13/02/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Aşağıda okuyacağınız Haziran ‘94 tarihli mektubum da, geçmişe yaptığım yolculuklarda en önemli kılavuzlarımdan biri olma özelliğini sürdürmüştür, o tarihten bu yana. Artık bu mektubu unutmak istiyorum. Çünkü o çoktan unuttu.’ Murat Yalçınkaya’nın kaleminden.

‘Aşağıda okuyacağınız Haziran ‘94 tarihli mektubum da, geçmişe yaptığım yolculuklarda en önemli kılavuzlarımdan biri olma özelliğini sürdürmüştür, o tarihten bu yana. Artık bu mektubu unutmak istiyorum. Çünkü o çoktan unuttu.’ Murat Yalçınkaya’nın kaleminden.

KAOS GL

Murat Yalçınkaya

''‘Bir diğer deyişle birçok insanın hayatında unutmadığı ve belki de hiç bir zaman unutamayacağı ilişkiler vardır düşüncesi geçmişe kimi yolculukların göze alınmasına rahatlıkla zemin hazırlayabiliyor.’ Mario Levi''

Aşağıda okuyacağınız Haziran ‘94 tarihli mektubum da, geçmişe yaptığım yolculuklarda en önemli kılavuzlarımdan biri olma özelliğini sürdürmüştür, o tarihten bu yana. Artık bu mektubu unutmak istiyorum. Çünkü o çoktan unuttu. Okuduktan sonra ‘bende kalmasını isteyeceğim bir yazı değil bu’ diyerek geri vermişti, zaten. İşte, ben de yayınlamak istiyorum, unutuşun anımsayışların hesaplarına düştüğüm bu günlerde. Şimdi onunla farklı yerlerde oluşumuz da içimi rahat kılıyor: Farklılığımız hiyerarşik bir farklılık değil; kendimizi anlatmaya yeni sözcüklerimiz var ve yeni düşler görüyoruz farklı erkeklerin gövdesine yansıttığımız...

Bu girişin bir ‘açıklama’ olmadığını da söylemek isterim, sadece yolculukların başlaması öncesinde yaşanan durağan anlarda akla üşüşen kimi düşüncelerin yansımasıdır, o kadar...

Sesimi de duyabilirsin belki...

Adımlamaların ve molaların başat olduğu yürüyüş vardı sadece. Gözlerim seğiriyor, gövdemi anlamsız ve çukurlu bir titreme alıyor şimdi. Bağırıyor gövdem: Yeter ulan. Tüylerim uçuşuyor gövdemde, birbirlerine karışıyor, uçabileceğimi hissediyorum. Külçe gibi düşebilecek gövdemin uçabileceğinin hayalini kurmak, akışı hiç durmayan bir caddenin kalabalık gürültüsünde bir madeni paranın düşüş sesini anımsatıyor bana.

Korkuyorum.

Korktuğum nedir bilmeden. Yürüyüşümün anlamını hiç bir zaman anlamlandırılamayan bir eylemmiş gibi görmenin derin uykusunun yankısı mıdır korkutan beni, yoksa gittikçe uzaklaşan ellerinle hayallerime çizdiğin düşlerin karlı bir görüntüye birdenbire dönüşüvermesi mi?

Sen yok musun?

Sen oldun mu?

Kimsin sen?

Yaşam zorlaşıyor mu seninle birlikteyken? İki insanın yan yana duruşları, bunlardan birini bunca yıpratır da, derinlere gitmekten usanmayan bir cam kırığının acısını böbreklerimde hissetmeme yol açar mı? Acıyor işte. N’apalım ki acıyor.

Kırılan kalpler candandır, onarılamaz derler ya, ben de sana kırık bir kalple gelmiştim; onaracak, onarmayı da hissedip kalkışabilecek biri olduğunu düşündüğümden... Her insana da böyle gitmedim mi? Kırık bir cam yığınını, utanarak sıkılarak düşlerimin yansısını karmakarışık bir demetin hüzünlü yalnızlığında sunmadım mı?

Yalnızlığımı da duyabilirsin belki...

Oysa gittiğini biliyorum. Gittin. Gittin. Gittin.

Gideceğini de söylüyordu seninle olan sevişmelerimiz. Benim acı veren dokunuşlarım vardı, batan, çivi gibi batan bir sikim... Paslı çivilerin yalnızlığını anlayabilirdin sen... Her an gözden çıkarılabilecek, verebileceği zararlar düşünüldüğünde kerpetenin hayranlığıyla koparılıp atılan bir paslı çivinin...

Yoksun sen. Gittin.

El bile sallayamadım sana . Ben de gittim. Durduğum yerde gittim. Gözlerim bile kapanmadı, pantolonumun paçaları bile sallanmadı rüzgârda, ellerimin yeri değişmedi... Tüm rüzgârların benden aldığı korkularla gittim. Her şeyimle gittim, durduğum yerden. Sen ayak izlerimi de götürdün... Terli çoraplarını, ayakkabılarının çamurunu da götürdün.

Ona gittin.

Gidecektin biliyordum.

Biliyordum, niye? Niye biliyordum ve niye bir yıkılmış kentin ağıdını yakıyordum sana.
Dokunabilecek tüm türküleri söyleme ihtiyacı hissediyorum, sonuna kadar... Sonuna geldiğimde de dokunmayacak sana biliyorum, sonra kurulu olanların dünyasından gelen tüm ezgileri de abartarak, ağlayarak söyleyeceğim. Duyacak mısın?

Biliyorum, içimi neyin niçin bu kadar acıttığını. Talha haklıdır belki, niye kırılayım, ne kadar anlamsız her şey... Ama bu uzakta duruşun. Hayır, diyeceksin, uzakta değil, yanındayım.
Biliyorum diye defalarca yazsam da bilişlerin dünyası da var, kafamı zonklatıp, saçlarımı yürüyen merdivenlerin bitişlerine kıstırsan. Çıktığım yerde kafam yok olacak sonra -nefret edeceğim kendimden ve yürüyen merdivenlerden.

Biz. Sen, ben ve o ne yazık ki o, aynı yürüyen merdivende çıkıyorduk bizi ölüme götüreceklerin önüne... O koşarak geldi arkadan, beni alacak sandım, sana ihanet ettim, gitmek istedim onunla, o seni aldı ama koşturarak çıktınız merdivenleri ve inilebilecek bir yerde indiniz. Mutlusunuz. Çiçekler var kocaman çiçek demetleri var ellerinizde... Gövdeleriniz bir, o senin içinde durmadan gidip geliyor, sen zevk alıyorsun, gıdıklanmıyorsun, dokunmak ve öpmek hoşuna gidiyor bu kez. Benden esirgediğin her şeyi ona veriyorsun... Sesini de duyuyorum, kaslarının gevşeyip sıkılmasının seslerini de, inleyişlerini de... Uyuyuşundaki masumiyeti yakıştırmıyorum artık yüzüne... Yüzüne sıçmak, işemek istiyorum. Kafam yok artık, gözlerim var sadece. Yürüyen merdivenler yok etti kafamı, gözlerimi de fırlattı sizin önünüze... Göz kapaklarım da yok, kirpiklerim de... Kapayabilsem gözlerimi, karanlığın sesini duyabilecekmişçesine kapasam gözlerimi, ne kadar kolay olacak her şey o zaman! N’olur bunu bil! N’olur!

Sığınacak bir şeyin olmayışı, kapı gıcırtılarının boşluklu sesi gibi yırtıyor kulaklarımı! Ezan okunuyor, saat sabahın kaçı acaba? Tanrıya inanma isteği duyuyorum nedense? Bugüne kadar olan düşüncelerimi, kurgularımı, hepsini yıkmak, yıkılanların da tam tersini yapmak istiyorum. Namaz kılabilirim biraz sonra, unutmadığım duaları okuyabilirim, bir dua kitabından size beddualar dilenebilirim (!) Heteroseksüel de olup bir eşcinsel düşmanı kesilebilirim. Yapabilir miyim? Yapamam. Yapabilir miyim? Yapamam. (Saçmalıyorum. Böylesine boşluklar üzerinde kurmadım ki hayata karşı tavrımı!) Kahretsin ki oluşturulmuş, oluşturulabilecek tüm kurgular hükmünü yitirdi bugün seninle konuştuktan sonra.
Telefonda mutlaka konuşmalıyız diye diretmekle buluşmamızı sağlamıştın. Ertelemek istiyordun. Ben öne almak... Kafamdan geçen tüm olasılıkların doğrulandığını senden duyma isteği iptal etmişti tüm bağlantıları.

Titreyen gövdemle sana gelirken, yüksek sesle düşünüyordum da: Niye Niye Niye Niye diye... Sonra fark ettim insanların baktığını. Utandım. Caddeye atlayıp, kafamı sadece kafamı bir lassa tekerleğinin izlerinde eritmek istedim. Onu istedim. Seni istedim. Bugüne kadar âşık olduğum tüm erkekleri istedim. Hepsi beni siksin istedim. Hepsi yüzüme tükürsünler istedim. Ağladıkça, bağırdıkça bana vurmalarını istedim, sulara kafamı gömmelerini, nefesimin kesilmesini, kasılan gövdemin bir kan anıtına dönüşmesini, düşen yaprakların, kırmızıya bulandıkça morarmasını istedim.

Niye gittin Müşfik!

Seni o kadar çok sevmiştim ki!

Senle konuştuktan sonra niye kustum? Midemin kasılmalarını niye durduramadım. Senin gövdene değen dudakların salyası mıydı benim içimi bulandıran, onun spermleri miydi ağzıma gelen kusarken?

Orospu bir kıskançlık bu! Kısalan ve uzayan çizgilerin tabanlarıma batmasıyla beni asan ve incir ağaçlarının gölgesinde ellerimi böceklere dönüştüren bu kıskançlığın sızısıyla mı konuştum seninle, şimdi bu sızıyla mı yazıyorum?

Ağladığım anların hesabı nasıl tutulacak? Verilecek sözlerin ağırlığını duymadan, hıçkırıklara boğulan gırtlağımın boynumdaki çıkıntısını kim saracak, belleyecek? Kim öpecek beni en çok sevdiğim boynumdan? Sen öpmedin, O öpmedi, Ötekiler de... Kim kim kim diyecek bir gün, Senin ellerin de üzüm yapraklarının tazeliğiyle geçip gidiyor kursağımdan, ulaşıyor o en ulaşılmaz sandığımız organların sızısız ve hastalıkların tortulandığı bölgelerine?

Anlıyor musun? Anlayacak mısın?

Hayır, çarem bu da değilmiş. Yazmak, okutup okutmayacağımı bilmediğim bu mektubu yazmak da deva vermiyor bana. Devam ne bilmiyorum. Belki floresanlı banyoların fayansında yansıyabilecek bir jiletin açabileceği yaralar... Belki çırılçıplak, öpüştüğünüz yerlerde, şehrin parklarında yağmur altında koşmak, koşmak... Belki bok yemek...
Sabah olmuş şimdi de, kül tablam doldu, kuşlar da ötmeye başladılar. Atıp kendimi sokaklara avare dolaşmak, dönülmeyecek yollara gitmek istiyorum. Yapamayacağım. Deva bulamayacağım. Sen olmadan, o olmadan bir hayat kurgulayamayacağım. Ama gövdende dolaşan onun elleri, gövdendeki tüyleri birbirine yapıştıran onun salyaları ve spermleri! Midem bulanıyor Müşfik, kusmak istemiyorum!

Nasıl da nefret verici bir istekle geliyorum, geliyordum, geleceğim sana. Beni vurun. Beni vurun. Ölümüm resmiyet kazansın. Siyah beyaz gazetelerin birinde sayfaların en dibinde ölüm ilanım çıksın, çiçeklerin gönderilmemesi rica edilip, isteyenlerin bu paraları kanalizasyona atmaları istensin. Orda yaşayanları hiç düşünmedik ki biz! Benim ölümüm bir şeye yarasın.

Geliyorlar...

Siyah eldivenleri ve siyah maskeleriyle geliyorlar. Çıplak vücutlarının karanlığının ışımasıyla... Bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Düşteyim. Ayaklarım yok oluyor sonra. Kollarım da ardından. Geliyorlar, Müşfik, duy beni! Boğmak için değil, eldivenleri ve maskeleri bana da takmak için. Kol da veriyorlar bana. Benim değil hiçbir şey. Kafamın içindekiler, gözlerimden düşürdüğüm bakışlar benim değil.

Gecenin eldivenli karabasanı oluyorum şimdi.

İçim sızlıyor, ağlamak, sana sarılmak istiyorum.

Sarılsana bana.

Sarıl. Sarıl. Sarıl...


Kaynak: Kaos GL, Ocak 1997, Sayı 29




Etiketler:
İstihdam