27/10/2016 | Yazar: Kaos GL

Emre İzgi, Kaos GL dergisinin Queer Çalışmaları dosya konulu 149. sayısına yazdı.

Ormanlara karşı ağaçları savunmak: Çuvallamanın Queer Sanatı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Animasyonlar, çocuklar için üretilmiş olmanın açıklığı/queerliği ve yeni teknolojilerden kaynaklanan farklı perspektifleri izleyiciye sunma imkânını birleştirerek dönüşümü talep eder ve yetişkinlik normatifliğine dair etkili eleştiriler taşır.

Emre İzgi, Kaos GL dergisinin Queer Çalışmaları dosya konulu 149. sayısına yazdı:

Çuvallamanın Queer Sanatı”, neredeyse tüm eserlerinde ikili cinsiyet kalıplarını ve uzantılarını queer teori ve anarşist tahayyüllerin iç içe geçtiği bir bakış açısıyla eleştiren Judith ‘Jack’ Halberstam’in popüler kültürde önemli yer tutan animasyonlar başta olmak üzere, filmler, avangart performanslar ve queer sanat üzerinden yaptığı okumalarla vücut bulan bir eser. Kapitalizmin değerler sistemi içerisinde sürekli en korkutucu ihtimal olarak karşımıza çıkan çuvallama mefhumuna tutunan Halberstam, kavramı, olumsuz tecessümleri bir yana bırakarak etkili bir direniş stratejisi olarak yeniden ele almaya davet ediyor.

Kitabın giriş bölümünde, yazarın okumaları için temel metodolojiyi sağlayan ve Stuart Hall’ün çalışmalarından esinlenerek oluşturulmuş “Alçak Teori” hakkında bilgi verilmektedir. Alçak Teori, geleneksel akademik bilgi üretimindeki açıklayıcılık ilkesinin yerine kapsayıcılık ilkesini koymakta ve herhangi bir düşünce haritasını takip etmeyi reddetmektedir. Kaybolmayı, bir sonuca varamamayı ve çuvallamayı göze alarak hiyerarşik olarak aşağıda konumlanan bilgi türlerini sahiplenmekten çekinmemeyi niteler. Bu bağlamda, “yüksek teorinin” karşısında Gramsci’nin karşı-hegemonya adını verdiği “öteki” rakip fikirler kümesinin izini sürer.

Halberstam, tabi kılınan bilgiye direnebilmek için üç strateji ortaya koyar. Bunlardan ilki, ehliyete direnmektir. Bu, aynı zamanda çuvallama için de bir ön koşuldur. Ehliyetin reddi, kapitalizmin başarı-kar dayatılarına ve akademik hegemonyaya direniş anlamını da bünyesinde barındırır.  İkinci strateji, naif ve saçma sapan (aptal) olana öncülük tanımaktır. Üniversiteye hapsedilmiş bilgi üretiminin boyunduruğuna teslim olmak yerine, özellikle antikolonyal, dominant kültürün karşısında yer alan “muhteşem” beyinler tarafından üretilme zorunluluğunu reddeden bilgilere vurgu yapılmasını savunur. Üçüncü tez ise, anıtsallaştırmadan şüphe etmektir. Hafızayı bir disiplin mekanizması olarak ele alan Halberstam, toplumsal anlatıların, seçerek, eleyerek, bir kesimi görmezden gelerek ve kahramanlaştırarak oluşturulma özelliğine vurgu yaparak anımsamak ve anıtsallaştırmak yerine unutma silahını koymak gerektiğini öne sürer. Ona göre “unutmak, kesin kanıtlardan ziyade görüngeselliği, mirastan ziyade kayıp soy kütüklerini, yazıttan ziyade silinmeye dayalı yeni bellek türlerini serbest bırakır. Queer bilginin, heteronormatif sistem tarafından ehliyetsiz, saçma (aptal, basit, ciddiyetsiz) ve anlatıya dâhil edilmeyen olarak konumlandırılması gerçeğini de göz önüne aldığımızda Halberstam’in stratejilerini dikkate almak oldukça önem kazanmaktadır.

Karşı-hegemonyacı bir kuramsallaştırma, doğal olarak, alternatif siyasi oluşumların varlığıyla ilgilenmek durumundadır. Yürünmemiş siyasi yollara göz gezdirmek alternatif hayat tarzları için verilen mücadeleye fikir sağlamak için önemlidir. Ancak yazar, queer konumlanışların da dâhil olduğu bu tür korsan kültürlerin soy kütüğünü çıkarırken, geleneksel bilgi üretiminin başvurduğu kaynaklar yerine popüler kültür dünyasındaki karşıt bilgi arşivlerine yönelmeyi tercih etmektedir.

Kitabın birinci bölümünün büyük kısmı, çuvallamayı merkezine alan CGI teknolojisiyle üretilmiş animasyon film okumalarına ayrılmıştır. Tavuklar FirardaOyuncak HikâyesiKayıp Balık NemoSevimli Canavarlar gibi animasyonlar yazar tarafından “Pixar-başkaldırı” adını verdiği özel bir türe dâhil edilir ve bu türün, queer hallere atıfta bulunan ve dönüşümü talep eden, devrimci filmler olduğu öne sürülür. Çocukluk döneminin, heteronormatif sistem tarafından katı bir yönlendirmeye maruz bırakılması bir delil olarak kabul edilerek, fazlasıyla queer olduğu tezi savunulur. Animasyonlar, çocuklar için üretilmiş olmanın açıklığı/queerliği ve yeni teknolojilerden kaynaklanan farklı perspektifleri izleyiciye sunma imkânını birleştirerek dönüşümü talep eder ve yetişkinlik normatifliğine dair etkili eleştiriler taşır.

Farklı canlı türlerinin bir aradılığına imkân veren bu filmlerde, özellikle hayvan karakterler önemli bir yere sahiptir. Animasyonlarda izlediğimiz hayvanlar, öteki insanlık hallerini sunmak için yeni bir temsil formudur. Anime edilen hayvan figürleri, istisnacılık adı verilen ve insanı yaşamın merkezine alan eğilime karşı çıktığı gibi aile ve diğer sosyal kurumlar üzerinde düşünmek için de bizlere yeni bir kapı açar.

Hayvanlar, sadece animasyonlarda değil, gazetelerin magazin eklerinde dahi insan ilişkilerini anlamak için bir model olarak kullanılır. Hem alçak hem de yüksek kültürde özellikle primatlar ve köpeklere dair hikâyeler, görünürdeki anlatının ötesinde insanın doğa ve kültürle kurduğu ilişkiyi tariflediği aktarım kanallarıdır. Kapitalist yönlendirme biçimleriyle günümüzde geçmişe göre çok yaygınlaşmış evcil hayvan edinme eğilimi de bu konuda değinilmesi gereken bir alandır. Nast’in eleştirel evcil hayvan çalışmaları, evcil hayvan sevgisinin günümüz toplumunda normatifleştirilmesi, etik bağlamda üstünlük anlamı kazanıp bu sevgiye sahip olmadığı, söz gelimi korktuğu, düşünülen bireylerin “tuhaf” kabul edildiği, kadın ve queerlerin hayvan sevgisiyle birlikte anılması gibi konulara değinir. Animasyonlar dışında hayvanların sıklıkla kullandığı film türü belgesellerdir. Yazar, İmparatorun Yolculuğu’nu merkeze alarak, hayvanları anlatan doğa belgesellerinde, Tanrı benzeri dış ses ve görünmez kameralarla üreme temelli cinselliğin nasıl doğallaştırıldığı ve hikâyenin heteronormatif politikalar çerçevesinde nasıl makaslandığını bizle hatırlatır. Buradan yola çıkarak biyoloji biliminin, transseksüel, eşcinsel, hermafrodit ve çok eşli türlerin evrimdeki yerini görmezden gelmesini haklı olarak eleştirir.

Pixar-başkaldırı filmleri, sadece hayvanlara değil insansı canavarlara ve ucube yaratıklara yer vererek bizleri farklı varoluş biçimleri üzerinde düşünme çağrısına devam eder. Çocuklarla canavarlar arasında geleneksel formdaki korkuya dayalı ilişkiyi yeniden üretmek yerine ortaklık temelli dostluk ilişkileri kurarak sıra dışı bir temsil sunar. İnsan ile canavar arasında bağ kurulması, daha geleneksel ve romantik bağları kesmesi açısından da oldukça queer bir olgudur. .Robotlar benzeri animasyonlar, çocuk meydan getirme gibi cinsellikle ilgili kavramları, doğadan çok kültüre dayandırıp üreme yerine bir inşa eylemini ortaya koyduğu için yine queer düşünme pratiklerine daha yakın bir tavır sergiler. Tüm bu nedenlerden dolayı, animasyon dünyasını çocukça ve aptalca olarak yaftalayarak okumak, çocuk fantezilerinin alternatif yaşamlar için ne denli üretken ve ikna edici olduğunu kavrayamamak anlamına gelir.

Kitabın ikinci bölümü, unutma ve aptallık kavramlarının queer politikada alternatif bir sistem üretebilme gücünü anlamaya çalışıyor. Yazar, daha önceki bölümde filmler üzerinden kavramları tartışma metodunu burada da sürdürüyor ve aptallık için “Kanka, Arabam Nerede”, unutma kavramı içinse “50 İlk Öpücük” ve “Kayıp Balık Nemo”yu tercih ediyor.

Aptallık konusunda yazarın ilk dikkat çektiği nokta, kavramın cinsiyetlere gör farklı anlamlar kazanmasıdır. Erkekler için son derece olumlu durumları çağrıştıran bir kavrama dönüşebilirken kadınlar için sadece aşağılanma ve erkekten geride olma anlamı taşır. Erkekler için farklı bağlamlarda yatıştırıcılık, cazibe, rahatlatıcılık, masumiyet halini alır ve yeni maçoluğun da önemli bir parçasıdır. Politikaya aracı edildiğinde, Gerge W. Bush gibi erkeklerin “sizlerden biriyim” temalı seçim çalışmaları için kullanışlı bir nitelik haline gelir. Kadın aptallığı ise,  sadece erkeklerin kendilerini daha iyi hissetmesi için vardır. Ancak, heteroseksüel erkeğin avantajlı konumuna rağmen aptallık, tarihi aşındırmak için, hâlihazırdaki bilgiyi yıpratmak için kullanılabilir. “Kanka, Arabam Nerede” filminde olduğu gibi, heteroseksist bilgiyi içselleştiremeyecek kadar aptal olan beyaz erkek kendini homofobiden azat edebilir.. Beyaz erkek aptallığı, başka bilme biçimlerine imkân tanır. Zaman ve mekân içinde yolunu kaybetmeye yol açtığı için aptallık gelensek rotayı terk etmeyi de sağlar.

Unutmanın işlevselliği ise, tıpkı aptallık gibi başka bilme kiplerine izin verme ihtimaliyle ilgilidir. Bilgiyi unutmak, babadan oğula geçen aktarımı ve ödipal döngüyü kırmak anlamına geldiği için ataerkilliğin aşınmasını da sağlar. Özellikle, kadınlar ve queer için heteroseksist bağlardan kendini kurtarabilme imkânı taşıması yönüyle önemlidir. Unutkanlık kendini yeniden üretebilmek için büyük bir fırsattır.  Kayıp Balık Nemo gibi kendini sürekli yeni baştan yaratmak, bir queer için oldukça elverişli bir hal alabilir. Yazara göre, queer oluşun kendisi zaten geleneksel, kuşaksal ve tarihsel olanın unutulması anlamını taşır. Unutmak, devamlılığın sahteliğinden, organik gibi görünen tahakküm ilişkilerine ve seçici bir kurguya dayalı yapısından kendimizi kurtarabilmeyi de sağlar. Unutmanın psikanalizdeki yerini de düşünecek olursak, zorlayan, yoran, suçlayan bir geçmişten kurtulabilmek için bilinçdışının kullandığı bir tekniktir. Bunu bir metot olarak bilince de nakledebiliriz.

Yazarın, unutmaya düşünsel yatırım yapmasına karşın şüphelerinin de olduğu açıktır. Sonraki çalışmalarında unutma tezine daha mesafeli yaklaşacak olan Halberstam, unutmanın sömürgeci bir teknik olarak yerlileri kendi kültürlerinden soyutlamak için kullanıldığını bilir. Sinemada da çokça gördüğümüz gibi, egemenlik bireylerden direkt geçmişsi unutmayı talep edebilir. Kişisel olarak, yazarın unutma karşısındaki umutlu tavrını sınıfsal dinamikleri analizine yeterince etmemesine ve dilin kendisinin başlı başına bir hafıza alanı olduğunu görmezden gelmesine bağlıyorum. Ayrıca, kendimizi tekrar ve tekrar yeniden var etmek zihne heyecan verse de pratikte neredeyse imkânsız bir eyleme denk düşmektedir.

Üçüncü bölüm, kitapla aynı adı taşımaktadır. Önceki bölümlerde animasyonlar ve filmler üzerinden okumalar yapma metodu burada fotoğraf okumaları halini alır. Ayrıca, ana akım ürünler yerine burada queer sanat eserleri tercih edilir. Yazar, çuvallama konusuna antikapitalist vurguyla başlar. Çuvallamayı, kapitalist değerlerin ve sömürgeci tahakkümün reddi olarak görür.  Punk kültüründeki, olimpiyatlardaki, Bush dönemi politikalarındaki genel başarısızlıkları irdeledikten sonra queer olmanın, Lacanvari bir sistemde en baştan başarısızlık olarak okunabileceğini ifade eder. .L World isimli televizyon dizisindeki başarılı lezbiyen modelini, çuvallamaları görünmez kılmasından dolayı eleştirdikten sonra queer estetik kavramına varır. Başarısızlığa ve karanlığa yönelen negatif bir alan olarak gördüğü queer estetik, yazara göre başarısızlığa karşı değil tam tersine onunla işbirliği halindedir. Bu nedenle queerleri başarısızlığa bağlayan nitelikler hep göz önünde bulundurulmalı, kaybedilmeye çalışmamalıdır.

Queer ve karanlık ilişkisini, 20. Yy başlarından itibaren fotoğraf sanatında görebiliriz. Brassai ve Arbus’un queer fotoğrafları, bu ilişkiye örnek olarak gösterilebilir. Tüm ideal erkeksiliklerin imkânsız olmasına karşın “butch” fotoğrafları bize idealize edilmiş erkeksilikte başarısız olmanın en somut halini verir. Brsassai fotoğrafları, hem queer gece hayatının karanlığı hem butch başarısızlığı hem de queer kadınsılığın görünmezliğiyle üç yönlü bir çuvallama estetiğidir. Monica Majoli portreleri ise aşktaki başarısızlığımızı, arzularımızdaki çuvallamaları ele alışıyla queer estetiğe sahiptir. Queeri, estetik olduğu kadar epistemolojik olarak da başarısızlıkla ilintileyebileceğimizi söyleyen Halberstam, queer anti sosyal eşik olarak adlandırdığı zarar verici motivasyonları aşabilmek için kaybetme, boş verme ve çuvallamayı göze almak gerektiğini öne sürer.

İspanyol sanatçılar Cabello/Carceller’in fotoğraflarındaki queer estetiği tanımlarken özellikle boş havuz imgeleri üzerinde durmak gereklidir. Halberstam’e göre sermaye birikiminin simgesi olan havuzlar, boş fotoğraflandıklarında düpedüz çuvallamanın temsilcisi haline gelmektedir. Aynı havuzlar gibi bedenden arındırılmış mekânların da varlıksal özelliğini kaybettiğini söyler Özellikle queer barlar, Foucault’nun deyimiyle aynavari, heterotropik mekânlardır. Yüzeysel derinlik algısı bir illüzyondur. Gece bittiğinde lezbiyen barın tüm varlığı yok olur.

Bölümü “Shrek”le bitiren Halberstam, animasyonu queer bağlamda ele alır ve bu tür queer masallarda canavarların, canavar gibi kalmayı tercih edip prense dönüşmeyi reddettiği, bireyselliğe kollektiviteden ulaşıldığının vurgulandığını bu faktörlerin de queer hayatlarla paralellik taşıdığını söyler. Ona göre, muzafferle empati kurma çabamız her zaman muktedirin işine yarayacağına göre layıkıyla yapılan bir çuvallama queer için çok daha tercih edilesidir.

Dördüncü bölümde, daha önce çuvallama ve karanlık kavramları etrafında tartıştığı queer negatifliği ve ayrıca pasifist mazoşizmi, feminizme bir ihtimal olarak önerir. Queer negatiflik bağlamında öne sürülen ilk öneri anneyi kaybetmektir. Kuşaksal döngüselliğin yitimi anlamına da gelen bu öneri, annenin iktidarın ataerkil biçimleriyle kurduğu ilişinin yeniden üretilmesine engel olmak anlamına gelir. Bu tür bir kırılma, aynı zamanda kadının, erkeğin ötekisi olarak yeniden kurulmasını da yok edecektir. Negatiflik konuşmayı ve daha ötesinde oluşu da reddeden bir noktaya varabilir. Olmayı reddetmek, pasifliğin bir savunma mekanizması olarak kullanabilmesi olanağını düşündürür. Batı feminizmin güçlü bireyler olmak yönündeki yoğun güdüsü, MahmoodSpivak gibi postkolonyal feministler tarafından eleştirilir ve gölgede kalmış başka anlamlar olabileceği ifade edilir. Özgürlüğün amacının ataerkilliğe direnmek olmayabileceğini, motivasyonların başkalaşabileceğini söyleyen bu yazarlar, özellikle post yapısalcıların, kendiliği kurmak için ötekileri yaratma eğilimine karşı çıkarlar. Bersani’de ise pasifist mazoşizm, başlı başına bir feminist direniş silahına dönüşür. Jelinek’in Piano Teacher romanından yola çıkıldığında, kendine zarar verme, bünyedeki faşist etkileri yok etme amacı taşıyabilir. Bu alamda, yazara göre mazoşizm, “olmayı” reddetmek yönüyle feminizme yeni bir anlamı tanıtır.

Beşinci bölümde, eşcinselliğin faşizme eklemlenme halleri, eşcinsel erkekler ve Nazizm ilişkisi üzerinden tartışılır. Zaten, eşcinsellikle faşizmin girift ilişkisi en çok Nazizm üzerinden tartışılmıştır. Eşcinsel erkeklerin Nazi rejiminin kurbanı olmasına karşın sistemle kurduğu ortaklığın tartışılması, yazara göre önemli bir konudur. Cinselliğin politik olduğu tezinden yola çıkıldığında cinselliği bize şekil veren bir olgu olma dışında kendiliğimiz parçalarken de kullanabilmemiz gerekir. Ancak burada önemli nokta cinsel edimlerin, muhafazakâr ya da liberallik gibi siyasi tutumlarda belirleyici unsur olmadığının altının çizilmesidir. İngiliz faşizm hareketine katılan erkeksi kadınların ve Nazi zulmünden baskı gördüğü halde Alman Yoldaşlığı günlerine özem duyan eşcinsel erkeklerin görmezden gelindiğini iddia eder.

Erotik imgelemle ideolojinin ilişkisiz olduğu önermesine karşı çıkan Halberstam, eşcinsel erkeklerin arzu nesnelerindeki faşist ögelerin faşizme yatırım olarak görülmesine şiddetle karşı çıkılmasını anlamaya çalıştığını ifade eder. Herzog’un çalışmalarından yola çıkarak Nazilerin eşcinsellik konusunda baskılayıcı olmadığını, homofobiyi sadece politik fırsat durumlarında kullandığını iddia eder. Eşcinsel erkeklerin Nazi zulmünden mustarip olmasının sistemle örtüşmesini engellemeyeceğini söyler. Weimar dönemi Alman eşcinsel hareketinin maskülenist yapısıyla Nazi erkeksiliğinin paralelliğinden bahseder. Homoerotizm ve milliyetçilik arasındaki bağları analiz ederken Sontag’ın Alman faşizminin estetik tercihini simetri, düzen ve temizlikten yana kullanmasıyla sado-mazo eğilimler arasında ilişki kurması örneğini verir. Aslında bu bölümde Halberstam, konuyu bir sorgulama alanı olarak verip faşizm ve eşcinsellik arasındaki hayali ya da gerçek bağları queer eksende ele almak için provakatif bir davette bulunur.

Kitabın son ve en kısa bölümü, animasyonların aslında Zizek’in öne sürdüğü gibi kapitalist kültürün hokkabazlığını yapan ucuz ürünler olmadığı, bilakis dönüşmeyi, isyanı ve yeni insanlık hallerini düşünmek için önemli bir imkân alanı olduğu düşüncesinin altını çizer.  CGI teknolojisiyle anlatıma geniş imkânlar veren animasyon alanının queer tahayyüller için kullanılması önerisini tekrarlar. 


Etiketler: medya
İstihdam