13/02/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Dudaklarının günahını hayatıyla ödedi diyorlar. Boş ver. Ben günden güne günaha daha çok yazılıyorum. Kedisiz evim, artık üzerine sinen erkek kokularını taşıyamayan yastığım, boş bileklerim.’

‘Dudaklarının günahını hayatıyla ödedi diyorlar. Boş ver. Ben günden güne günaha daha çok yazılıyorum. Kedisiz evim, artık üzerine sinen erkek kokularını taşıyamayan yastığım, boş bileklerim.’

KAOS GL

Omayra

Geceleyin hayatı bağlandı. Kader melekleri gene soğuk bir şehr-i hüzün gecesinde kesiverdiler eğirdikleri kısa hayatının ipini. Bir metal yığınında kanını tanıdı ve binlerce insan şahit yazıldı kanının son pıhtılaşmasına. Belki de kanı son kez akıyor ve ayaklar altında kalıyordu. Ertesi gün insanları ve onların yalnızlıklarını taşıyan belediye otobüsleri ezip geçecekti kararan kanını.

‘İlk kez seni arkanda kocaman bir orman olan fotoğrafında sevdim. Gözlerini kapanmıştın, bir dilek diliyordun bana kalırsa. Güneş yüzünü aydınlatıyordu. Saçlarını uzatmıştın. (Evin, odamı aydınlatan sokak lambasını görebilecek kadar yakın da olsa saçlarını uzattığını fotoğraflardan öğreniyordum) yakışmıştı.’

Şimdilerde bizler ucuz bir filmi izler gibi bakınıyoruz bu kente, ben fotoğrafına, kent boş, fotoğraf dolu. Herkesin elleri boş, gözleri dolu. Ben ağlayamadım. Yapamadım çünkü hâlâ varsın, bir gece çıkıp gittiğim salak, yuvarlak masalı, kısa metrajlı aşkların yaşandığı o barda seni göreceğimi sanıyorum. Hâlâ bir şişe beyaz şarap için yaptığımız kavgayı hatırlıyorum, gene kavga bekliyorum; çekip gitmemi, arkamdan gitmemi istemediğini söylemeni ve hâlâ likörden vazgeçmemeni. Her şeye o deriden yapılmış at heykelciğiyle evinizden hiç eksik olmayan güneş şahit biliyor musun? Ama yokluğunu bana kabul ettiren de o parlak güneş oldu yine. Bedenini soğuk ülkelere yolladığımızda (daha doğrusu bizden çalındığında) dönüp duran bir bıçağın dört kişiye sırayla karınlarına, beyinlerine, kalplerine sokulup çevrilmesine tanık oldum. Nefesi kesiliyordu herkesin, sesini gözünün yaşı yapıyor, yutkunuyor ve sırası gelen bıçağı kendi eliyle tek kelime etmeden sokuyordu içine. Tüm gece, son sigaraya kadar, son gecenin ışıklarını söndürene kadar, şehr-i hüznü ayaklarının altına seren o evde, nedensiz bir sessizlik, nedensiz bir bekleyiş. Bu sessizliği ve bekleyişi inadına tek bozan kapanmayan kapı. Hâlâ benim aptalca inançsızlığım, ölüme inançsızlığım. Bu bir oyun ve oyunu bitenler evlerine gidip uyuyacaklar, tıpkı kentte senin hâlâ evin birinde uyuduğunu sananlar gibi. O evden çıktığımda birden alışamadığım, daha önce tanıştırılmadığım bir sokakta buldum kendimi. Herkes, her şey ve her yer yabancıydı. Tüm arabalar duruyordu. Yokuş çıkıyordum. Ve güneş yoktu o sabah, yani ertesi gün, yani sensiz ilk şehr-i hüzün sabahı. Korkunç bir rüzgâr yüzüme çarpıyor. O yok o yok artık diye ayıltmaya çalışıyordu beni. Ama çevremdekiler hâlâ aynı, her şey yaşıyor hâlâ. Bu küçük bir kovalamaca. Acı günlerin provası. Bıçak niye sana saplandı? Niye aynı bıçakla bizi dağladılar? İnanmamakta haksız mıyım, haksız mıyız? Bizler yeteri kadar günahkâr yazılmışız bu şehre. Günah eğer âşık olmaksa, aşkı aramaksa, aşk yapmaksa, uslanmaz bir günahkârım öyleyse.

Dudaklarının günahını hayatıyla ödedi diyorlar. Boş ver. Ben günden güne günaha daha çok yazılıyorum. Kedisiz evim, artık üzerine sinen erkek kokularını taşıyamayan yastığım, boş bileklerim.

Bırak biz seni Karadeniz’in bir kentinde yaşıyor bilelim ya da sen yazılarını yaz gönder, jeneriklerde ismini arayalım. Ama bir daha rüzgârlar gönderme bu kente. Günahlarına gelince, tanrı umarım bu sefer beni dinler.


Kaynak: Kaos GL, Şubat 1998, Sayı 42



Etiketler:
İstihdam