09/06/2023 | Yazar: Onur Köybaşı

Ali Kemal Güven'le Çilingir Sofrası üzerine konuştuk: Kuir karakterlerimin “sevimli” ya da “yanlış” olmalarıyla da ilgilenmedim; gerçek olmaları önemliydi benim için.

“Oscar Wilde 1895’te bile kendi olabildiyse, biz de her şeye rağmen kendimiz olabiliriz” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Mesut Adlin

Yakın zamanda Gain’de gösterime giren Çilingir Sofrası filminiz hayırlı olsun ve hoş geldiniz. Biz söyleşirken arkada çalması için sizden bir şarkı istesem?

Çok teşekkür ederim. Filmimizin festivaller ve Kadıköy Sineması gösterimlerinden sonra, nihayet dijitalde de seyirciye ulaştığı için mutluyum. Bence arkada Antony and the Johnsons’dan “Cut The World” çalsın; özeldir benim için. 

Çilingir sofrasının ismi ile ilgili birçok rivayet var: bunların birinde, Osmanlı döneminde, imparatorluğun önemli ve mevki sahibi devlet ve ticaret adamları yanlarında çalıştıracakları elemanları işe almadan önce rakı sofrasına oturtup alkolün de etkisiyle kişiliği ve insanlığı hakkında bilgi sahibi olur; böylece, ilgili elemanı, yanlarında çalıştırıp çalıştırmayacaklarına bu rakı sofrasında karar verirlermiş. Öte yandan, kalbin kilidini açan yerlerden biri olması üzerinden de böylesi ‘masa’ları çilingir sofrası olarak tanımlayanlar da var. Filminizde iki arkadaşı çilingir sofrasında buluşturmanızın özel bir sebebi var mı?

Buzlu rakı, taze meze, yasak aşkların dilsiz tanığı Beyoğlu sokakları ve Nazan Öncel şarkılarının açamayacağı kalp kilidi yoktur diye düşünüyorum. İki adam da anlamlandıramadıkları bir geçmiş paylaşıyorlar. Birbirlerine açılmaları ve eskiden yaşadıklarının ne olduğunu paylaşabilmeleri için güçlü bir itici güce ihtiyaçları vardı; bu da çilingir sofrası olsun istedim. Yani istediğin kadar kilitler vur, içindekileri diplere diplere göm, çilingir sofrası o kilitlerin hepsini bir güzel açmayı bilir… Bir bakmışsın tüm kalbin masada! Sebep buydu; biraz da rakı sofrasının o fazlaca “erkek” halini yerle bir etmek istemiş de olabilirim tabii.

Filmi izlerken kabuğunu kaldırdığınız yaranın kanı karışıyor içimize adeta; izleri bir türlü geçmeyen çok kişisel bir işkenceyi yaşatıyorsunuz bize. Üstelik iki karakterin hatırladıkları üzerinden akıcı diyaloglar yaratarak. Yalnız bize çektirdiğiniz işkencenin bir farkı var: gerçekçi ve içli bir işkence bu. Filmin bu kadar samimi olmasını neye bağlıyorsunuz?

Çok teşekkür ederim, ne güzel ifade ettin, gözlerim doldu… Valla bunu hesapsız olmama bağlıyorum. Şunu da koyarsam bu festivalde alkışlanırım hesaplarına hiç bulaşmadan, sadece içimden geldiği gibi yazdım senaryoyu. Kuir karakterlerimin “sevimli” ya da “yanlış” olmalarıyla da ilgilenmedim; gerçek olmaları önemliydi benim için. Bir de büyük cümleler, didaktik diyaloglar kullanmaktan hep kaçındım. Başöğretmenlik yapmaya kalkan sinemacıları demode buluyorum. Hayatlarımız zaten o kadar sert ki, bir de birisinin bize sinemada vereceği öğütlere, dev anlamlara ihtiyacımız yok diye düşünüyorum. Sadece iki adamın -doğruları ve yanlışlarıyla- hikayelerini anlatmak istedim, bu kadar. 

“İzleyici, karakterlerle aynı masada otursun istedim”

Shadows Podcast’e konuk olduğunuz programda, festivallerde filmin gösterimi ile ilgili konuşurken, Adana’daki abiler ve amcaların olumlu tepkilerinin sizi şaşırttığını söylediniz. Burada tam olarak ne demek istediniz? Benim aklımdan iki zıt olasılık geçti: “Türkiye halkı sanıldığı kadar homofobik değil” ya da “Bu film homofobiklere bile hitap ediyor”?

Aslında halkımız sanıldığı kadar homofobik değil demek istedim. Ama şu da var, bu film farklı farklı izleyiciyi de yakalıyor, neden nasıl bilmiyorum, ama ne mutlu bize ki yakalıyor bir şekilde. Herkesin özgürlüğe susadığı bir coğrafyada iyi geliyor filmimiz belki de…  Sanat Güneş’inin Zeki Müren, Diva’nın da Bülent Ersoy olduğu bir ülke vatandaşlarının hepsini homofobik diye aynı kefeye koymayı reddediyorum ayrıca! Biliyorum ki, üst kattaki kuir komşusunun başına kötü bir olay gelse, bütün apartman yardımına koşar. Ben Bizimkiler’le, Huysuz Virjin’le büyüyen bir kuşaktan geldiğim için, böyle düşünüyorum. Bir de sanılanın aksine kuir sinemanın bir alıcısı var Türkiye’de. Filmler finanse edilse, izleyiciyle daha sık buluşsa, bu seyirci kitlesinin varlığı daha da ortaya çıkacak. 

Filmde, özellikle o meyhane dokusu, seçmiş olduğunuz renkler ve yakın plan çekimler gerçekten çok başarılı ve şahane bir özellik katıyor filme. Renk/görüntü/plan seçimlerinde nasıl bir yol izlediniz?

Edward Hopper eserlerinin melankolik renk paleti, Todd Haynes’in Carol filmindeki o kirli, puslu yakın planları, bir de Wong Kar-wai evreninin yalnız yeşili en temel ilham kaynaklarımdı. Aslında filmi ön hazırlıkta kare kare masa başında çektik. Tüm planları, her açıyı tek tek tasarladık. Çünkü sette sadece beş gecemiz olacaktı… Bir de izleyici karakterlerle aynı masada otursun istedim. Mesafeli genel planlardan hep kaçındım o yüzden.

oscar-wilde-1895-te-bile-kendi-olabildiyse-biz-de-her-seye-ragmen-kendimiz-olabiliriz-1

Filminizde tekrar eden bir şarkı var. Abla karakteri de bu şarkıyı söylüyor. Ve şarkı da ‘Allah’ kelimesi ısrarlı biçimde kullanılıyor. İçki içilen bir ortamda ve iki erkek arasındaki romantik bir ilişkiyi takip ettiğimiz bu filmde neden böyle bir şarkı? Özellikle ‘Bunu bir ben bilirim bir Allah’ cümlesine odaklandığımızda sanki burada olan/yaşanan/hissedilen şeylerin gizli tutulması gerektiğine dair bir mesaj alıyorum. Yoksa öküz altında buzağı mı arıyorum? : )

Yok hayır; gizli tutulmasıyla bir bağ yok kesinlikle. Tam tersi, bazı duygular o kadar kuvvetli, o kadar eşsiz ve büyüktür ki, bunu sadece hisseden/tecrübe edenler ve Yaratıcı anlar; varsın başkaları anlamasın anlamında… Ayrıca “Çile Bülbülüm” şarkısı da sokak çalgıcılarından Emel Sayın’a kadar herkesin söylediği, “Allah” bölümünde tüm salonun ayağa kalkıp, eşlik ettiği bir parça – neden içkili ortamda söylenmesin ki... Nazan Öncel’in “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah” şarkısı gerçekten benim için çok özel, çok kıymetli bir eser. İlk kez kaset formatında dinlediğimden beri, beni yıllarca hiç bırakmadı... Bu kadar bilinmiyor olmasına da şaşkınım! Filmin yazım sürecinde de sürekli arka planda bu şarkıyı dinledim. Eğer filmde kullanamasaydık kahrolurdum! 

“En nihayetinde burası bizim de ülkemiz”

Karakterleri yazma sürecinizde ilham aldığınız birileri oldu mu ve filmdeki oyuncuları seçerken nasıl bir süreç izlediniz? Hem naif bir direniş hem de rahat bir söyleyiş var filmde. Gündelik hayatınızda nasıl birisiniz peki, hiç isyan ettiğiniz oluyor mu?

Elbette hayatımdan gelip geçmiş insanlardan parçalar vardır ama olabildiğine kurgusal karakterler olmalarına özen gösterdim. Barış Gönenen henüz fikir aşamasından itibaren vardı zaten. Hatta rolü onun sesini duyarak, onun için yazdım dersem abartmış olmam. Yusuf Efe rolünü oynayacak oyuncuyu bulmak çok uzun sürdü. Kimse oynamak istemedi. Benim için şaşırtıcı ve oldukça üzücü bir süreçti. Sonra yollarımız Ahmet Rıfat’la kesişti… Şimdi geldiğim noktada ondan başka kimse bu rolü oynayamazdı zaten diyorum; olmazdı yani. Gündelik hayatımda elbette isyan ettiğim, kızdığım, sinirlendiğim oluyor… Ama haklıyken haksız duruma düşmek istemem. O yüzden her durumu sükunetle ama kendimi de net bir şekilde ifade ederek çözmeye çalışırım.  

Bu ülkeye rağmen kişinin kendi olabilmesinin bir sırrı var mıdır ya da bunu nasıl başarabilir insan?

İşinde başarılı olarak, kendine güvenerek, kimseye sırtını yaslamayarak. Bir de kendini kabul ederek. Hani 2000’li yıllarda “Gey misin?” sorusu sanki çok şok edici bir şeymiş gibi herkese sorulurdu ya. İçlerinden biri de, “Evet, ee? Sonraki soru” deseydi, bunu olması gerektiği gibi hafifleştirip, sıradanlaştırsaydı, şimdiye birçok şey değişmiş olabilirdi belki... Yani Oscar Wilde 1895’te bile kendi olabildiyse, biz de her şeye rağmen kendimiz olabiliriz sanki.

Türkiye’deki LGBTİ+ hak mücadelesine nasıl bakıyorsunuz? Bu filmin bu mücadele içerisindeki konumu nedir sizce?

Herkes elinden geleni yapıyor. Kimi yasaklanmasına rağmen pride’da hala korkusuz bir şekilde sokağa çıkıyor, kimi tweet atıp, homofobiye savaş açıyor, kimisinin ailesine out olması başlı başına bir mücadele, kimisi şarkılar söylüyor, canının istediği klipleri çekiyor. Hepimiz farklı cephelerde bir mücadele veriyoruz. Kolay değil ve çok yıpratıcı olabiliyor bazen. Ama yapıyoruz işte; en nihayetinde burası bizim de ülkemiz… Bizim filme gelince… Bence bu filmin yapılmış, bu kadar ödül almış ve yayınlanmış olması bile başlı başına bir mücadele örneğidir. Ama ben yazarken de, çekerken de temsiliyet sorumluluğunu üzerime hiç giyinmedim. O başka bir film olurdu.

Sizin hakkınızda yaptığım Google araştırmalarıma göre Long Island Üniversitesi’nde ‘Medya Sanatları’ eğitimi almışsınız Burada okumak nasıl bir duyguydu? Yanılmıyorsam bu üniversite New York’ta. Sizce okul mu yoksa şehir mi size daha çok şey öğretti?

Evet New York’ta, Brooklyn kampüsündeydi benim bölümüm. Amerika’da üniversite eğitimi almak, o kadar uzakta tek başına olmak insana ayrı bir güven katıyor. Yani demek istediğim, her işini kendi başına halletmek zorunda kalınca, hayatta başına ne gelirse gelsin altından kalkabileceğin inancıyla doluyorsun. Fakat ben hiçbir zaman çok iyi bir öğrenci olmadım. Biraz annemin hatırı için okudum bile diyebilirim. Hep çok sıkıldım okullardan… New York muhteşem bir şehirdi elbette. Orda okuduğum kitaplar, izlediğim oyunlar, katıldığım workshop etkinlikleri bana çok şey kattı. Bu bağlamda okuldan çok, şehir bana daha çok şey öğretti diyebilirim. 

Yeni projeler var mı yakında? Ayrıca en çok neyden sıkılıyorsunuz bugünlerde ve en son okuduğunuz şiir kitabı ve izlediğiniz film?

Evet sezona “Broş” diye bir oyun hazırlıyorum. Üç erkeği anlatacak. Çilingir’de bir araya gelememe temasını işlemiştim; şimdi de bir arada kalma hallerini anlatmak istiyorum. En son Cannes Film Festivali’nde Todd Haynes’in “May December” filmini izledim. Muhteşemdi tabii ki. En son okuduğum şiir kitabı da Küçük İskender’in “Periler Ölürken Özür Diler”in yeni baskısıydı. Bugünlerde en çok belirsizlikten sıkılıyorum. Bir türlü iş takvimi yapamıyorsunuz. Günbegün ülke iklimi çılgınca değişiyor. Bu yatırım ve üretim yapmaya çalışan insanlar için hiç kolay değil; ve oldukça can sıkıcı.

Ve son olarak: “Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar, beyler!” diye anons geçiyor. Durum çok ciddi. Siz de çantanızı hazırlıyorsunuz. Gerçekten gidiyoruz yani. En son ne bırakmak isterdiniz dünyaya?

Şimdilerde hasta olan anneannemin siyah beyaz bir fotoğrafını bırakmak isterdim. Bu dünyadan böyle güzel ve pamuk kalpli bir kadın geçti, herkes bilsin diye… Bahsettiğim fotoğraf meyhanede, Abla’nın önünde şarkı söylediği duvarda da asılıydı.


Video Haber İkon  İlgili Video:


Etiketler: kültür sanat
İstihdam