nin de toplumsal cinsiyet ilişkileri hesap ederek yanıtlamaya çalıştığı soruya verilecek cevabın önemli bir parçasını oluşturuyor gibi görünüyor: Felsefi açıdan bu kadar yanlış bir fikir, nasıl olur da erkekleri (nadiren de kadınları) uğruna ölmek ve öldürmek için böylesine istekli kılan siyasal (ve duygusal) bir güç oluşturur.
 
Kaynakça
Altınay, A., (der), Vatan Millet Kadınlar, 2009, İstanbul, İletişim Yayınları
Balibar, E., Wallerstein, I., Irk, Ulus Sınıf, 2007, İstanbul, Metis Yayınları
Bora, T., Türk Sağının Üç Hali, 2007, İstanbul, Birikim Yayınları
Bora, T., Milliyetçiliğin Kara Baharı, 1996, İstanbul, Birikim Yayınları
Nagel, J., Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşaasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik, (der) Altınay içinde, 2009, s65-101, 2009, İstanbul, İletişim Yayınları
Najmabadi, A., Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak, (der) Altınay içinde,  s129-165, 2009, İstanbul, İletişim Yayınları
Sirman, N., Kadınların Milliyeti, Modern Türkiye’de Siyası Düşünce, cilt-4, (ed) Bora, T., Gültekingil, M. içinde s226-244, 2002, İstanbul, İletişim Yayınları
Walby, S., Kadın ve Ulus, (der) Altınay içinde, 2009, s35-63, 2009, İstanbul, İletişim Yayınları 

Etiketler: kadın
İstihdam