12/10/2010 | Yazar: KAOS GL

EMİR KUSTURİCA, SEREBRENİCA KATLİAMI, SANATÇI/AYDIN SORUMLULUĞU

O, Sanatçı Ahlakının Sembolü Olacak Kadar Temizdir Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
EMİR KUSTURİCA, SEREBRENİCA KATLİAMI, SANATÇI/AYDIN SORUMLULUĞU
 
Kusturica sineması son çeyrek yüzyıllık dünya sinemasında çok-kültürlülük ile en çok anılması gereken uluslararası yönetmen olarak kabul edilecek kadar net ve karakteristiktir. Kusturica’nın tek bir filminde dahi, yönetmenin bakış açısı ve kameranın söylemi incelendiğinde, ırkçı ve emperyalist olarak kabul edilebilecek hiçbir şey yoktur. Ülkemizde sürekli kendisi hakkında yalan söyleniyorsa, buna uluslararası bir yönetmen ve kültür bakanı da katılmışsa, o ülkeyi terk edip gitmesi, anasının ak sütü gibi helaldir

Kusturica adının Türkiye’deki tarihini inceleyecek olanlar ilk kez Uluslararası İstanbul Film Festivali ile karşılaşırlar. Kusturica’nın iki önemli ve ödüllü filmi "Dolly Bell’i Anımsıyor musunuz?" ile "Babam İş Gezisinde" filmleri 80’li yıllarda gösterildi. Ardından 'Babam İş Gezisinde' Türkiye’de gösterime girdi, ondan sonraki bütün filmleri şu ya da bu şekilde ülkemizde gösterime girmiştir. En çok bilinen filmi ise Çingeneler Zamanı’dır.
Ben bu tarihi ve filmleri 1980’li yıllardan beri takip ediyorum ve ulusal ve uluslararası basından okuyorum. Hatta 'Babam İş Gezisinde' filmini Boğaziçi Üniversitesi Sinema kulübünde bizzat makinistliğini de yaparak gösterdim. Film üzerine tartıştık arkadaşlarla.
Kusturica’nın tarihini okuyanlar, kendisinin Yugoslavya’ya bağlı olduğunu bilirler, ama daha da önemlisi Kusturica Yugoslavya yönetimine de muhalifti. Örneğin 'Babam İş Gezisinde' filminde Stalin hakkında eleştirel sözler sarf ettiği için, haksız yere sürgüne gönderilen bir babanın yokluğu üzerine kuruludur. Sürgüne giden babanın çocuklarına söylenen bir yalandır iş gezisi.
Peki, Kusturica sinemasının özelliği nedir? İşin insanı en çok 'acıtan' tarafı ise budur: Bütün Kusturica filmlerinin genel özelliği çok kültürlülük üzerine kurulmasıdır. Hatta denebilir ki Kusturica sineması son çeyrek yüzyıllık dünya sinemasında çok-kültürlülük ile en çok anılması gereken uluslararası yönetmen olarak kabul edilecek kadar net ve karakteristiktir. Kusturica’nın tek bir filminde dahi, yönetmenin bakış açısı ve kameranın söylemi incelendiğinde, ırkçı ve emperyalist olarak kabul edilebilecek hiçbir şey yoktur.
KUSTURİCA'NIN SİYASİ TAVRI SİNEMASINDAN ÖNEMLİ
Buraya kadar normal: Çünkü Türkiye’deki eleştirilerin ana gövdesi Kusturica’nın yönetmenliğine ve sinemasının siyasi/ideolojik yüklemlerine karşı çıkmıyorlar, aksine önemli olduğunu kabul edip, siyasi tavrı üzerinden eleştiride bulunuyorlar.
Ben bu tarihi okumuş, bizzat Türkiye’den tanıklık etmiş, uluslararası siyaset ve kültür sanat dergilerini okumuş birisi olarak (Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesi sağ olsun), diyorum ki Kusturica’nın siyasi tavrı sinemasından çok daha onurlu ve başarılı ve dürüsttür. Neden?
Yönetmen ile aydın/siyasal fikirleri olan insan Kusturica arasında ayrım yapmak bize 12 Eylül’ün bir mirasıdır, aptalcadır ve dahası ahmakçadır, çünkü ikisinin dolayımlı etkileri çok açık olarak görülebilir. Ama gerçek şudur ki çatışmanın çok yoğun olduğu topraklarda, özellikle aynı ulusal yapı içinde çok halklı ya da etnisiteli topraklarda çatışma çıktığında saf kalabilmek çok daha zordur, işte Kusturica bunu başarmış birisidir. Türkiye’den ayrılmadan önce, Kusturica’nın kendisi hakkında söyledikleri tamamen doğrudur ve dürüstçedir. Kusturica daha 1989'dan itibaren çok açıkça siyasi olarak iki tavra sahip oldu: Birincisi anti-emperyalist oldu, ikincisi ise Yugoslavya’nın dağılmasına ya da bölünmesine karşı çıktı. Eğer söyleşilerini ve filmlerini okuyup-seyrederseniz, bunun nedenleri çok açık olarak anlaşılır. Çünkü ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra Yugoslavya etnisite temelli çatışmaların Avrupa’da en az olduğu ülkeydi. Buna Fransa, İngiltere, İspanya, Yunanistan ve Türkiye’de dahildir. Kusturica çok dinliliği ve çok etnisiteliği bir sorun olarak değil, bir zenginlik olarak gördü. Daha da önemlisi bunu anti-emperyalist görüş ile de birleştirdi. Çünkü biliyordu ki ve savunuyordu ki ve tarih onu haklı çıkardı ki Yugoslavya’da etnisite temelli her ayrılık bir başka ayrılığı getirecekti, burada emperyalist devletlerin kuklası olmaya mahkûm devletçikler kurulacaktı. Kuruldu da. Ama yalnızca bunlar da değildi itirazının nedeni. Etnisite temelli bölünmeler bile Yugoslavya sınırları içinde hiçbir zaman saflığa ulaşamazdı, her tür küçük devletçik içinde bile mutlaka azınlıkları içerecek ve yine etnisite merkezli çatışmaların çıkacağı yeni gerilim merkezleri olacaktı. Bugün bu kadar bölünmüş Yugoslavya artığı ülkelerin hiçbirisi etnik olarak saf değildir, her birisi kendi azınlığına sahiptir, her birisi bizzat bu nedenlerle geçen on beş yıllık dilimde ve önümüzdeki on yıllar içinde etnik merkezli gerilimlere sahne olmuştur ve olacaktır. Sadece ulusal maçların bile çatışmalara neden olduğu bir ülke düşünebilir musunuz, üstelik kendisi oynamadığı halde? Türkiye ile Sırbistan arasında daha haftalar önceki basket maçından sonra Yugoslavya sınırları içinde kan aktığını hatırlayın.

MİLLİYETÇİ YA DA ETNİK HİSTERİYE KAPILMADI

Kusturica Sırbistan’ı desteklemedi, Kusturica yalnızca Yugoslavya’nın parçalanmasına karşı çıktı, aynı şekilde bugünkü Sırbistan’ın tarihsel olarak ilk siyasal eğilimi bu parçalanmaya karşı çıkmak oldu. Dolayısıyla yakınlaşmanın merkezinde yatan unsur da bu oldu. Çatışmalar ise açık söyleyelim Avrupa’da özellikle Almanya, dünya da ABD olmak üzere tümüyle bir NATO operasyonu olarak kaşındı, kanatıldı ve son biçimini aldı. Bu nedenle ister Avrupa Birliği'nin çeşitli ülkelerinin, isterse Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün birliklerinin katliamlara, pogromlara, tecavüzlere niçin izin verdiğini tartışın. Ama gerçek şudur ki Almanya’nın birleşmesi ve Berlin Duvarı'nın yıkılması sürecinin ardından Almanya’nın tarihsel emperyalist hedeflerinden olan Doğu Avrupa üzerindeki egemenlik çabalarından destek alan çatışmalar, özellikle 1990'dan sonra giderek filizlendi, kök saldı ve yayıldı. Yugoslavya’da ulus devletler değil de neredeyse tribalist bir yapılanma ortaya çıktı. Gerçek şudur ki Yugoslavya’nın parçalanması bir hakikat boyutunu kazandıktan sonra da Kusturica hiçbir zaman milliyetçi ya da etnik bir histeriye kapılmadı, Sırp aşırılıklarına karşı çok açık tavır aldı, bunu uluslararası sanat ve siyaset ortamlarında dile getirdi, eyleme döktü. Kendi aile kökleri de Müslüman ve Hıristiyanlığın bir karışımından oluşuyordu. Kaldı ki hiçbir zaman fundamentalist olmadı, ne şimdi ne de geçmişinin herhangi bir anında. Hiçbir aşırı eylemi desteklemedi, içinde yer almadı. Abartıyorsunuz meselesi ise onun en saf kaldığı yerlerden birisiydi. Arkadaşlar başta Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği olmak üzere, Körfez Savaşı, Irak, Afganistan ve İran meselelerinde dünya medyasını yönlendiren batılı ve özellikle Amerikan medyasının nesnel olarak dünyayı bilgilendirdiğini söyleyen insanın yüzüne tükürün. Çünkü çok açık, aleni ve her şeyin ortaya çıktığı koşullarda bile yalan söyleyen insan at izi it izini birbirine karıştırmak niyetiyle hareket ediyor demektir. Almanya’da Irak’a müdahale etmek için halka başbakanın yaptığı konuşmalarda, yarım saat içinde Almanya’yı yerle bir edecek kitle imha silahlarına Saddam’ın sahip olduğu yalanı söylendi. Oysa o zaman Saddam bırakın Almanya’yı Irak’ın topraklarında bile serbestçe hareket edemiyordu. Birinci ve ikinci körfez savaşı sırasında, askeri gücünün ne kadar güdük olduğu zaten görüldü. Amerika ise kelimenin en açık anlamlarıyla, uluslararası tüm müdahalelerini bir yalan üzerine bindirilmiş kamuoyu yaratma politikalarını yirminci yüzyılın bütün aşamalarında kullanıyor zaten. Uluslararası medya, körfez savaşı sırasında Alaska’daki batık petrolün denize yayılmasının deniz canlıları üzerindeki etkilerini İran Körfezine monte edip günlerce kullandı zaten. Yugoslavya’da daha savaşın patlak verdiği ilk hafta 250 bin insanın öldüğü haberine ilişkin “abartıyorlar” demek kelimeni gerçek anlamıyla sadece doğru söylemektir, üstelik içinden geldiği, bildiği topraklar, üstelik anavatanı hakkında, üstelik uluslararası medyada. Onu getirip “yok saydı”ya indirgemek, açıkça yalan söylemektir.
GİTMESİ ANASININ AK SÜTÜ GİBİ HELALDİR
Kusturica için etnisite temelli soykırım, tecavüz, işkence, kültürü yok etme söylemlerine girmek, Kusturica’nın midesini bulandırıyordur, bu nedenle kendisini savunmaya bile gerek duymaması insanidir, hatta doğrudur. Ülkemizde sürekli kendisi hakkında yalan söyleniyorsa, buna uluslararası bir yönetmen ve kültür bakanı da katılmışsa, o ülkeyi terk edip gitmesi, anasının ak sütü gibi helaldir, eğer haram aranıyorsa, bu yalan cephesinde aranmalıdır. Tekrar edelim, Kusturica’nın Sırbistan’da, daha savaş devam ederken, siyaset sıcak akarken, Sırp yetkililerine kafa atacak kadar açıkça tavrını belli etmiş bir insanın tavrı için, herkes yapamaz, sıkar demek gerekir. Gidin, o insanın müziği, sineması, aydın karakteri önünde diz çökün, onu soykırım suçlusu gibi göstermek açıkça ahlaksızlıktır, yalancılıktır, dar parti politikası gütmektir. Sanat siyaset ilişkisi hakkında da şunu söylemek gerekir: Sanatın siyasi boyutu olduğunu inkâr etmek yalancılıktır. Ama sanatı siyasetin dar cenderesine mahkûm etmek sığlıktır, hele benden olmayan bertaraf olur söylemi ise faşistliktir, bilmeyenlere hatırlatılır. İnsanın onuru ile oynayan ilk önce kendi onurunu kaybeder, gayet diyalektik bir ilişkidir. Yalan, yalan, hep yalan, nereye kadar?


Etiketler: kültür sanat
İstihdam