15/02/2012 | Yazar: Kaos GL

Nefret söylemini düzenleyen hukuk belgelerine göre; ateistler gibi farklı inanç sahibi insanlara yönelik söylemler, nefret suçu kapsamına giriyor.

Ünlü toplumbilimci Alain Touraine; toplumsal olanın çöktüğünü, kategorilerin dağıldığını ve yok olduğunu belirtiyor. Şiddetin ve kültürel bir dilin hakim olduğu bu yeni dönemde; toplumsal gerçekliğin kültürel bir paradigma temelinde, kişisel öznenin sahip olduğu kimlik aidiyetlerle açıklanmakta olduğunu vurguluyor. Amin Maalouf da günümüzün bu doğasını açıklarken, tehlikeli bir paradoksa dikkat çekiyor. Onun deyimiyle yaşadığımız koşullarda her bireyin kimliğini oluşturduğunu kabul ettiği (cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, etnik, sosyal veya ulusal köken, cinsel yönelim, felsefi ve siyasi görüş, vb.) aidiyetleri sürekli teşvik ediliyor ve kışkırtılıyor.
 
Fakat aynı zamanda birey; “asıl özne” kabul edilen diğer bireyin sahip olduğundan farklı kültürel aidiyetleri nedeniyle “öteki” konumuna sokuluyor; dezavantajlı siyasal, sosyo/kültürel, ekonomik, hukuksal koşullar altında yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu paradoksun kesişme noktalarını da; ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçu oluşturuyor. Bu kavramların içerdiği olgu, durum veya eylem güçlü bir şekilde; sosyal, siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel ve demografik bağlantılar taşıyor.
 
Kriz, bir hayat tarzı
Dolayısıyla bu ideolojik yön ve retorikleri ile, siyasetin önemli bir söylem aracı, hatta belirleyicisi olarak kullanılıyorlar. Zizek’in deyimiyle; “Günümüzde kriz bir hayat tarzı haline geliyor. Hükümetler; yalnızca depolitize bir uzman idaresi ve çıkarların koordinasyonundan ibaret bir işlev görüyorlar. İnsanları bu tür siyasete seferber etmek için de toplum içinde farklı olandan duyulan korkuyu kullanıyorlar. Bu amaçla da farklı din, dil ırk, cins, inanç, vb. karşıtı söylemler, (hemen her yerinde) siyasetin merkezine oturuyor.” Türkiye’de yaşanan süreçte de, bu tür söylem örneklerine oldukça sık rastlanıyor. Son olarak iktidar, en yetkili ağızdan; “dindar bir nesil yetiştirme” amacında olduğunu açıklıyor. Bu amacın siyasi anlayışın doğal akışına(!) uygunluğunu vurgulamak için de; “ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsunuz?” diye soruyor. Önyargı ve nefret söylemini düzenleyen uluslararası hukuk belgelerine bakıldığında bu söylemin; ataistler, agnostikler, farklı inanç ve felsefi görüş sahibi insanlara yönelik bu tür bir söylem niteliği taşıdığı ortaya çıkıyor.
 
Zira önyargı, nefret söylemi ve/veya suçlarının kurucu unsurunu oluşturuyor vesosyal bilimciler tarafından; “bir grup veya grubun üyelerine karşı, peşin hükme dayanan genelde negatif bir ön değerlendirme” olarak tanımlanıyor. Psikolojide ise önyargı; “sadece bir fikir ya da inanç üzerine bir beyanat değil, horgörme, sevmeme ve nefret gibi duyguları içeren bir tutum olarak” kabul ediliyor. Tarlach McGonagle deyimiyle; nefret söylemi, aşırı önyargılardan bağımsız değildir ve onların dışavurumundan oluşur.
 
Bu temelde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’de nefret söylemini:”…hoşgörüsüzlüğe dayalı nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimi” olarak tanımlıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarında nefret söylemini; “dini hoşgörüsüzlük dâhil, hoşgörüsüzlükten kaynaklanan, nefreti yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı çıkaran” ifade biçimleri için kullanıyor.
 
Nefret suçu ve baskı
Eser Köker ve Sibel İnceoğlu’nun tespitlerinde yer aldığı üzere, nefret söylemi; sosyal inançlar, gelenekler, metaforlar ve kimlik özellikleri farklı olanları aşağılayan ve nesneleştiren klişeler aracılığıyla, yöneldiği birey ve grupları ötekileştiriyor. Demokratik bir sisteme eşit bir şekilde katılma cesaretlerini veya motivasyonlarını kırıyor. Sessizleştiriyor. Üzerilerindeki baskıyı arttırıyor. Şiddete ortam hazırlıyor ve onu meşru kılıyor. Çoğu kez “nefret suçlarına” dönüşebiliyor.
 
“Dindar bir nesil yetiştirme” amacı ile işaret edilen sosyal yapının kendisi de, bu açıdan tehlikeli bir ortama işaret ediyor. Zira bu yapı; bir temel hak olarak din özgürlüğü kapsamında bireylerin; kendi iradeleriyle bir dine mensup olmalarını, o inancın ibadetini, ahlak sisteminin kural ve gereklerini yerine getirmelerini; o inancı öğrenme ve yaymalarını; “inanç” temelinde olmak koşuluyla örgütlenmesine katılmalarını değil; bunların ötesinde ve dışında bir durumu ifade ediyor. İfade edilen durum; toplumsal yaşamı düzenleyen tüm ilkeleri (hukuk dahil), beli bir inancın kurallarından oluşturma, devlet kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesini ve işletilmesini, bu kurallara göre düzenleme ve yürütme yönünde bir yapıya işaret ediyor.
 
Yetişen dindar nesiller
Nitekim, Türkiye’de son yıllarda yapılmış araştırmalar zaten “dindar nesillerin yetişmiş” olduğunu, bunu yeniden amaç edinmeye gerek olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Sabancı Üniversitesinin 2008/09 yıllarında yapmış olduğu; “Türkiye de Dindarlık Uluslararası Bir Karşılaştırma” adlı araştırmanın sonuçlarına göre; katılımcıların %87’si kendini “dindar” olarak görüyor. Erkek katılımcıların %74, kadınların %50’ si haftada bir kez veya daha sık, ibadet için camiye gittiğini söylüyor. Boğaziçi Üniversitesinin 2010 yılında gerçekleştirdiği; “Bizlik Ötekilik ve Ayırımcılık Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler” başlıklı araştırmaya göre ise; katılımcıların %82’si; “dinin gelenek ve göreneklerine, giyim kuşam ve davranış kurallarına uyduğunu” belirtiyor.
 
Her iki araştırmada da katılımcıların, kendilerinden farklı özellik taşıyanlar hakkındaki düşünce ve tutumlarını gösteren rakamlar; nefret söylemi ve/veya suçu potansiyelini çarpıcı sonuçlarla ortaya koyuyor. Katılımcıların; yüzde %84 “Müslümanlara karşı görüşlerim çok olumlu” derken; sadece %13 Hıristiyanlara; %10’da Musevilere karşı olumlu görüş taşıdıklarını belirtiyor. %37‘si “farklı bir dine mensup olanların, seçimlerde oy vermeyi düşündüğüm partiden aday olmasını kesinlikle kabul etmem” derken; “muhtemelen kabul etmem” diyenlerin oranı da %12 oluyor. “Farklı dinden olanların kamuya açık toplantılar düzenleyerek, fikirlerini açıklamalarına izin verilmemeli” diyenlerin oranı %59; “farklı dinden olanların kendi görüşlerini anlatan kitaplar yayımlamalarına izin verilmemeli” diyenlerin oranı da %54 oluyor. %59’luk oranı da; ataistlerin kendilerini gizlemeleri gerektiğini belirtiyor. Bu atmosferin toplumu nereye sürükleyeceği ortada. Farklılıkların eşit haklarla bir arada var olmasını sağlayacak, “etik ve siyasi bir entegrasyonu” başarmak ve ortak bir siyasi kültür oluşturmak durumundayız. (radikal.com.tr)
 
NEVAL OĞAN BALKIZ: Dr. Hukukçu/Akademisyen 

Etiketler: insan hakları, nefret suçları
İstihdam