29/04/2021 | Yazar: Kaos GL

Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın 2020 birincisi Hande Ortaç’ın “Pembe ve Eflatun” isimli öyküsü… İyi okumalar!

Pembe ve Eflatun Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Kaos GL Derneği’nin 2006’dan bu yana her yıl farklı temalarla düzenlediği “kadınlardan kadınlara, kadınlardan kadınlar için” ilk öykü yarışması olan Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın “Geleceği Hatırla” temasıyla gerçekleşen 2020 birincisi Hande Ortaç’ın “Pembe ve Eflatun” isimli öyküsü… İyi okumalar!

Eflatun, yarı süt dolu memesini iştahla emen oğlunun ağzından çekti, ikizleri odalarına kilitleyip hanın kapısına koştu. Pembe, hanın gözlem kulesinin tepesinden yaklaşmakta olan gemileri izliyordu. Gördüğü şeyin ne olduğunu anlamaya çalışarak “Yelkenleri? Rengarenk…” diye tereddütle seslendi. Önünde uzanan uçsuz çölün sarılığında, kum tepelerini koca gövdelerinin altında ezen yelkenliler son hız hana doğru ilerliyorlardı.

Uzun süredir hana gelen olmamıştı. Kadınlar, güneşin altında ateş olmuş demir kapının önünde buluştular ve yaklaşmakta olan iki yelkenliyi izlemeye başladılar. Eflatun’un memeleri süt sızdırıyordu. Tişörtünün önünde ıslak lekeler vardı. Pembe, hanın tüm anahtarlarını yarım atletinin içine, memelerinin altına sıkıştırıp sevdiğinin elini tuttu. Gelenlerin ne getireceğini bilmemenin tedirginliğiyle Eflatun’un dudaklarına bir öpücük kondurdu. Tepelerindeki paslı cezaevi tabelası, yelkenleri patlatan rüzgârın çarpmasıyla gıcırdadı.

“Her yeri kapatabildin mi?”

“Sessiz olun diye de tembihledim.”

İki büyük çöl gemisi yan yana duran iskelelere yanaştı. Koca gövdelerini ahşap iskeletlere dayadılar. Çöle uzun zamandır o yönden bir gölge düşmüş değildi. Hancı kadınlar doğunun savaşlarında herkesin birbirini öldürdüğüne neredeyse emin olmuşlardı. Yelkenlilerden birinin gövdesinden bir kapak iskeleye doğru açıldı. Koca kadırgadan uzun ve ince bir gölge çıktı, hana baktı, cezaevi tabelasını gördü ve doğru yerde olduğundan emin, kapıya doğru yürümeye başladı.

Pembe, rastalı saçlarını geride tutsun diye bir taç şeklinde başına bağladığı yemeniyi ileri geri oynatıp alnındaki teri sildi ve “Hoş geldiniz” diyerek yolcuyu karşıladı.

“Sizin oralarda sağ kalan yoktur sanıyorduk” diye ekledi Eflatun.

“Yalan yok, canımızı zor kurtardık” deyip koca bir gülüşle baktı yolcu kadın, “Benim adım Kehribar.”

Pembe’yle Eflatun rahatladılar, ağız dolusu gülen insandan zarar gelmez diye düşünüp birbirinin avucundaki ellerini ‘tehlike yok’ anlamında sıktılar. Eflatun, Kehribar’ın alnından başlayıp beline inen kalın örgülerine bakıp kendi kısacık saçlarını avuç içiyle sıvazladı. Kadına doğru sabırsızlıkla küçük bir adım attı, sonra geri çekti ayağını, aklındaki sorularla konuğu boğmadan önce dinlemeye karar verdi.

“Uzun yoldan geliyoruz, gemi kadın ve çocuk dolu. Çocuklar hasta.”

Eflatun atıldı, “Bizim de çocuklarımız var. Tehlikeli bir hastalık mı?”

“Grip oldular. İlaç yok, vitamin yok. İyi edemiyoruz bir türlü.”

Üç kadının üç farklı yemenisi kuvvetli bir rüzgârla havalandı. Pembe tülbendini başının hemen üstüne dolamıştı, Eflatun bileğine, yolcu kadın da iki kalın balıksırtı örgünün içinden geçirdiği tülbendin ucuyla örgülerini körlemişti. Elinin bir hareketiyle gemilerin koca kapıları iskeleye indirildi. Yüze yakın kadın ve çocuk gemilerden inip eski cezaevinin kaçılmasın diye kalınlaştırılmış duvarlarından, açılmasın diye dikilmiş demir kapısından içeriye koşa koşa girdiler. Güneş dışarda kalmış, gölge içeriye hapsolmuştu. Savaşan erlerden kaçırılan çocuklar ve artık kendi davası peşinde koşan kadınlar, hancıların mekânına hayat gibi doldular. Kalın hapishane duvarlarının içinde dönen küçücük rüzgâr hortumları, cıvıltıları yüklenip cam kenarlarından kapı aralarına, eşiklerden avlulara, abdesthanelerden kullanılmaya kullanılmaya sarı tozla kaplanmış hamamlara ve ofislere taşıdı... dolana dolana... döne döne... Sonsuz gibi uzanan çölün ortasındaki hapishanenin, ses değmeyen duvarı kalmayıncaya kadar yaşam binanın her yerine sirayet etti. Gözün henüz görmediği ama sesin ulaştığı paslanmış kulaklar, canı çekilmiş dudaklar, hırlayan ciğerler hayatta kalmak için gelen yolculara tutundu. Diyaframlardan acının sesi boşaldı ki yerine kanlı canlı nefes dolsun. İnlemeye dönüşen sesler bu sefer duvar diplerine sinsice çökerek gelen havayla gerisin geri ana hole taşındı.

Yolcular girişteki geniş alana hızla yayılmışlardı. Bir kısmı gemilerden taşıdıkları döşekleri duvar kenarlarına atıyorlardı. Bir kısmı büyük kazanlarla geldiler. Yemek hazırlıkları bir an önce başlamalıydı. Bunca insan bir acıktı mı, huysuzlanan çocukları sakinleştirmek ve yedikleri azıcık şeyle yetinmelerini sağlamak işlerini çok zorlaştıracaktı.

“Bizde vitamin yok, meyve görmeyeli yıl oldu. Sizin oralardan kaçanlar azalınca bu yol sapa kaldı. Ne zamandır takas edecek tüccar, kaçak, yerli yersiz kimse geçmedi bu yoldan. Bir biz varız. Bizim de gidecek yerimiz yok,” diye anlattı Eflatun. “Sadece biraz kök bitkisi ve birkaç hayvandan süt, peynir, yoğurt, ayranımız var. Pirinç ve çok az unumuz kaldı. Hepimize yettirmeye çalışacağız. Siz burada ne kadar kalmayı planlıyorsunuz?”

Bu sorunun cevabı öyle tek seferde verilemedi. Gelen kadınlara göre bu sorunun yanıtı hayatlarının ta kendisiydi. Her bir yolcu, hikâyenin kendine düştüğü kadarını anlatmakla başladı. Kadınlar birbirlerinden çok farklıydılar. Ne yaş ne tip ne tavır ne renk. Her şey tek bir ortak nokta dışında bambaşkaydı. Bütün kadınlar saçlarını kalın balıksırtı örgülerle başlarına sıkıştırmış, örgülerin uçlarını rengarenk ve farklı şekillerde oyalarla tutturmuşlardı. Eflatun bitlenmekten korunmak için iyi bir yöntem olduğunu düşündü. Pembe’nin balmumuyla sıvanmış saçlarına sevgiyle baktı. 

“Savaşın bizim savaşımız olmadığını uzun zamandır biliyorduk da nasıl bırakılır hatırlamıyorduk. Vaz geçmeyi unutmuştuk.”

Çok derinden bir yerden, toprağın altından mı yoksa göğün tepesinden mi bilinmez, bir inleme, karın gurultusu gibi içten gelen kalın bir ses, geniş hole yayılmış kadınların ve çocukların arasında dolandı. Eflatun’la Pembe’nin gözleri endişeyle buluştu, Pembe hemen yerinden kalktı, arka odaya, ikizlerin yanına geçti. Çocuklar yerde birbirlerinin yumuşacık etinin içine sokulmuş, anlamsız ama keyifli sesler çıkararak oyun oynuyorlardı. Eflatun geride kalmış, anlatılanları pür dikkat dinlemeye devam etti.

“Çocuklar çok hastalandı. Grip oldular. Kumdan önce, toprak varken, büyük savaşlar başlamamışken, grip nedir ki der küçümserdik. Demez miydik?” gençten bir kadın onay almak için yoldaşlarına umutla baktı.

Bembeyaz saçlı başka biri kalın örgüsünün ucunu, sünmüş göğsünden dimdik kalmış sırtına savururken diğerini destekledi, “Aaa tabii, bir ilaç alır, bir gün yatar, iyileşir geçerdik. Son zamanda hasta düşen gücünü bir türlü toparlayamaz oldu.”

Saçı başı, kaşı kirpiği sapsarı olan biri hırsla atıldı, “Lazım olan ilaçların hepsi daha çok savaşabilsinler diye orduya gönderildi de ondan.”

 “İlaç olmayınca, hastalananlar öldükçe, çaresizlik boğazımıza çökünce, savaşanları bıraktık, geride kalan kim varsa gemilere atlayıp kaçtık.” Kolu çolak bir kadın, arkadaşlarının sözünü tamamlamıştı.

“Yelkenlerimize bir baksanıza. Ne bulduysak artık, Allah ne verdiyse ya da. Giysiler, perde, döşeme, çarşaf, seccadiye… Yolda patladıkça yamadık, don-atlet. Rüzgârla kavga ede ede buraya kadar geldik.”

“Ah savaşımız sadece rüzgârla olsa, acımız az yorgunluğumuz çok olurdu. Ama çöl korsanları… fena… çok…” Yok, ağlamadı kadın, belli ki gözünde, elinde, dilinde yaş bitmişti, her yaşanan boğazına dizilip soluğunu tıkadı.

Kehribar, belinde oturan ve bacağına sarılmış iki çocukla yarım kalan sözleri tamamladı. “İki kere çok şiddetli yağmalandık. Birinde çocuklardan ikincisinde kadınlardan çok kaybımız var. Çöl güneye çekiyor. Orada her şeye ihtiyaç var. Hayatta kalmak için kanımıza kadar ne bulsalar yağmaladılar. Bizimse kuzey batıya gitmemiz gerek. Islak karalara doğru yol almalıyız.”

Islak karalardan aşağıya, Anadolu’ya haberciler bile artık inmez olmuştu. Topraklar kuma dönüp avuç içlerinde eriyeli beri, azıcık ıslak toprağa ulaşmak için çok canlar verilmişti. Çocuklarına bakma bahanesiyle odaya geçen Pembe, memesinin altından büyük bir anahtar çıkardı, ikizlerin odasının arka duvarında bir kapının kilidini açtı, merdivenlerden inip eski hapishanenin havalanma avlusuna çıktı. Avlunun karşı duvarındaki başka bir kapıyı başka bir anahtarla açıp kalın duvarın diğer tarafına geçti. Şimdi parmaklıklarla ayrılmış koğuşların arasında ilerliyordu. İnlemeler arttı. Birisi şişt diyerek ses çıkaranları uyarıyordu ama acıyan can, ancak sesiyle hayata tutunmuş gibi çaresiz. Pembe hasta yataklarının arasında koşuşturan Yeşil’le göz göze geldi, kendisine merakla bakan kadına doğru başını ümitsizce sağa sola salladı. Gelenlerde de bırak antibiyotiği ağrı kesici bile yoktu. Yeşil önünde yatan hastanın alnına elini, gözüne gözünü koydu, umutla gülümsemeye çalıştı. Bir de çenesi aşağı doğru seyirdi, bildi Pembe, Yeşil ağlamamak için savaşıyordu.  

Hanın ön kısmındaki geniş holde hararetli gülüşmeli konuşmalar eskiden işkence çığlıklarıyla dolan koridorları işgal etmeye devam ediyordu.

Eflatun Kehribar’ın yanına yanaştı. “Senin mi çocuklar? Bizim de Pembe’yle ikizlerimiz var.”

“Benim çocuklarım ama ben doğurmadım, onu soruyorsan. Artık kim kimin anası, hangisi kimin çocuğu pek bilmiyoruz.”

“Biz de doğurmadık bizim haylazları. Bundan altı ay önce gelen yolcular bakamayıp bıraktılar.”

“Süt veriyorsun ama, nasıl yaptın? Olmayan sütü getirecek ilaç da bitki de yok ki.”

“Bebeğimiz henüz 3 aylıkken hastalıktan öldü. İkiz bebekleriyle yolcular geldiğinde olay çok yeniydi, Pembe’yle hâlâ toparlanamamıştık. Sizden önceki son ziyaretçilerimiz. Onların da bebeleri besleyecek dermanları yoktu. Giderken ikizleri avluya bırakmışlar. Biz de evlatları görünce kıyamadık, bağrımıza bastık.”

“Sadece bebekler değil, başkaları da var bu binada. Duvarlar inliyor, dilleri olmadığına göre yalnız değilsiniz demek?” Kehribar dimdik baktı. Yalana yer bırakmamıştı.

Eflatun’un yüzü adıyla aynı renk oldu. Söylese…

“Çok hastalar. Çoğu savaş kaçağı olduğu için ağır işkence görmüşler. Pembe’nin ablası Yeşil onların yanında. Doktor. Hastaları iyi etmeye çalışıyoruz ama huzurlu ölmelerini sağlamaktan başka elimizden bir şey gelmiyor.”

“Ben de eczacıyım,” Kehribar’ın kelimeleri zayıfça ağzından döküldü. “Elden bir şey gelmiyor, biliyorum. En azından yardım etmeyi bir deneyeyim. Bakarsın bir faydam dokunur.”

Çocukların biraz beslenip dinlendikten sonra hızlıca iyileşeceklerini ikisi de biliyordu. Ağır işkenceden geçen insanlarınsa geride tutunacak pek bir şeyleri kalmıyordu. Birçoğunun iltihaplanmış uzuvlarını kesmek zorunda kalmışlardı. Zor ameliyatları eski hapishanenin revirinde yapmak mümkün değildi. Eflatun ve Kehribar, Pembe’nin az önce geçtiği yolu takip ederek hastaların yattıkları koğuş bölümüne doğru ilerlediler.

“Gelen birçok yolcu savaş yanlısıydı. O yüzden bu kaçakları uzun bir süre sakladık. Orduya alınsalar da savaşacak hâlleri yok, yakalayan anında idam eder diye de endişe ediyoruz.”

Kehribar mahkumların havalandırma avlusundan geçerken birden durdu. Zemine şaşkınlıkla baktı. Beton avlunun duvara yakın kısmında, kahverengi bir alan gördü. “Toprak var burada!”

Eflatun yine adaş renge büründü. Kehribar’ın kaşlarını çatmış hayretinden ürkmüştü. Kehribar’ın şiddetli hayretiyse meraka dönüştü. Kadın, taş kaldırılarak oluşturulmuş bahçenin yanına diz çöktü, ağlayarak toprağı avuçluyordu. “Toprak bu ya, bildiğimiz toprak!”

Eflatun iyice panikledi. “Sadece patates, biraz kök bitkisi yetiştirebildik, elimizde başka tohum yok. Yani bir şey değil anlıyor musun? Bu topraktan yetiştirdiklerimizle de yolcuları ağırlıyoruz, yemek karşılığında diğer ihtiyaçlarımızı tamamlıyoruz.” Kehribar artık onu duymuyordu. “Toprak gerçek, capcanlı, kahverengi, bildiğimiz toprak bu!” Birden deli gözlerle Eflatun’a döndü. “Toprak bu kadar mı yoksa bütün bu taşların altında da devam ediyor mu?” Elleriyle taşları sökmeye çalışıyor, gözünde şimşek çakıyordu.

“Dur ne yapıyorsun?” diye haykırdı Eflatun. “Ellerin kan içinde kaldı yapma, zor bir iş. Biz üç kişi ancak bu kadarını açabildik. Bu kadarı da bize yetti. Tamam sakin ol. Bak daha açarsak, bu korunmuş toprağa zarar vereceğiz. Bunca sene, mahkumlar tünel kazamasın diye toprağı taşlarla hapsetmişler. Toprak da bu kalın taşlar sayesinde dışardaki değişimden etkilenmemiş, olduğu gibi kalmış. Bırak lütfen. Yazık edeceksin, bu kadar korunmuş toprağı savunmasız koyma.”

Delirdi diye düşündü Eflatun. Kehribar’ı kan revan içinde ve taşları tırnaklarıyla sökmeye çalışırken bıraktı, Pembe ve Yeşil’in yanına koştu.

Üç kadın Kehribar’ı ikna etmek için çaresizce avluya geldiler. Kehribar çoktan gitmişti. Bu sefer ikizleri de alıp hole geçtiler. Pembe bütün kapıları ardından kilitlemişti. Oysa tekrar açılmaları için öldürülmeleri an meselesiydi. Bütün savaşlar bir avuç topraktan çıkmaz mıydı zaten? Hele şimdi toprak bu kadar değerliyken. Anlayabiliyorlardı. İnsanlar hayatta kalmayı diğer her şeyden daha üstün tutarlardı. Gerekirse üç hancıyı, bebelerini gözlerini kırpmadan öldürebilirlerdi.

Pembe ve Eflatun ve Yeşil. Yeni sarımtırak ve uçuk mavi düzende kendi başına var olması en zor renklerden kendilerine yeni isimler seçmişler, sonra da yapılması zor bir işe girişmişlerdi. Kaçanlara yardım etmek, ava çıkanların yolunu kesmek, yaralı varsa saklamak, kucaklarına düşene bakmak kollamak. İki gemi dolusu kadının karşısında güçleri olmadığını, tek bir hareketle toza karışacaklarını çok iyi biliyorlardı.

Hole geldiklerinde Kehribar, rengi nasıl da çöle uygun, nasıl da zamane, en önde duruyordu. Diğer yolcular da belli aralıklarla arkasına ve yanına sıralanmışlar, ta demir kapıya kadar yayılmışlardı. Yüzüyle adı eş Eflatun, bildiği tek şeyi yapmak için öne atıldı.

“Öldürecekseniz önce benden başlayın!”

Eflatun, Kehribar’ın deli deli bakan değil yaşlı ve müşfik gözleriyle buluşunca şaşırdı. Sonra Kehribar’ın yanında dikilen diğer kadınlara baktı.

“Bu toprağı şimdi açarsak öldürürüz. Zaman içinde, tohumla doldurup gübreyle besleye besleye, suyla ovuştura ovuştura bu iklimi öğrete öğrete açmalıyız. Bu nefes ona iyi gelmez. Son bir sözümüzü dinlerseniz, kimse zarar görmez.” Yeşil tok sesiyle, tüm holü kucaklayarak konuşmuştu.

“Öldürmek de nereden çıktı?” diye bağırdı arkalardan biri.

“Yaşamak için buradayız, hep birlikte.”

Pembe kadınların renkli kumaşların üstünde durduklarını fark etti. Ayaklarının altına açtıkları kumaş parçaları, her birinin sınırı olmuş, sanki kendi küçük toprak parçalarını yaratmışlardı. Aralıklarla durmalarının sebebi kadınların kendi kumaş parçası üstünde durup diğerine basmamaya özen göstermesiydi.

“Herkesin sanki uçan halısı var,” Pembe manzaranın absürtlüğü karşısında sırıttı.

Kehribar ağız dolusu gülümsedi. “Yaşamak için buradayız.”

Kehribar gülünce Pembe ve Eflatun, samimiyetle gülen insandan zarar gelmez diye düşündüler tekrar.

Her biri kendine ait bir renkli kumaş parçasının üstünde duran kadınlar, saç örgülerini tutan oyaları çözdüler ve yavaş yavaş, başlarının tepesinden başlayan balıksırtı örgüleri açmaya başladılar. Örgüler açıldıkça, kadınların saçlarından kum gibi, un gibi bir şey dökülüyordu. Saçlardan yağan şeyler kumaşlara akıyordu. Yeşil “Tohum bunlar!” diye bağırdı. Kadınları çevrelemiş çocuklar aynı anda çağıldadılar “Tohum bunlar! He ya!”

Kadınlar memleketlerinden kaçarken envai çeşit bitkinin tohumunu örgülerinin içine hapsedip getirmişlerdi. Gemileri yağmalansa da en kıymetli hazinelerini başlarının üstünde tutmuş, korsanlara kaptırmamışlardı. Toprak buldukları yerde hayatı yeşerteceklerdi. Cezaevinde iki büyük havalandırma avlusu vardı. Dibinde, dışarıyla bağlantısı kesilmiş, hapis ama sapasağlam toprağın olduğu kocaman taş avlular. Kadınlar, hapishanenin masum tutsağı capcanlı kalmayı başarmış toprak parçasını düşünerek saçlarını mutlulukla savurdular.

“Aşkın L* Hali” kitap seti

Kaos GL Derneği’nin 2006’dan bu yana her yıl farklı temalarla düzenlediği “kadınlardan kadınlara, kadınlardan kadınlar için” ilk öykü yarışması olan Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın derece alan öykülerinin yer aldığı Aşkın L* Hali kitap seti NotaBene Yayınları’ndan çıktı.

Yarışmadan 2006-2008 ve 2009-2011 yıllarını kapsayan ilk iki cildin editörlüğünü Burcu Ersoy, 2012-2014 ve 2015-2017 yıllarını kapsayan üçüncü ve dördüncü cildin editörlüğünü Karin Karakaşlı, 2018-2020 yıllarını kapsayan cildin editörlüğünü ise Pelin Buzluk yaptı. Seri editörlüğünü ise Aylime Aslı Demir üstlendi.

İlk cildin kapak işi Elif Tekneci’nin, ikinci cildin kapak işi Ugemfo’nun, üçüncü cildin kapak işi Gözde İlkin’in, dördüncü cildin kapak işi Meltem Elmas’ın ve son cildin kapak işi Şafak Şule Kemancı’nın elinden çıktı.

“‘Yok-muş’ gibi yaşanan dünyaya önce ‘bal gibi var’ diye haykırmak gerekiyor” sloganıyla yayınlanan seti buradan satın alabilirsiniz.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu öykü ilk olarak Kaos GL dergisinin Normativite dosya konulu 174. Sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.


Etiketler: kadın, kültür sanat
İstihdam