14/07/2016 | Yazar: Kaos GL

Arundhati Roy ile onu şekillendiren, duygulandıran/harekete geçiren ve onu yazmaya iten şeyler üzerine: ‘Her şeyden önce sadece iki cinsiyet olduğuna inanmadığımı belirtmem gerek.’

"Cinsiyeti bir yelpaze olarak görüyorum ve ben de o yelpazede bir yerlerdeyim" Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Arundhati Roy ile onu şekillendiren, duygulandıran/harekete geçiren ve onu yazmaya iten şeyler üzerine: “Her şeyden önce sadece iki cinsiyet olduğuna inanmadığımı belirtmem gerek.”

Arundhati Roy, son yılların en iyi eserlerinden birisi olarak nitelendirilen bir kurgu eserin ödüllü bir yazarı. Küçük Şeylerin Tanrısı kitabını okuyan herkes onun siyasi makalelerinin köklerini de görecektir. Çalışmaları birbirini tamamlıyor ve Arundhati’yi sadece Hindistan’da değil, bütün dünyada güçlü bir ses haline getiriyor.

Arundhati ayrıca sözlerinin de arkasında duran birisi. 1997’de Küçük Şeylerin Tanrısı için aldığı Booker ödülünün parasını Narmada Bachao Andolan’a bağışladı. 2002’de Lannan Vakfı “sosyal, ekonomik ve çevresel adalete olan bağlılığının altını çizen titiz ve güçlü yazımından” ötürü ona 3,50,000 $ (R 16.700.000 Rupi) ödül verdi. Arundhati bu ödül parasını dayanışma içerisinde 50 halk hareketine, yayımlara, eğitim kurumlarına, tiyatro gruplarına ve bireylere bağışladı. Ve yayınlanan kitapları yayın hakkı gelirleri elde ettikçe o da iyi talihini hareketler ve bireylerle paylaşmaya devam ediyor.

Bu nedenle Arundhati doğası gereği çoğu yazarın kucakladığından daha büyük bir evreni kucaklıyor. Arundhati, onu şekillendiren, eyleme geçiren ve yazmaya başlamasına sebep olan şeylerle ilgili olarak Saba Naqvi ile bir saatlik bir görüşme yaptı. Görüşmenin pasajları aşağıda yer almaktadır:

Siz bir yazarsınız ama haklar meselelerine müdahaleler ve hareketlerle ilgili çok güçlü argümanlarda bulundunuz. Kendi evriminizi cinsiyet perspektifinden nasıl görüyorsunuz?

Her şeyden önce sadece iki cinsiyet olduğuna inanmadığımı belirtmem gerek. Ben cinsiyeti bir yelpaze olarak görüyorum ve ben de bu yelpazede bir noktadayım. Queer bir arkadaşıma göre cinsiyet yelpazesindeki evrimim “düz”den (heteroseksüel, İng. Straight) “queer muzip” e (İng. Qwicked,) doğru oldu. İkinci olarak, ben kendimi dünyaya “haklar” ve “meseleler” merceğinden bakan birisi olarak görmüyorum. Bu bakış bir yazarın dünyaya bakışı anlamında oldukça dar, yüzeysel bir bakış. Yazdıklarımın çekirdeğinde ne olduğunu sorarsanız, çekirdekteki “haklarla” değil, adaletle ilgili. Adalet; görkemli, güzel, devrimsel bir fikir. Peki adalet nasıl görünmeli? Eğer mevzuları/olayları “meseleler”e ayrıştırırsak o “meseleler”, başka bir senaryoda kabul edilebilir olabilecek sorunlu alanlar olarak kalırlar. Tabi ki dünyada adil veya kusursuz olan herhangi bir toplum yok – ancak bizler adalet için mücadele etmeyi asla bırakamayız. Bugün ters yönde koşuyor gibi görünüyoruz, adaletsizlik için çaba sarf ediyoruz, adaletsizliği sanki değerli bir hayal, bir hedef, bir tutkuymuş gibi alkışlıyoruz ve Hindistan’daki korkunç trajedi de kast sisteminin adaletsizliği kurumsallaştırmış, kutsal bir hale getirmiş olması. Bu nedenle de hiyerarşiyi ve adaletsizliği kabul etmeye programlanmış durumdayız. Diğer toplumlar olağanüstü büyüklükte savaşlar ve katliamlar yaşadı. Ben sadece toplumumuzun hayal gücünden bahsediyorum. Bir insan neler yapabilir, buna nasıl dil uzatabiliriz? Birçoğumuz bizler ne yapıyorsak onu yapıyor; hiç kimse dinlemiyor olsa bile, her ne kadar istesek de asla kazanamayacak olsak bile, bu gerçekliğin farkında olarak aslında bir ölüm yürüyüşü olan bu zafer yürüyüşünün bir parçası olmak yerine diğer yöne gitmeyi tercih ediyoruz.

Aklınızı verdiğinizde kadınların birçok çağdaş mücadelede ön planda olmasının nedenini anlamak mümkün mü?

Kadınlar neden dahil oluyor? Çünkü, kabaca ifade edersek, her iki tarafın da saldırısına uğruyorlar, hem geleneğin hem de piyasanın yönlendirdiği yeni “çağdaşlığın/modernitenin”. Ben Kerala’da büyüdüm ve hep “gelenek” hayatından kaçma hayali kurdum, ama sonrasında kaçınmak istediğim bir modernlik tipiyle karşılaştım. Bu nedenle de hepsinin arasından bir seçim yapıp kendi yolunuzu bulmanız gerekiyor. Bu ülkede kız olarak dünyaya gelen bebekleri öldüren, kız olduğu anlaşılan cenini kürtajla alan insanlar var. Bunun sonucunda da milyonlarca kız çocuğu öldürülüyor – ve sadece geleneksel kırsal toplumlarda değil – kast sistemine dayalı gurur cinayetleri işleniyor; aynı zamanda dünyadaki en özgür, en güçlü, en canlı kadınlar, mücadelelerin ön saflarında yer alan en bağımsız ve radikal kadınlar, özgün düşünür kadınlar var. Hindistan’da birçok asrı aynı anda yaşıyoruz.

Her tür yaşam biçimine yapılan saldırı, her toprağa yapılan saldırı öncelikle kadınları etkiliyor. Örneğin, Narmada hareketine bakabilirsiniz. Bir akarsu vadisi medeniyetinin tamamını, yüzlerce hatta binlerce insanın yerinden edilerek yok edildiğini konuşuyoruz. Kolektif bir şekilde toprağa sahip olan ve toprakta çalışan kadınları, Adivasi kadınlarını – ki Adivasi topluluğunun feminist değerlerin en iyi örneği olduğunu söylemiyorum – ama orada kadınların ortak çalışanlar olduğu bir anlayış vardı, toprak aynı zamanda onlara da aitti. Kadın nüfusunun tamamını yerinden etmek ve iki hafta içinde ellerindekini içkiye ve motosiklete dönüştürecek erkeklere maddi tazminat verirken bu dehşet verici modernleşme okyanusunda kadınları dışlamak; onları sadece pazarın gündelikçileri ya da başka şekillerde suistimal edilebilecek varlıklar olarak nitelendirmek her zaman feminist bir mesele olarak görülmese de feminist meselelerden biridir. Yer değişimiyle savaşan Bastan’daki 90.000 üyeli Krantikari Adivasi Mahila Sangathan gerçek anlamda feminist bir örgüt olarak düşünülmemekte. Ama onlar savaşıyorlar, hem de nasıl! Narmada vadisinde mücadeleyi sadece kadınlar sürdürüyor. Ve mücadele sürecinde değişiyorlar, kendilerini güçlendiriyorlar. Bastar’a gittiğim zaman, Yoldaşlarla Yürümek kitabını yazdığımda (29 Mart 2010) arka saflara götürüldüğümde silahlı gerillaların yarısının kadın olduğunu gördüm. Onlarla neden bu kararı aldıkları hakkında uzun uzun konuştum, günlerce gecelerce. Birçoğu tabi ki Salwa Judum’daki dehşete ve milis birliklerine şahitlik etmişti – tecavüzler ve köylerin yakılması ve diğerleri. Ancak birçoğu aynı zamanda bunu kendi toplularındaki erkek şoveninden ve şiddetinden bir kaçış olarak da görmüştü. Ve tabi ki kendi “taraflarındaki” şovene ve şiddete de karşı çıkmıştı. Bir ara ben ve kadın yoldaşlar nehirde yıkanmaya gittik. Bir kısmımız yüzüp banyo yaparken bazıları da etrafı gözlemeye devam etti. Nehrin yukarısında bazı kadın çiftçiler de banyo yapıyorlardı. Ve o an “Sudaki insanlara bir bak! Akan sudaki kadınlara” diye içimden geçirdim. O ne görüntüydü ama! O yüzden, sorunuzun cevabına gelecek olursak, bence kadınların neden hareketin ön saflarında yer aldığının oldukça mantıklı bir açıklaması var. Ve kendilerine yönelik bu kadar şiddetin olduğu bir toplumda bunu yapabilen kadınlarla ilgili çok özel de bir şey söz konusu. Ve sadece isimlerini bildiğimiz birkaç sıradışı kadın değil, bir sürü kadın, sadece kentli entelektüel kadınlar değil – ve bu kadınlar orada birilerinin eşi ya da annesi ya da dul eşi veya ablası olarak bulunmuyorlar. Onlar muhteşemler.

Hayatınızda sizi siz yapan etkiler nelerdi?

Hepsinden önce vahşi ve sıradışı annemdi sanırım, fevkalade ve aynı zamanda gaddar/vahşi şekillerde. Beni birkaç saniyede yalpalayan bir enkaza dönüştürebiliyordu. Belki benimle değil de onunla röportaj yapmalısınız. Annem hiçbir yönden varlıklı olmayan Suriyeli Hıristiyan bir aileden geliyordu. Ve dışarıdan bir Bengalli ile evlendi, birkaç sene sonra boşandı ve annesiyle yaşamak üzere Kerala’daki köyüne geri döndü. Annem …ve biz… kastçı ve yetkili, varlıklı, toprak sahibi topluluk tarafından tamamen dışlanmış durumdaydık şimdi tabi ki meşhur (topluma mal olmuş) birisi. Ancak o zamanlar öfkesini ağabeyimden ve benden çıkartırdı. Bizler durumu anlıyorduk ama bu her şeyi daha da zor hale getiriyordu. Annemle çok karmaşık bir ilişkim oldu – 17 yaşımda evi terk ettim ve ancak uzun yıllar sonra geri döndüm. Birçok insana göre aile makul güvenlikli bir yerleşim alanıdır ama Küçük Şeylerin Tanrısı’nı okuyan herkese göre aile benim için tehlikeli bir yerdi. O alanda aşağılandığımı hissediyordum. En kısa zamanda orayı terk etmek istiyordum. Her şeyin meydana geldiği bir köyde büyüdüm. Bu köy büyük dinlerin bir arada var olduğu bir köydü – Hinduizm, Hıristiyanlık, İslam, Marksizm – Devrimin yaklaştığına inanıyorduk. Her yerde isyan bayrakları ve Çok Yaşa Devrim! Öte yandan durum bir şekilde dar kafalı/sınırlı idi ve her zaman kast vardı. Ben kendimi çok küçük yaştan itibaren bunları anlamaya çalışırken buldum. “Saf” bir Suriyeli Hıristiyan olmadığım bana çok net şekilde anlatılmıştı ve asla o büyük toplumun bir parçası olamayacaktım. Ve bu yüzden de oradan kaçmaya can atarak büyüdüm, benim için köyün büyük bir romantizmi yoktu, topluluğa ya da aileye uymak gibi bir arzu söz konusu değildi ve topluluk da aile de benim oraya uygun hale gelmeme yönelik bir arzu taşımıyordu. Babamı hiç tanımadım, birkaç fotoğrafını gördüm o kadar. Ancak çok sonraları onunla tanıştım, yirmilerimdeyken, bu yüzden de bana bakacak ve beni koruyacak o erkek figürü asla hayatımda olmadı. Bu durum duygusal anlamda içinde büyümesi garip ve güvensiz bir durumdu. Dünyadaki bütün sıkıntılar ve çocukların yaşadığı koşullar göz önünde bulundurulduğunda trajik bir çocukluğum olduğunu iddia edemem. Ama her şeyi üç aşağı beş yukarı tek başına düşünmeyi gerektiren düşünceli bir çocukluktu. Nehirde balık tutarak çok zaman geçirdim, bir yazar olarak “saf” baskı kurbanının öfkesinin açık, çiğ sesine sahip olduğumu iddia edemem – eğer gerçekten de böyle bir şey varsa tabi. Ben bir şekilde az çok rahatsız, köşeli bir noktada oturdum ve yazdıklarımı o noktadan yazdım.

Narmada hareketiyle, Kashmir’le, Maocularla ve kapitalizmle ilgili çok şey yazdınız. Yakın zamanda Hindistan’da bir idam gerçekleşti ve siz bir seferinde Afzal Guru’nun masumiyetini savunan çok güçlü bir yazı yazmıştınız.

Küçük Şeylerin Tanrısı, Booker ödülünü kazandığında ben de başarılı, yeni yeni globalleşen, serbest pazar Hindistan’ın göstergesi olarak Dünya Güzelleriyle beraber dünya sahnesine güvenle çıkarak etrafa gösterildim. Bir şekilde kullanıldım ki buna bir lafım yok. Ancak çok kısa süre sonra BJP iktidara geldi ve hemen en beklenmedik yönlerden büyük ve bayağı/kaba/görgüsüz alkışlar alan nükleer testler yaptı.

Dehşete düşmüştüm. O zamanlar öyle bir halk figürüydüm ki sessiz kalmak bir anlamda nükleer testleri onaylamak olacaktı, yüksek sesle ifade etmek kadar siyasi bir şeydi. Ve buna ilaveten Hayal Gücünün Sonu’nu da yazmıştım (3 Ağustos 1998). Beni anında kürsüden attılar – peri kraliçesi, Hindistan Güzeli, ödül kazanmış yazar kürsüsünden. Ahmak bir nefret ve taciz tantanası başladı.. o nükleer testlerin, kamusal söylemlerin tonunu değiştirdiğine inanıyorum; daha çirkin, daha cırtlakça milliyetçi hale geldi ve o şekilde de kaldı. Ama ben bir insan grubu tarafından değersizleştirilirken başkalarınca kucaklandım. Ve bu da beni hala devam eden bir yolculuğa itti. Nükleer testlerin hemen ardından Yargıtay Sardar Sarovar Barajı inşası için verdiği uzun süreli durdurma kararını kaldırdı. Ben de Narmada vadisine gittim ve Daha Büyük Kamu Yararı’nı yazdım (24 Mayıs 1999).

Yaptığım her seyahat, yazdığım her makale anlayışımı derinleştirdi. Meclis saldırısı, yapıldığı zaman bile, bana tamamıyla duygusal göründü. Avukat Nandita Haksar olayları ortaya çıkarmada mükemmel bir iş çıkardı. O zamanlarda mahkemeye hakaretten hapse gönderildim. Shaukat Guru’nun eşi ve Meclis saldırılardan sorumlu tutulanlardan biri olan Afsan Guru da oradaydı. Hamileydi, gözü dönmüştü, ağlıyordu ve neden hapiste olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Diğer mahkumlar ona büyük bir hainmiş gibi davranıyorlardı. Onunla konuşmaya çalıştım. “Yakında salıverileceğim, senin için yapabileceğim bir şey var mı” diye sordum. Bana sadece boş gözlerle baktı ve “Bana bir havlu ayarlayabilir misin? Havlum yok” dedi. Birkaç sene sonra serbest bırakıldı ama hayatı mahvolmuştu.

Artık kimse onun hakkında konuşmuyor. O olayın ardından davayı dikkatlice takip ettim. S.A.R. Geelani suçsuz bulundu ama Afzal idama mahkum edildi. Davayla ilgili bütün mahkeme evraklarını topladım ve elimde evraklarla dolu bir bavulla kendi başıma Goa’ya gittim. Muson dönemiydi, etrafta az sayıda insan vardı ve ben orada bir kulübede oturup her şeyi okudum. Temyiz edilmiştim. Bu nedenle de kanıtların nasıl üretildiği, hiçbir sürecin takip edilmediği, Afzal’ın nasıl hiçbir zaman kendini temsil eden bir avukata sahip olmadığıyla ilgili olarak “Ve Hayatı Tükendi”yi yazdım (30 Ekim 2006). Yargıtay polis gözetiminde alınan itirafların kanıt olarak kabul edilemeyeceğini belirtti ama medya Delhi Polisinin Özel Hücresinde Afzal’dan alınan çeşitli “itirafların” çeşitli videolarını kullandı. Polis onu hemen burada, Lodi Konutunda videoya aldı. Bir itirafta Geelani’yi ima etmesi sağlandı, bir diğerinde de başka birini.

Hangi itirafı seçip göstereceklerini seçme imkanları oldu. Hangisinin kendi işlerine geldiğine karar verdiler. Medya bunları yedi yıl sonra, Afzal hala hayattayken gösterdi ve video oynatılırken ekranın altından “Onu Lal Chowk’ta taşaklarından asın” diyen SMS mesajları geçti. Tam bir canavarlıktı. Gözü dönmüş bir muz cumhuriyetinde yaşayan birisi bunu kabul edebilir ama biz burada bambaşka bir şeymişiz gibi davranıyoruz. Makalemin yayınlandığı Outlook hesabına “Afzal Guru’nun canını bağışlayın ama Arundhati Roy’u idam edin” gibi şeylerin söylendiği mektupların geldiğini hatırlıyorum. Her şeye rağmen hükümet – Kongre hükümeti – idam olduğunu çok iyi bir şekilde bile bile onu idam etti. Bu siyasi bir eylemdi, Afzal’ın cezalandırılması isteyen mafyaya yaltaklanmaya çalışıyorlardı, oy peşinde koşuyorlardı; korkunç, korkakça bir şeydi. Çok utanmaları lazımdı… Afzal’ın bedenini ailesine teslim bile etmediler. Yazdıkları mektup kasten geciktirilmişti ki ailesine idamdan sonra ulaşabilsin. Görüyorsunuz/Bakın, bunlar “meseleler” değil. Hindistan hükümetinin Kashmir’de sergilediği barbarlık bir “mesele” değil – hayatın ta kendisi. Ve eğer bunu sindirmeye hazır bir toplumsak, kendimizi çürütürüz. Kendimizi lanetleriz.

İki vadi hakkında yazılar yazdım, Narmada vadisi ve Kashmir vadisi ve zaman zaman merak ediyorum; bir yerdeki adalet için sürdürülen şiddetli arayış neden kendinin anlaşılması adına bir zaman bırakmadı veya bir diğerinde iz bırakmadı. Yani, Narmada vadisinde çevresel sorunlara, bir barajın ne yaptığına, yerel ekonomiye, Dünya Bankası’na, ezici fakirliği dair oldukça sofistike bir anlayış söz konusuyken Kashmir’deki insanların çektiği acılarla ilgili çok az kavrayış söz konusu. Ve Kashmir’de askeri işgal altında yaşamaya dair oldukça sofistike bir anlayış söz konusuyken büyük bir baraj nedir ve ne yapar hakkında çok az kavrayış var, neo-liberal politikaların insanlara hangi yollarla eziyet ettiğine dair çok az kavrayış var. Ben sadece diyorum ki enim takip ettiğim adalet zinciri… herkesin zinciri olmayabilir ama kesinlikle benim zincirim. Bunların tamamı John Berger’in “Görüş Biçimi/Yolu” dediği şeye geliyor. Edebiyat da şiir de bu. Olması gereken bu.

Bugünkü Hindistan’da, bulunduğumuz konumda, sizi en çok rahatsız eden şey nedir?

Bugün yaşadığımız şey, RSS’nin tarihine baktığımız zaman bir noktada zaten olması gereken şey. Bunu atlatış şeklimiz gerçekte neyden yapıldığımızı gösterecek. Bugün her kurumda yırtıcı, toplumsal bir hakaret var; yargı kurumlarında, eğitim kurumlarında. Üniversiteler öğrenme yerleri anlamında parçalarına ayrılıyor, müşterek mankafalar öğretmen olarak tayin ediliyor, bilim müfredatının işi boşaltılıyor ve yerleri geri zekalı gıdalarla değiştiriyor. Her şey bu faşist bakış açısına göre tasarlanıyor. Bu, aşağı giden kısa bir yol. Bu durum sadece siyasi partiler ve güçle ilgili bir durum değil. Yapısal (tektonik) bir saçmalık dürüyor. Bu, ülkenin ruhuna, hayal gücüne yapılan bir saldırı. Ciddi bir durum. Söylemem gerekir ki bazı tepkilerle cesaret kazandım. Her yerde insanlar ayağa kalkıyorlar – Film ve Televizyon Kurumu öğrencilerine bakın – göz kamaştırıcı. Karşı karşıya olduğumuz saldırı geniş ve derin ve tehlikeli, ama Modi hükümeti çevresindeki coşku çok çabuk yok oldu/buharlaştı, herkesin beklediğinden çok daha önce. Ümitsizliğe düştükleri zaman tehlikeli bir hale gelmelerinden korkuyorum. Yakub Memon’un idamı o yönde bir adım. Muhtemelen bir sonraki seçimlerden önce geniş kapsamlı toplumsal isyanları ateşleyecekler. Yanıltma amaçlı “terörist” saldırılardan ve Pakistan’la savaşa, nükleer bir savaşa girilmesinden endişeleniyorum. İşte bunlar hem hükümetin hem de medyanın iki ucunda yer alan manyakların yapabileceği intihara meyilli bir aptallık.

Uluslararası anlamda kabul görmüş bir yazarsınız ama yazarlar topluluğunun bir parçası olmak istiyor gibi görünmüyorsunuz, aktivistler olarak adlandırılabilecek insanlar topluluğunun bir parçası olduğunuz halde edebiyat festivallerine katılmıyorsunuz?

Burada bir yarlar topluluğu olduğundan emin değilim. Bakın, ben pürist (tasfiyeci, tutucu) biri değilim. Elimden gelen tek şey düşündüklerimi söylemek. İnsanların festivallere katılması gerekiyor, sıklıkla aleyhlerinde yazılar yazdığım aç gözlü şirketler ve vakıflar tarafından destekleniyorlar – ama onlardan daha saf (pür) olduğumu iddia etmiyorum. Değilim. Sadece rahatsız oluyorum ve ondan dolayı da yapmıyorum. Ama dünya, hayatta kalması güç bir yer ve insanlar yapmak istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kalıyorlar. Ben seçim yapma ayrıcalığına sahibim. Ve seçimimi yapıyorum. Herkesin bir seçeneği mevcut değil.

“Aktivist” terimine gelecek olursak – bu sözcüğün ne zaman türetildiğinden emin değilim. Benim gibi birine yazar-aktivist demek, içinde yaşadığı toplumla ilgili yazmanın bir yazarın işi olmadığı izlenimi uyandırır. Ama bu eskiden beri bizim işimiz. Yazarlar pazar tarafından sahiplenene kadar yarların yaptığı şeyin bu olması garip bir şey – geleneklere aykırı şeyler yazdılar, sınırları korudular, toplumun nasıl düşünmesi gerektiğine dair tartışmaları çerçevelendirdiler. Yazarlar tehlikeli insanlardı. Şimdi bize festivallere katılmamız ve en çok satanlar listelerine girmemiz ve eğer mümkünse iyi görünmeye çalışmamız gerektiği söyleniyor

Bu yazı orijinal dilinde ilk olarak Outlook India'da yayınlanmış, Vahap Karakuş tarafından Kaos GL Dergisi'nin "Queer Çalışmalar" dosya konulu 144. sayısı için Türkçe'ye çevrilmiştir.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam