18/03/2010 | Yazar: Hande Öğüt

“Daha zamanımız varsa, gökkuşağını takiben koşuşturalım yine; “kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın, yanık yağda boğulan yaprakları a

“Daha zamanımız varsa, gökkuşağını takiben koşuşturalım yine; “kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın, yanık yağda boğulan yaprakları arasında” dolaşalım kaldırımları çınlatarak ki “biz” olma hakkımızı da almasınlar elimizden.”

Ressentiment, bir başkasına karşı gösterilen belirli bir duygusal tepkinin tekrar tekrar yaşanması ve deneyimlenmesidir. Duygunun sürekli yeniden yaşanması, kişiliğin merkezinde gittikçe daha derine gömülmesine yol açar, ama aynı zamanda onu kişinin eylem ve ifade alanının dışına çıkarır. Duygunun ve "tepki verdiği" durumun sadece zihinsel bir anımsanışı değildir burada söz konusu olan; duygunun kendisinin yeniden yaşanması, başlangıçtaki duygunun yeniden deneyimlenmesidir. İkinci olarak, sözcük, bu duygunun niteliğinin olumsuz olduğunu, yani bir düşmanlık hareketi içerdiğini ima eder. Terimin özsel anlamına belki de en yakın düşen Almanca sözcük "groll"dur [garaz, gizli kin, hınç]. "Garaz" da tam böyle, bastırılmış bir gazaptır, egonun faaliyetinden bağımsız olarak zihnin içinde belirsiz bir biçimde gezinip durur.
Max Scheler
 
Yapıştı mı bulaşan, değdi mi karaçalan, etini, ruhunu -fark gözetmeden- parçalayarak mikrobunu bulaştırmaya programlı kurşunlarla, işaret zamirleriyle vurulan bir bedenim ben; tekinsize, gaibe meyleden...
 
Sonumu demliyorum; başkalarının tasarladığı, elimden aldığı yaşamımın sonuna kıvrılmaya; yılankavî bir salınımla, başımı kuyruğumun arasına kıstırarak bilincimin tayin ettiği bir ‘eşk’in, damladı mı billur billur süzülen, akacak mecraa bulamayan bir saydam zerresine düşmeye, usul usul sızmanın raksına âşık kılınmak, tek arzum.
 
Müteahhit zihinlerin projelendirdiği cümlelerin sonuna yerleşmek, öldürür beni çünkü.
Değil mi ki ben kendi yerimi belirleyememişim kâinatta; ne kâinatı? Kendi bedenimde, cinsiyetimde, tahayyülümde, tinimde!
 
Değil mi ki, “bir kız!” demiş, kanımdan sakınan eldivenli parmaklar, değil mi ki onu ve dergâhını kirletmeyeyim diye; çıkar çıkmaz pencerenin dışına -sarkıp taşarım korkusuyla-, pembe kurdelenin rûyası üflenmiş alnıma; değil mi ki göbekbağıma hayz düğümleri atılmış; defalarca; şifresi sadece sahibime verilecek bir kördüğümün kör hayyizi kılınmışım?
 
Hakkın kullarına terennüm ettiği hayyü’l-kayyûm olabilmenin mülkiyeti, erkin kıvılcımlar çakan gözlerine teslim edilmiş...
 
Ulanmaktansa, bir cümlenin bitimine, kör bir hafız olmayı yeğlerim elbet.
Elini tutmaktansa bir erkeğin, yanına yerleşmektense ömür boyu, ömrümü kanlı düğümlerle körlemek isterim yeniden, fırlatıldığım başlama yerine dönerek...
 
Yer istemedim hayatta; yer edinmek, yerleşmek, yer sahibi olmak, yerini korumak, kız iken kadın olmak, bir adamın karısı olmak, hele hele anne olmak...
Kimin lisanı bu? Hangi dilin üzerindeki yangılı yara? Kimin geleceğine biçilen kutlu pay?
 
Bata çıka olsun, öle gebere olsun yine kendi yarasını yalayarak ama kat’a bir limon çiçeğinin tohumunu, bir buğdayın başağını, bir kuru ekmeğin küfünü, yerden bir milim yükselebilmeye değişmeyen “ilkel” benlikleri; eşiklerden atlatıp, dönemeçlerden kılpayı kurtarıp, onların (bizim) canlarını, onlara (bize) bağışlama büyüksemeciliğini lehlerine döndüren kalemşorların mı?
 
Halkların rayicini, sopalaya topaçlaya, döve geberte köpürten; melezleme yağlarını, rafinerize ederken; posalarından “atüt” margarinler üretip halkı amade eden jilet gömlekli, doğu-batı sentezli toprak beyfendilerinin mi?  
 
Yoksa bir sağa bir sola savrulan, kurşun yemeden çanağı kurtarma becerisini edindirme okullarını bitirip diplomalarının boncuklarını şaklatan, insan postuna bürünmüş aşağılık beyazların mı?
 
Bizlerden nefret ederken, kutsadıkları aile birimlerinde, ahlâk cinnetlerini kusan heteroların mı?
 
Kimin dilinde bu yara? Kimin ruhu kanıyor?
Hangisi, şunca seçeneğin içinde bir yerlerde, diyelim ki kadehlerde, ya da son model arabalarda veya bir mini eteğin dokusunda, çılgın gece kulüplerinin yanardöner lambalarında, diskoların kare zemininde ya da banknotların üzerinde gördüğünde; kanın rengini:
İrkilmek, şehvetlenmek, etkilenmek, heyecanlanmak, öykünmek, elde etmek dışında bir olma(k) haline sahip?
 
Çok önce hangi dilin yangılı yarası demiştim; geri alıyorum.
Cevaplar kendilerini çoktan çekip yumuşamış bir başka oluşa eklemlenmişler.
Artık sormadan, yanıtlamadan çalakalem yazacağım.
 
Sağ, sol, cephe, geri vurgunlarıyla köşeye sıkıştırılmamaya direnmek, bana kalan tek g(ö)rev.
K(ı)uramadığım, mahir ellerde bozuşturulmuş cümlemin nihayetine hiç değilse kendim karar vermek. Kovulanın izinden geri kalan; çamura batmış bir ayak iziyim hâlâ; kalıbı çıkarılası bir orijinalite... Parmakla gösterilen bir amorf kütle; kadın mı erkek mi belli olmayan, iğrenç yaratık!
 
Mevsim kış ya ondandır izimin uzun süreli saltanatı. Ayağın çamurda bıraktığı iz üzerine düşünmek çamurdan, ne öte ışıltılı bir boktan pisliktir bilir misiniz?
Sağından ve solundan, işaret zamirleriyle kurşunlanan bir silik nokta (idim) ben. O kadar bit(ik) bir yeniktim ki: kendimi yiye yiye ufalmışım; bilerek ya da istemeyerek; bilmeyerek ya da istetilmeyerek; anımsamıyorum.
 
Bilinçaltı çöplüğünde mayalanan yırtık, çürük, bozuk, çıkık, itik, kaçık, kopuk artıklar kabara kabara yükselmiş; mevcut tüm kanaatleri sınayarak; evcilleştirme operasyonlarını delerek, realitenin aynılaştırıcı bentlerini çizerek; uzlaşımcı ortak duyarlıkların yaftalarını söküp çıkartarak parlatmıştım kendimi. Vücudun “iğrenç” tüylerini, tenin mahrem örtüsünü, beyin yıkama hızıyla ve acısıyla çekip alan bir ağda gibi koparıp atmıştım nihayetinde üzerimden.
Ve kocaman bir ayıp olarak kalakalmıştım; doyumsuz gözlerin çiğ menzilinde.
 
Pulları parıldayan, davetkâr bir beyaz ettim şimdi.
Orasını açıp bulûğa ermemiş oğlancıkları, tâ orta yerine davet eden yırtık bir kızandım şimdi.
Çıplak bir sûret olup bir put gibi önlerine dikilmiş günahımla bozuşturmuştum, incelikli asfaltlarının hammaddesini.
 
Beyaz kundaklara sarılıp sarmalanmış, sureti yırtık fotoğraflarda kalmış o kız bebek değilim artık. Çamurum, zifosum, lağım dölüyüm; Artık iki dudağı bir araya gelmeyen, ar damarı çatlamış, buruşuk bir aslanağzıyım. Yelesi tımarlanmış, bedeni açıkta kalmış pörsük etini yerlere değdire değdire gezerek kendini sürükleyen; aslanlığından çoktan razı sadece bir ağız. Bir kubur kovuğu.
 
Sağdan soldan beni süngüleyenlerin, önce gözlerini yuvalarından uğratmış; embriyon beyinlerinin karınca yuvasını dağıtmıştım ilkin.
 
Sonra... Sonra kirlenen bir şey, ama bana ait olan tek şeyi, yüzümü geri almak için kar yağdırıp kapadım yollarını, barikatlar kurdum döndükçe büyüyen çığlardan.
 
Ekmeğime kan damlatanların tabaklarına kustum; tüm içimi, histeri nöbetleri; “mânâ”nın saydam hassasiyetini de delip geçmesin; anlamın dibini bulandırmasınlar diye salyalarıyla, nefirler öttürdüm küçük dillerinden öteye.
 
Öğürdüler. Ellerini kapattılar ağızlarıyla başlarını yana çevirerek.
Kusamazlardı. İçlerinin pisliklerini bu kadar açık edemezlerdi.
 
Resimli bir kitaptan çalıp hayatım yaptığım, hayat dedikleri bu işkenceyi işkembelerine doldurdum; ince uzun eşit parçalar keserek hem de, tıkıştırdım; geçirgen kılıflarına.
Fena olmadılar, alışıktılar. Her şeyi sindirmeye...
 
Bir anatomi dersinden teneffüse çıkmanın bedelini, bir toplumun bekçi şapkasındaki meteorun hışmına uğrayarak ödeyen aslanağzının içindeki küçük dili besleyip büyütebilmek için kabûlümdü; onların dilinin imlasını kullanmak.
 
Kar yanığı çipil yüzüm, güve yeniği paltom, içlerine hayvan pisliği dolmuş tırnaklarım, kusmukla hemhal bedenim, sülfür kokulu çişim, kirlenen lisanımdı; faşizan eleklerinden dökülüp bana kalanlar. “Ben(im)” diyebileceklerim yerinmeden.
 
Tüm bu kopuk, kırık, dökük, çıkık, yenik, bitik, yırtık, bozuk malzemeden yapabilir miydim kendimi yeniden? Tercih mi, yöneliş mi, sapkınlık mı anlayamayanların cırtlak siren seslerinden, mülhem gürültüsünün kanlı göbeğinden bıçak gibi çekip alabilir miyim dersiniz, yeniden ve sonsuza dek utanınca kızarabilmenin saflığını?
 
Kokuşmuşluğun, yoksunluğun, küfün bendelerinde, üzerime konan sinekleri iteleyebilir miyim?
 
Bozuşturulmuş beden, çiziktirilmiş bir ruhun kesiklerini ne kadar saklayabilir, içinin ırak coğrafyalarında?
 
Koruyabilir mi, üzerine kalın bir bez bastırıp pıhtılaşmayı sağlarsa?
 
Efendim?
Evet...
Çünkü hayaller, hâlâ kurutulmuş bir çiçek gibi zedelenmeden duruyor eprimiş kitapların sarı sayfaları arasında.
 
Ancak onlar yardım eder kurtuluşa. El verir, sırtını sıvazlarlar insanın.
Anımsıyorum da eski günleri...
 
Parkeleri, uygunadım ayakkabılarımızdan kurtulan yumuk topuklarımızla temizlediğimiz, okul koridorlarını... Her zil çalışında, aramızdaki tahtanın soğuk hükmünden kurtulup, ağaç altlarında birbirimize değmenin heyecanlı beklentisini... Teneffüsler, izin verirdi ancak soluk alabilmemize. El ele tutuşup kır çiçekleri topladığımız arka bahçelerde kalan kocaman gülüşlerimizi, dikenin berelediği parmaklarımızı diğerinin dudağına götürür götürmez husule gelen titreyişlerimizi... Bunları hatırlamalıyım...
 
Kuş kondurulmuş saçlarımızı okşayan, beyaz yakalarımızı kirleten ellerin, akıllarımızı pışpışlamasını değil!
Unutulmalı mı peki onlar?
 
Ama unutulursa, zafer flamalarını arşa sallayarak, bir kâfiri daha taşladıklarının erinciyle orgazm olacak; birbirlerine değdirerek yeniden ve yeniden üretecekler utkularını. Kendilerine bir armağan sunumu misali içrek kılınan kadim geleneklerini, devletinmilletinaşiretin kutlu devamı adına bir tokat gibi çarpacaklar, senin benim gibilerin üzerinden tüm ötekilere; halka halka...
 
Yıvık bir toprağa, çapari sallamanın fütursuzluğuyla sallandıracaklar kefenlerimizi.
Anımsayarak ayakta tutmalı, musalla taşının buzul soğuğundan kurtarmalıyız
unutturulmak istenilenleri.
 
Vızıl vızıl ıslık öttürmeli ki kulaklarının dibinde, her an enselerinde olduğumuzu bilsinler. Biz hayatlarımızı resimli kitaplardan almıştık, sayfaları açıöçerlerimizin kılıcıyla kazıyarak.
 
Satıraralarından sızan havayı koklayarak diri kılmıştık; saflığımızı geri vermek yakışık alır mı hiç?
 
Karanlık sözler yazabiliriz hayatımız hakkında, evet. Amma acıyla uğraşacak yerlerimizi yok etmek için, acılar çekeceğimiz yaşa gelmemiz lazım daha. Daha zamanımız varsa, gökkuşağını takiben koşuşturalım yine; “kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın, yanık yağda boğulan yaprakları arasında” dolaşalım kaldırımları çınlatarak ki “biz” olma hakkımızı da almasınlar elimizden.


Etiketler:
nefret