13/03/2014 | Yazar: Kaos GL

‘Tahayyül’’ ettiğimiz şey queer hali olduğunda, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin pek çok bölgesinde yeşermeye başlayan direnişin umuduyla, tahayyülün gerçeğe dönüşmeye doğru birkaç adım attığını söylemek için erken olmasa gerek.

"Queer Tahayyül": Gezi Direnişine Selam Olsun! Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“Tahayyül’’ ettiğimiz şey queer hali olduğunda, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin pek çok bölgesinde yeşermeye başlayan direnişin umuduyla, tahayyülün gerçeğe dönüşmeye doğru birkaç adım attığını söylemek için erken olmasa gerek.

Sel Yayıncılık’ın ‘Queer Düş’ün Serisi’nin ilk kitabı “Queer Tahayyül’’, queer kuramıyla ilgilenen pek çok okuyucuyu sevindiren, kuramla henüz tanışmamış olanları da meraklandıran bir kitap oldu. Sibel Yardımcı (Doç. Dr., Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü) ve Özlem Güçlü’nün (Öğretim Görevlisi, Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü) derledikleri “Queer Tahayyül’’, “kimliksizleşme’’ önerisi olarak okunabilecek bir düzlemde, farklı tat ve dokudaki metinlere yer veriyor. Metinlerin büyük bir titizlikle seçilmesi ve genelde çeviri olması, yabancı literatüre erişimde güçlük yaşayan okuyuculara da lezzetli okuma imkânları sunuyor.

Kendileriyle bu söyleşiyi gerçekleştirmek büyük bir keyifti. “Tahayyül’’ ettiğimiz şey queer hali olduğunda, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin pek çok bölgesinde yeşermeye başlayan direnişin umuduyla, tahayyülün gerçeğe dönüşmeye doğru birkaç adım attığını söylemek için erken olmasa gerek. Bu vesileyle ve içten teşek­kürlerle Gezi Direnişi’ne selam olsun!

Queer Tahayyül’de daha çok çeviri makalelere yer vererek, Türkçe’deki literatür açığını dikkate alan önemli bir katkı sunmuş oldunuz. Bu durum okurları oldukça memnun etmiş olmalı. Ancak hangi makalelerin kitaba dahil edileceğine karar vermek kolay olmasa gerek. Kitapta Sedgwick’ten bir makale yok ama örneğin Guy Hocquenghem’in ‘Tatlı-Kaçık Kıçlar’ı var. Ne dersiniz?

Sibel Yardımcı: Queer Tahayyül aslında bizim neredeyse 4-5 yıldır aklımızda olan bir proje. Özlem henüz İngiltere’ye gitmemişti, ben Mimar Sinan’da açtığım bazı seçmeli dersler kapsamında queer üzerine konuşuyordum, Özlem de o derslere destek veriyordu. Bizde dersler tümüyle Türkçe yapıldığı için bu alanda çok az çeviri ve metin olması bizi kı­sıtlıyordu. Yabancı dildeki metinleri çevirmek fikri böyle ortaya çıktı. Şu anda elde olan listeden biraz daha farklı, muhtemelen daha kısa bir listeyle birkaç yayıneviyle konuştuk. O zaman olumlu cevap alamadık, biz de doğrusu çok üzerine gitmedik, öyle zaman geçti. Sonra bu projeyi Toplumbilim dergisi için bir özel sayı olarak hazırlamaya karar verdik. Bu sırada kitapta adları çevirmen veya ya­zar olarak geçen arkadaşlarımızla irtibata geçtik. Bir kısmını tanıyorduk, bir kısmıyla bu vesileyle tanıştık ve onlar da birçok metin önerdiler. Bu yüzden “adları çevirmen veya yazar olarak geçen” diyorum. Aslında katkıları çok daha fazladır. Hem metinlerin seçilmesi aşamasında hem de kitabı elimize alana kadar geçen zamanda bize verdikleri destekle, hissettirdikleri heyecanlarıyla. Bu vesileyle hepsine tekrar çok teşekkür etmek istiyoruz.

Sorunuza dönecek olursak, ilk liste bizim o sırada elimize geçen, temel meseleleri az çok ortaya ko­yan metinlerden oluşuyordu. Bu liste söz ettiğim işbirlikleriyle büyüdü. Sanıyorum kitabın bütü­nüne de aynı kaygının damgasını vurduğunu söyleyebiliriz ama. Queer Kuramı denilince dünyada öne çıkan isimler, metinler. Bu sırada hem tarihte biraz geriye hem coğrafi olarak/dil açısından Anglo-Sakson literatürün dışına çıkmayı önemsedik.

Hocquenghem, Mieli bu nedenle var örneğin. Sakatlık, göçmenlik gibi farklı hallerle veya mesela sınıfla queer kesişmesine de dikkat çekmek istedik, bu yönde birkaç metin ekledik. Sanata odaklanan yazılarsa biraz da projenin ilk halinin Toplumbilim için hazırlanmış olmasından kaynaklanıyor, derginin çizgisine yakınlaşmak açısından. Bir Sedgwick metni koyabilmiş olmayı isterdik tabii ama ilk listemizde olduğu halde çeviri yolunda yarıda kaldı bu dileğimiz. Bu nedenle kendisini Giriş yazımızda, o harika ifadesiyle anıyoruz.

Özlem Güçlü: Kitabın giriş yazısında da belirttiğimiz gibi bizim tercih ettiğimiz queer okuması kimlik politikasına direnen ve tersine bir kimliksizleşme önerisi olarak ortaya çıkan bir okuma. Bizim için queerin heyecan verici tarafı tam da bu noktada: Mevcut kimlik kategorilerinin (zorunlu) ikiliği karşısında sonsuz ihtimaller ve çokluklara, bunların kesişimine, akışına, teğetine, temasına, arzusuna, hazzına dair bir tahayyül sunmasında. Dolayısıyla kitabın içeriğini oluştururken bu çoklukları da elimizden geldiğince yansıtabilecek yazıları derlemeye gayret ettik. ‘Fem(me)inist Ma­nifesto’, Bird La Bird röportajı, ‘ “Sınırda” – Sadomazoşizm, Cinsiyetin İçine Etme’ ve Aligül Arıkan’ın Amargi’deki Erkek yazısı bunlardan bazıları. Sadece akademik makalelerin değil manifesto, röportaj ve denemelere yer verilmesi ve queeri bir analiz metodu olarak kullanan makalelerin içerilmesi bu çoklukları biçime de yansıtma çabamız olarak görülebilir. Son olarak şunu söylemek lazım ki gönlümüzden geçen daha pek çok metin vardı, ancak bunların hepsini koysaydık, kitap en az 3 cilt çıkmak zorunda kalırdı.

Önsözde, “queer kuramı, ne olduğuyla değil, neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyar, kimlik ve cinselliğin üzerine kurduğu apaçık her tür kategoriye karşı durur’’ diyorsunuz. Kavramsal tanımlama olmaksızın karşı duruş mümkün müdür? Örneğin milliyetçilik, militarizm, faşizm söz konusu olduğunda queer kuramı nerede duruyor sizce?

Sibel: Tabii ki karşıda! Kitapta Puar’ın bir metni var örneğin. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de ortaya çıkan milliyetçi dilin eleştirel bir okuması. Milliyetçiliğin cinsiyetçilikle nasıl eklemlendiğini, iç içe geçmiş bulunduğunu bu örnekte çok iyi görebiliyoruz. Keza militarizmi ve faşizmi de cin­siyetçiliğin çeşit çeşit biçimi olmadan düşünmek zor. Queer tahayyül, cinsiyet ve cinselliğe dair her tür kategorileştirme ve genel geçer varsayıma karşı durmasıyla aslında bu söz ettiğimiz düşünme biçimlerine de direnmiş oluyor. Şunu söyleyeyim: biz queer’i başka kimlik ve konumlardan çıkarak içine rahatça yerleşebileceğimiz yeni bir kimlik veya konum olarak görmüyoruz. Bu meseleyi baş­ka türlü düşünenler de çıkacaktır belki. Ama bizim için bir araç, bir ufuk, başka bir dünya tahayyülü. Biz tarihin şu anında kimiz? Olmuş olduğumuz şey haline nasıl geldik? Buradaki sınırlar nelerdir? Bunlar ne tür ilişkilenme biçimlerine yol açar? Hem kendimizi, hem ilişkilendiklerimizi, hem de ilişkilenme biçimlerimizi başka türlü düşünebilir miyiz? Buradan yola çıkarak kendimizi ve ilişki­lenme biçimlerimizi dönüştürebilir miyiz?

Bugünlerde Gezi Parkı’nda olanlara bu gözle bakabiliriz gibi geliyor bana. Yaşamına el koymaya, onu düzenlemeye, kutulamaya çalışan bir takım düzeneklere karşı, bu yaşama sahip çıkmak: “Yaşamım benimdir!” demek. Onu daha özgürce, daha çok mizahla, daha çok dayanışmayla kurmak.

İşte “queer” başlığı altında toparlamaya çalıştığımız metinler bizim için bu tür sorular sormanın aracı. Bu tür soruların açıldığı ufuk. Bu yüzden de Özlem’in harika keşfi olan kitap başlığı çok uygun düşüyor yapmak istediğimiz şeye.

Özlem: Tanım her zaman bir sınır çizer, bu sınır bir ‘uyma’ beklentisini, sınırlar içinde bir yerlileşme ve yurtlulaşmayı ve dolayısıyla bu beklentiyi karşıla(ya)mayanların dışarıda bırakılmasını, dışarıya atılmasını, görünmez kılınmasını ya da gözden çıkarılmasını beraberinde getirir. Queerin ‘norm’ ve ‘normal’in karşısında olarak düşünce, gündelik hayat pratikleri ve politika yapmayla il­gili olarak bize sunduğu tahayyül ve imkanları düşünmek için, aslında esas olarak hayata ve ya­şadığımız hayatın adımıza konuşan ve sonra uy­mamızın beklendiği her tür düzenlemesine dair düşünmek için, Sibel’in de dediği gibi şu günlerde içinde olduğumuz Gezi Direnişi bence şahane bir örnek. Birebir bir içerik analojisi kurmak istemi­yorum şu an, zira bunu yapabilmek için üzerine daha çok mesai harcayarak düşünmemiz gerekir. Ama form olarak, neyin karşısında olduğunuzun da pekala hem politik hem düşünsel hem yaratıcı hem de gündelik hayat açısından ters yüz edici bir alan yarabileceğinin, şimdiye kadar ‘bildiğimiz’, aracılığıyla ‘konuştuğumuz’, üzerinden ‘iletişim’ ya da ‘bağ’ kurduğumuz tanım ve düzenlemelerin ötesinde – bunların yanyanalığını, kesişimini, teğetini, ilişkisizliğini de kendinde taşıyarak elbette- bir dünyanın, bir yaşam ihtimalinin mümkün olduğunun örneği. Bu kendisi için tanımlanan ‘normal’, ‘makul’ ya da ‘makbul’ tanımlarına (kan donduran bir şiddete her gün maruz kalarak üs­telik) direnen çokluklar, bir ‘tanıma gelmezliğin’, bir yersiz yurtsuzluğun nasıl da sadece varlığıyla işler ve sorgular olabileceğini bize gösteriyor. Tıp­kı Sibel’in dediği queerin bizim için açıldığı ufuk gibi. 12 Haziran 2013 tarihli BirGün yazısında İs­mail Güzelsoy Gezi Parkı Direnişi’yle ilgili şöyle diyordu: ‘Direniş iktidarın ürettiği küfrü ilk kez seve seve kabullenerek geleneksel dualiter yapıyı hırpalayabilecek mizahi malzemeyi edinmiş oldu: Çapulcu sıfatı, Kemalist-İslamcı kutuplaşmasının çok ötesinde bir yeri işaret eden bir duruşu kodladı direnişçiler için. Böylece direnişin bütün bileşenleri hiç tereddüt etmeden bu zarif sıfatı kabulle­nerek, geleneksel politika üretme (ve tüketme!) paradigmasını reddettiklerini dile getirme şansı yakaladı. Çapulcu sıfatı bir anlamda sistemin dı­şına itilmenin, öteki olarak kovulmanın, mahrum ve mağdur edilmenin parolası oldu.’ Güzelsoy’un ‘çapulcu’nun, küfrün, ‘zarif’ sahiplenilmesi üzeri­ne yaptığı bu güzelim tespit, size de fena halde qu­eerin geçirdiği tarihsel dönüşümünü hatırlatmıyor mu?

Doğu Avrupa’dan Orta Doğu’ya kadar pek çok ülkede queer girişimler hızla örgütlenmekteler. Queer kuramının batı ihracına dönüştürmesi olasılığına ve kültürel emperyalizme karşı nelere dikkat etmek gerekir?

Sibel: Demin sorduğum sorulardan devam edeyim. Bir kavramı apaçık bir şekilde tanımlar, sınırlarını bu tanım etrafında çizer ve onu tarih­selliğinden/toplumsallığından çıkarıp her yere ge­nellemeye çalışırsak muhtemelen çuvallarız. Dik­kat çektiğiniz tehlikeye karşı durmanın en iyi yolu bence queer’i bir soru olarak bırakmaktır. Cinsiyet kimliği ve cinsel kimlik nasıl inşa edilir? Nasıl dü­zenlenir? Bir kimlikle özdeşleşmek, onun icrasına girişmek ne tür bir ben’i mümkün kılar? Bu sorulara her coğrafyada verilen cevap değişebilir veya zaman içerisinde de değişebilir ve bizi olmuş olduğumuz şey haline getiren kategorilerle başa çıkma biçimimiz de değişebilir.

Özlem: Ben de bu ‘ithallik’ endişesini queeri bir soru olarak bırakarak giderebileceğimizi düşünüyorum. Bu anlamda queer üzerine yapılan her çe­viri ya da yazı deneyiminin aynı zamanda bir kendi üzerine düşünme pratiği olduğunu unutmamak lazım. Giriş yazısında da değindiğimiz gibi, queer kelimesinin kendisinin taşıdığı tarihsel bagajın bu coğrafyada bire bir karşılığının olmaması zaten en başından ‘çeviri’yi ya da ‘yazma’yı başlı başına bir kendi üzerine düşünme meselesi haline getiriyor. Ve ben bunu çok önemsiyorum. Çünkü bu kendi üzerine düşünme, ‘ithal’liği ortaya konması gere­ken bir mesele olarak kavrar ama aynı zamanda da queer kurami da zaman-mekanın ihtiyaçlarına göre yeniden anlamladırmalara, tertibatlara, bo­zup yapmalara, dağınık bırakmalara açar. Queer Tahayyül içinde de yazarlarımız ve çevirmenle­rimizin bu ‘ithal’lik meselesini gerek yazılarının içinde, gerek çevirme/me tercihleriyle, pek çok şekilde, dert edindiğini görebilirsiniz.

Queer olma halinin mahremiyet hakkının ötesinde, kamusal olma özgürlüğüyle ilgili olduğu söylenebilir mi? “Devlet, yatak odamdan çık’’ sloganı, özel alan-kamusal alan ayrımını netleştirerek cinselliğin mahremiyetini yeniden mi üretmektedir?

Sibel: Öyle denilebilir tabii. Ben burada Foucault’cu diye tabir edebileceğim bir yaklaşımdan yanayım. Buradan yaklaşınca soruyu şöyle sor­mak gerekiyor: Hangi söylemler, pratikler, düzenekler aracılığıyla mekanlar kuruluyor, onlara belirli işlevler yükleniyor ve kamusal-özel sıfatlar yakıştırılıyor? Yani kendinden menkul ve cinselli­ğe ayrılmış bir özel/mahrem alandan hareket edip devletin elini buradan çekmesini talep etmektense, bizzat cinselliği çevreleyen/çerçeveleyen söylem ve pratiklerin belirli mekanları cinselliğe ayırarak onları nasıl özel/mahrem olarak tanımladığına bak­mak gerekiyor. Sadece cinsellik için değil, başka türlü eve has sayılan etkinlikler için de bu geçerli.

 

Butler yakın zamanda Tahrir Meydanı üzerine bir konuşma yaptı. Biz burada benzer bir şeyi Gezi Parkı için düşünebiliriz. Butler o konuşmada Tahrir’de uyuyan, yiyen içen, yaralanan, neşelenen insanların burayı her zaman “kamusal” sayılmayan etkinlikler için de kullandıklarını, böylece mekanı dönüştürdüklerini söylüyordu. Bunlar bize şunu hatırlatmalı: mekanlar “doğal” olarak özel veya kamusal değildir, onları böyle kılan ev sahipliği yaptıkları bedenlere ve etkinliklere yönelik tarihsel tasniflerdir.

Queer kuramı ile feminist kuramlar arasında bir diğer “mutsuz evlilik’’ mi söz konusu? Eğer bir gerilim mevcutsa, bu gerilimi gidermeye yönelik bir kesişimsel yaklaşım yararlı olabilir mi?

Sibel: Daha önce de birkaç kere bu şekilde ifade ettim: Queer’in feminizmle bir çatışma, ikilik, neredeyse zıtlık içinde düşünülmesi pek tuhaf. Queer, feminizme çok şey borçludur ve hiçbir queer kuramcısının da bu borcu inkar ettiğini sanmam. Çünkü feminizm de, LGBT aktivizmi de cinsiyet temelli ayrımcılık ve şiddet biçimleri­nin teşhir edilmesinde, bunlara maruz kalanların desteklenmesinde, sahiplenilmesinde ve haklarının aranmasında, gündelik hayatın dönüştürülme­sinde müthiş katkıları olmuş hareketlerdir. Fakat ne feminizm ne queer tek bir görüşe indirgenemez ve her biri kapsamında yapılan çeşitli çalışmalar arasında yakınlaşmalar ve uzaklaşmalar vardır.

Bence bu ikisinin bir zıtlık içinde düşünülmesinin, ilişkilerinin böyle kurulmasının kendisi sorunsallaştırılmalı. Bu eğilimin, yaklaşımın, karşı karşıya koymanın kendisi bizzat kimlikçidir. Queer misin, feminist mi? Kendimizi özellikle ‘bir’ şey olarak tarif etmemizin, dolayısıyla son kertede bir kimliğe indirgememizin kamplaştırıcı bir tarafı var.

Queer pratiklerin geniş yelpazesi içinde sakatlıkla ilgili eleştirel çalışmalar da bulunuyor. “Cinsiyet belası’’ gibi, “sakatlık belası’’ da sağlam bedenliliğin imkânsızlığını vurguluyor. Türkiye’de bir ara yüz nakillerinin dramatikleştirilen başarıları gündem­den düşmemişti. Ne düşünüyorsunuz?

Kol ve bacak nakli yapıldıktan sonra hayatını kaybeden biri oldu belki hatırlarsınız, Şevket Çavdar. Sakatlıkla ilgili çalışmalarımızı birlikte yürüttü­ğüm arkadaşım Dikmen Bezmez bu konuda hari­ka bir yazı yazdı. www.engelliler.biz web sitesinden bakılabilir. Orada şöyle demişti, doğrudan alıntılıyorum:

“Nasıl bir sistem içerisinde yaşıyoruz ki, bedenlerimizi olabildiğince “normal” hale getirmek için hayatlarımızı riske atmaya hazır hale gelebiliyoruz? Yani gerek sakat kişiler olarak, gerekse bedenini de­ğiştirmek için risk almaya hazır olan diğer kesimler olarak. Zayıflamak için bıçak altına yatan kadınları düşünün. Onların da bir kısmı hayatları pahasına almıyorlar mı bu riski? Nasıl bir sistematik düşün­ce şekli ile çevriliyiz ki, bedenlerimizi “normal” kı­labilmek için, her şeyi ama her şeyi yapmaya hazır hale geliyoruz?

Dün Şevket Çavdar’ın bir hayatı vardı; bugün yok. Bu hiçbir zaman değişmeyecek.”

Türkiye’deki queer kuramı, akademi ve LGBT örgütlenmeleri dışında tartışma alanı buluyor mu? Tartışma alanını genişletmek için nasıl bir yol izlemek gerekir?

Özlem: Queer bir zamandır akademi ve LGBT ve feminist hareketler içinde tartışılan bir konu. Bunun dışında ne var, nerede tartışılıyor, tartışılıyor mu sorularının cevaplarını bizim verebileceğimizi sanmıyorum. Tartışma alanını genişletmek için, öncelikle okuyabilmek gerektiği için çevirinin ve yayının artmasının tabii ki çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında, insanın canı nereden yanarsa, kalbi orada atarmış. Yanmayı hem acı hem de heyecan olarak düşünebiliriz. Teori ve tar­tışma alanı da bence böyle, yani ihtiyaçtan doğar. İhtiyacı olan, heyecanlanan alır, kullanır, tartışır, eğer, büker, atar, yutar, değiştirir, dönüştürür, yeniden yazar. Bu anlamda tartışma alanı genişleye­cekse, böyle bir ihtiyaç ve heyecan varsa, kendiliğinden genişleyecektir zaten.

Butler, Levinas’ın “yüz’’ kavramını tanımlarken, “yüz, ötekinin kırılganlığı karşısında uyanıklılık olarak barıştır’’ der ve devam eder: “Özdeşleştiğim kişi ben değilim ve o ben olmama özdeşleşmenin koşuludur.(…) Kim olduğumuz kişiseldir, ancak bedenimizin sınırı tam olarak bize ait sayılamaz.’’ Queer kuramının işlevlerinden biri bu metinlerde okunabilir mi? Ötekinin kırılganlığına duyarlı bir beden ve kimlik geçişkenliği bizi barışa yakınlaştırır mı?

Sibel: Ben o kitabı müthiş buluyorum. Butler kitaptaki makaleleri 11 Eylül’den sonra yazıyor, ABD’de yükselen yabancı düşmanlığına ve milli­yetçiliğe büyük bir tepki duyduğu açık. İkiz Kule­ler’de ölen binlerce insanın yası ise devam etmek­te. İşte bu kayıp ve yas meselesini -tam da demin konuştuğumuz özel/kamusal meselesine denk gelecek şekilde- özel/bireysel bir mesele olmaktan çıkarıyor ve kamusal/politik olanın merkezine taşı­yor. Kabaca üç adımda özetleyebileceğimiz bir ar­güman bu: 1. Hepimiz şiddete maruz kalıyoruz ve onun içinde bir payımız var. 2. Dolayısıyla hepi­miz kayıplar yaşıyoruz, kaybın anlamını biliyoruz. 3. İşte bu kaybın ortaklığı, herhangi bir kimliğe/ai­diyete yönelmeyen bir ortaklığın anahtarı olabilir. Burada bir şey daha var: Yas bize kendimiz, kendi sınırlarımız üzerine de düşünmeyi öğretir. Harika bir bölüm var bunun üzerine. Şöyle diyor Butler:

“Burada bağımsızca varolan bir “ben” varmış da sonra basitçe oradaki “sen”i kaybetmiş değildir, özellikle de “sana” olan bağlılığım beni “ben” ya­panın bir parçasıysa. Bu koşullarda seni kaybeder­sem, kaybımın yasını tutmanın yanı sıra kendime karşı anlaşılmaz oluveririm. Sensiz ben kimim? ...Bir düzeyde “sen”i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde “ben”im de kayboldu­ğumu keşfederim. Bir başka düzeyde, belki de “sende” kaybettiğim, hakkında hali hazırda kelime dağarcığımda olmayan şey, münhasıran ne benden ne de senden oluşan, ama bu terimleri farklılaştı­ran ve ilişkilendiren bağ olarak kavranması gere­ken ilişkiselliktir.”

Tabii ki queer! Ben, sen, biz üzerine, tarihsellikleri içinde düşünmeye bir davet.

Bu söyleşi ilk olarak Kaos GL dergisinin “Barış, direnişe devam” başlıklı 131. sayısında yayınlanmıştır. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam