13/03/2014 | Yazar: Kaos GL

Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları’ndan Doç. Dr. Betül Yarar ile barışın toplumsallaşmasına feminist katkıyı konuştuk.

Ölüme Karşı Yaşamı Savunmak Lazım Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları’ndan Doç. Dr. Betül Yarar ile barışın toplumsallaşmasına feminist katkıyı konuştuk.
Devletin Kürtlerle çatışmasında hâlihazırda devam eden savaşmama kararı ile bir “çözüm sürecine” girildi. Sürmekte olan savaşmama kararının nasıl bir “barış” sürecine evrileceği konusu, yaklaşımlar farklı olsa da herkesin ortak tartışması olmaya devam ediyor. Barışın kurulabilmesi için Kürtler “hak”, “adalet” ve “eşitlik” istiyor; barış sürecinde geriye dönülmemesi için Kürtleri öz­gürleştirecek “eşit katılım” nasıl inşa edilebilir?
Esasen bunun yoluna, yani Kürtleri özgürleştirecek “eşit katılım”ın nasıl inşa edilebileceğine dair net bir takım adımlar konuşuldu. Üç adımla tanımlanan süreç oldukça kapsamlı. Tabi buradaki en kritik aşama silahların bırakılmasından demokratikleşme aşamasına geçiş. Bu süreçte bugün de görüldüğü gibi beklenmedik çok şey yaşanabilir ve demokrasi aşamasına geçişimiz sanıldığı kadar hızlı ilerlemeyebilir. Reyhanlı olayı, ardından Gezi Parkı Direnişiyle birlikte gelişen olaylar bunu gösteriyor. Toplumsal bir uzlaşı yaratılmaya çalışılırken taleplerin yüksel­mesi ve çeşitlenmesi, Türkiye’nin her kesiminden insanın siyasal sürece bir özne olarak katılma arzusunu görmek olumlu bir gelişme. Bu açıkça silahların bırakılmasıyla başlayan barış ve yeniden yapılanma sürecinde biz de varız deminin bir yolu gibi geliyor bana. Ama bu taleplerin örgütsüz bir kitle tarafından eklektik bir biçimde ele alınıyor olması, milliyetçilik motifini taşıyor olması, uzlaştırıcı-ortaklaştırıcı bir sürecin merkez kaç eğilimlerle parçalanmasına ve çatışmaya dönüşme ihtimali olduğuna da işaret ediyor. Bu da kontrollü ve kapsayıcı bir barış sürecinin inşa edilmesi konusunda soru işaretlerini arttırıyor. Üstelik bu tepkileri toplayan AKP’nin otoriter tavrının yarattığı birikim kitlelerde ciddi bir güven açmazına yol açmış durumda. Bu bağlamda hükümetin iç ve dış politikasını çok daha fazla demokratik ve güvenilir temeller üzerine kurması şart. Muhalif sol gruplar AKP politikalarını eleştirirken barış ve demokratikleştirme sürecini güçlendirmek adına bunu yaptığını unutmamalıdır. Ülkeyi yeniden bir iç savaşa sürüklemekten kaçınmalıdır. Nitekim Gezi Parkı direnişi sürecinde açıkça Barış karşıtlığı söz konusu edilmemiştir. Türkiye bence barış istiyor ama endişeleri var. Bu da çok anlaşılır. Ancak hükümete yönelik muhalefetimizin ve beklentilerimizin de sınırlarını görmek lazım. Sonuç olarak neo-liberal olmakla kalmayıp, otoriter-muhafazakâr bir rejim mevcut olan. AKP’nin sınırları bizi zorlayacaktır. Ama müzakere karşılıklı bir süreç ve bu nedenle tarafların bazı konularda mücadele etmek kadar, taviz vermeye de hazır olması gerekir. Mücadele ile müzakere birlikte yürütülmelidir. Ütopik beklentiler yerine, anlamlı kazanımlarla adım adım ilerlemeyi ve her şeyi bir anda talep etmek yerine talepleri mücadeleye yayarak ilerlemeyi önüne koyan bir muhalefet yükseltmek gerekir. Dolayısıyla herkese iş düşüyor. Başta AKP’ye olmak üzere, muhalefete de siyasal müzakere sürecini, bu sürecin içermesi gereken eleştiri boyutunu ve sürecin toplumsal katılımı arttırarak nasıl yürütüleceği konusunu düşünmek ve iyi yürütmek düşüyor. Bu aşamada demokrasi talebinin en reel karşılığı yeni Anayasa, Siyasi Partiler ve Seçim yasasıdır elbette. Bunlara ilişkin yaygın olarak bilinen taleplerimiz var. Yeni Anayasa fikrinde birleşen feministler, kadınlar, LGBT’ler, Kürtler, Ekolojistler, Sendikalar vb. taleplerini yükseltti. Bu noktada Kürt hareketi ve liderleri tarafından hep şu vurgulandı: Biz sadece kendimiz için değil, tüm Türkiye ve Türkiye halkları için barış ve demokrasi istiyoruz… Bence artık Kürt hareketinden beklemek yerine, Batı’da bizlerin şunu diyebilmesi lazım: Kürtlerle ilgili siyasal temsil ve hak sorunun çözümü için önerilenlere bakınca, Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesi demek ve Türkiye solu, sosyalistleri, feministleri, LGBT hareketi olarak biz bunu istiyoruz, bunu örgütleyeceğiz. Kendi politikamızı toplumsallaştıracağız. Belki de şöyle demek daha doğru: Kendimizi politikalarımız yoluyla toplumsal­laştıracağız. Çünkü Türkiye solunun, muhalefetinin en zayıf yanı toplumsallaşamıyor olmasıdır. Türkiye’nin demokratikleşmesi için gereken yasal düzen­lemeleri biliyoruz bölgesel özerklik kavramına denk düşecek bir adem-i merkezilik, yerinden yönetim, seçim barajının düşürülmesi, belirli bir etnik kimliği merkeze alan vatandaşlık tanımının değişimi, ana dilde eğitim, terörle mücadele yasasının değişimi, vb. Bütün bunlar LGBT hareketine de, feministlere de yarar. Heteroseksist, eril tahakkümü perçinleyen uygulamaların zayıflaması demektir bunlar… Bunların yanı sıra daha partiküler talepler de vardır ve olmalıdır. Örneğin kadınlar için Siyasi partiler yasasında kotanın getirilmesi gibi.
 
Kürtlerin tanınması ve eşit katılımı ile inşa edilecek toplumsal barış sürecinde diğer inkâr edilenlerin de sosyal ve siyasi özneler olarak geri dönebilmesine olanak sağlayacak “hak”, “adalet” ve “eşitlik” nasıl kurulabilir?
Bu sorunuz yukarıda belirttiğim genel çerçeveyle doğrudan ilişkili. Kürt sorununa çözüm olarak önerilen Anayasal ve yasal değişikliklerin Kürtlere özel olması beklenemez. Bu soruna ve farklı gibi duran mücadele hatlarına bu geniş açıdan bakmak gerekir. O zaman Kürt hareketiyle kadın hareketi ya da LGBT hareketi arasındaki ilişkileri kurmak daha mümkün hale gelir. Mesele sadece farklı sorunları tanıyan bir Kürt hareketi veya siyaseti geliştirmek değildir. Biraz da bizim kendi meselelerimizi Kürtlerin hak mücadelesiyle ilişkili olarak ele almamızdır. Bu noktada asıl gerilim bana göre daha çok farklı etnik ve dini gruplar arasında ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyet tarihi sahnesine aktör olarak çıkmış ve aralarında gerilimli ilişkiler kurulmuş olan özneler arasında. 1980 sonrası or­taya çıkan kimlik politikasının aktörleri arasında görece daha fazla uyum görünüyor. Ama örneğin Alevilerle Kürtler arasında var olan gerilim daha tarihsel… Dolayısıyla özne olma halinin sadece bir takım talepleri yan yanan dizmekle veya ona uygun teknik çözümler üretmekle gerçekleştirilemeyeceğini söylemek mümkün. Tarihe dayanan bazı hafızalar var. Bunlarla ilgili diyalojik ilişkiler kurabilmenin zeminin oluşturmak, bunu hedefleyen gi­rişimler başlatmak ve geliştirmek lazım. Daha toplumcu siyaset yapma biçimlerine ve duyarlılıklarına ihtiyacımız var. Savaş kolay deniyor ya, işte o bundan. Çünkü bu tür toplumcu ve diyalojik alanlar oluşturmanın yollarını ve yöntemlerini bilmiyoruz. Bu sadece Kürt hareketi için değil, esas olarak Türkiye Solu için daha fazla geçerli bir tespittir. Türkiye’nin bildik Sol liderlerini var kılan dayandıkları kitleler değil ne yazık ki sadece geçmişleridir. Bu sadece onların peşinden gitmeye devam eden kesimler için değil, onlarla muhatap olan AKP veya onlarla ittifak kurmaya yönelen BDP gibi partiler için de geçerli bir algıdır. Bu bakımdan 1980 sonrası yeni toplumsal hareketlerin deneyimlerinin eleştirel bir süzgeçten geçirilmesinin ve solun reel politikaya duyarlılığıyla bunların sentezlenmesinin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Son kertede elbette esas uzlaşmanın yaratıldığı yer Anayasa-Seçim Yasası metinleri olacaktır. Bu yöndeki adımların da belki de hız­landırılması gerekmektedir. Bu yasal metin içinde tüm bu taleplerin birlikte düşünülmesi ve ele alınması önemlidir elbette. Ama birikmiş toplumsal öfkeleri okuyabilmek ve Türkiye’nin Batı’sına hitap edebilmek, orada etkili siyaset yürütebilmek, Barış’ın yeni bir Anayasa inşa etmek kadar, yeni bir sosyal yaşam örmekle olan ilişkisini kurmak, bunun örneklerini şimdiden geliştirebilmek de önemli. Bu açıdan Türkiye soluna çok iş düşüyor. Ama ne yazık ki çok geri bir noktadayız.
 
Barışın toplumsallaşmasına feminist katkı ne olabilir?
Aslında sol için düşündüklerim Kadın hareketi için de geçerli. Kadın hareketinin de sosyal bağlarının zayıf olduğunu düşünüyorum. Gezi Parkı direnişi sonrasında sahne alan kadınların çoğuyla sadece söylem düzeyinde bir etkileşimimiz, o da kısmen var. Kadın hareketi bundan daha ötesini yaparak Barış sürecine inanılmaz katkı sağlayabilir. Anlamlı bir hükümet muhalefeti kurulmasından, yeni toplumsal hayatın akslarının nasıl örülebileceğine dair ilkelerin belirlenmesine kadar, solcu erkeklerin giremedikleri müzakere kulvarlarına sızmaktan, Barış dilinin geliştirilmesine kadar pek çok şeyi başarabilir kadınlar. Nitekim kadınlar ve örgütlü kadın mücadelesi Barış sürecine ilk ve en hız­lı refleks gösteren kesimlerin başında geliyor. Attıkları adımlar da hiç küçümsenir boyutta değil. Üstelik bir de Türkiye kadın hareketinden farklı niteliklere sahip ve oldukça kitlesel bir Kürt Kadın Hareketiyle dayanışma içinde… Barış sürecine ivme katacak hamleler kadar, Barış süreci sonrasında önümüze dağ gibi yığılacak “peki ya şimdi” sorusuna yanıt ararken feministlerin pek çok sözü ve önerisi olacağından eminim. Geleceği kadınlarsız kuramazsınız sloganını yetersiz buluyorum. Geleceği bıraksanız kadınlar çok güzel kurar. Erkekleri de biz özgürleştirebiliriz. Çünkü tüm bu yaşananların eril iktidar biçimleriyle doğrudan ilişkisi var. Alternatif ve eleştirel bir cinsiyet duyarlı bakış çözümü çok daha netleştirip güçlendiriyor. Bunu LGBT hareketiyle ve Kürt Kadın Hareketiyle birlikte geliştireceğiz inanıyorum. Ancak bu noktada dikkat çekmek istediğim iki şey olabilir. Öncelikle kadınların hepsi aynı dili konuşmuyor. Kürt kadınlarla, Gezi Par­kı direnişine tencere tavalarıyla katılan kadınların dili aynı değil. Kadınlar içinde olumlu olduğu kadar, olumsuz eğilimleri ve gerilimleri birlikte görmemiz lazım. Bu gerilimli unsurlar arasında nasıl ilişki kuracağımız hakkında kafa yormamız lazım. Kadın­ların yapıcılığının sınırlarıyla ve direngen noktalarla mücadele etmemiz lazım. Bunun için de kadın hareketinin yüzünü topluma dönmesi, çelişkileri, tutarsızlıkları okuyabilmesi, anlaması ve sabırla örülecek bir hegemonya mücadelesinin içinde olduğu bilinciyle kadınlarla buluşma ve ortaklaşma isteğinden vazgeçmemesi gerekir. Kadın hareketi toplumdan biraz kopuk avangard bir dile savrulmuş durumda yer yer. Bu halden kurtulmak gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca savaş son kertede erkekler arasındaki bir mücadele. O nedenle sadece dişil olanın yapıcılığından değil, erilliğin yıkıcılığından ve erkekliğin sorgulanmasından da geçecek pek çok şey. Hatta erkeklik-dişilik karşıtlığı yerine toplumsal cinsiyet normlarından bağımsızlaşmak ve yaşam siyasetini savunmak asıl hedef olmalı. Bu yönde de laf ve düşünce üretmemiz lazım. Bu nedenle bağımsız örgütlülüğümüzü koruyarak, ama her zaman LGBT hareketiyle ortak mücadele vermeli, hatta za­man zaman muhalif erkeklerle de yol göstericilik yapabilmeliyiz. Onlarla ortaklaşa eylemlerden kaçınmamız lazım. En azından ürettiğimiz sözlerle erkekleri de değişime çağırmayı hedeflemeliyiz. Ölüme karşı yaşamı savunmak lazım. Sol kültürün içinde derin bir ölüm güzellemesi ve eril kahramanlık kültürü var. Bizler başta kadınlar olmak üzere yaşamı yeniden örmeye çok daha fazla önem atfetme eğilimindeyiz. Bence doğrusu da bu… Asıl meselenin kurtuluş için ölmek olmadığını, özgürlük için yaşamak ve yaşamı yeni değerler üzerinden örmek olduğunu göstermek, anlatmak lazım. Karma zeminler çok önemli olduğu gibi, bu zeminlerde sadece kadınları ilgilendirdiği var sayılan (kadın haklarıyla sınırlı) meselelerle ilgili konuşmakla yetinmemeliyiz. Örneğin Anayasa’da doğrudan kadın haklarıyla ilgili birkaç madde yerine, kadınlar başkanlık sistemini de kendi veçhelerinden ele alabilmeli. İri lafları erkeklere bırakıp, kendi alanımızı daraltmaktan, gettolaşmaktan vazgeçmeliyiz. Toplumsal yaşamın ve siyasetin geneline dönük feminist politika yapmanın ve yeni yaşam alanları açmak üzere toplumsal mücadeleyi harekete geçirmenin, bu yönde girişimlerde bulunmanın zamanıdır.
 
Bu söyleşi ilk olarak Kaos GL dergisinin “Barış, direnişe devam” başlıklı 131. sayısında yayınlanmıştır. 

Etiketler: insan hakları
İstihdam