13/01/2016 | Yazar: Kaos GL

Derya Kuzusu’nun 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan "Sadece peygamberlerin yatakları sıcak kalır yokluklarında" isimli öyküsü: "Oysa o, tüm sokağa yaralarını göstermekle meşguldü: Bakın benim yaralarıma, ne kadar da yara!"

Sadece peygamberlerin yatakları sıcak kalır yokluklarında Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Derya Kuzusu'nun 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan "Sadece peygamberlerin yatakları sıcak kalır yokluklarında" isimli öyküsü: "Oysa o, tüm sokağa yaralarını göstermekle meşguldü: Bakın benim yaralarıma, ne kadar da yara!"

Uyumadan önce edeceği bir duası olsun istiyordu. Bir şey dilemeli, bir şey istemeliydi. Bu konuda pek de iyi sayılmazdı. ‘Bir dilek tut’ ile başlayan tüm batıl davranışlara karşı yabancıydı, üstelik her seferinde yalancıydı. Kötü bir fincan kapatıcısıydı; aynı isimli iki kişinin arasında duran eğretiydi, kirpikleriyse zaten dökülmezdi. Ama yine de uyumadan önce edeceği bir duası olsun istiyordu. Sonra neden şu cümleyi geçirdi içinden: ‘ Dalgalara ne oluyorsa bana da o olsun.’ Su döngüsünün bir parçası olmak huzur vermişti ruhuna. Rüzgârlarla coşabilir, yağmurlarla çoğalabilir, güneşle dönüşebilir ve yeniden kendi olabilirdi nihayet. İsyanlarını kayalıklara vurabilir, sakinleşebilirdi. Hırçın ve uysal olabilirdi. Mavi ve beyaz. Bir martının ayağını okşayabilirdi. Bir geminin rotasından sapabilirdi. Ve ay... Onun çekim alanında yaşayabilirdi. Yatağından doğruldu ve perdeyi araladı. Son dördün olmalıydı. Galiba bir duadan çok bir sigaraya ihtiyacı vardı. Tanrısı olmayanın duası da olmazdı.

Birkaç saat sonra, sabah olmuş olmalıydı. Koyu perdelerin ardında belki birazcık güneş bile olabilirdi. Yatağının içindeki çorap deryasından bir çift bulup ayaklarına geçirdi. Aslında çorapları giymeden birkaç saniye ayaklarını, parmaklarını, tırnakların ve tenini inceledi. Ne kadar mahrem bir yer diye düşündü. Sonra içinden şu cümleyi kurdu: ‘İnsan en çok ayaklarından çıplak.’ Çok hoşuna gitmişti bu cümle. Birkaç kez tekrarladı, tekrarladıkça daha da hoşuna gitti. Marie Curie kadar gururluydu. Bu gururla yatağından doğruldu ve kalın perdelerin ardında gizlenmiş olan güne baktı. Perdeyi aralayıp dünyaya göz attığı zamanlarda aklına o karikatür gelirdi hep. Bu sefer yüksek sesle tekrarladı ‘Bu ne ya dünün aynısı…’ Sesinin kulağında yankılanmasıyla kendine yabancılaşması eş zamanlı olmuştu sanki. Bu yabancılaşma ve eş zamanlılık aklına at yarışlarını getirdi nedense. Bu konu üzerine çok düşünmedi. Zihni neden böyle bir bağlantı kurmuştu? Pek umurunda olmadı.

Sonra mutfağa yöneldi. Kaynayan suyu fincana doldurdu, kahve kokusuna bayılıyordu. Nedense eli şekere yöneldi. Birkaç saniye durdu, şekeri bir öğrenci fukaralığı nedeniyle bırakalı ve bir daha hiç kullanmayalı on yılı bulmuştu. ‘Muhteşem’ sabah seremonisinde müziğin eksikliğini hissetti. Janis Joplin’den Summertime… Bu şarkıyı ne zaman dinlese canı koca bir bardak bira çekerdi; ama dört kat inip çıkmak vardı, yapılacak işler vardı, saat pek uygun değildi ki uygun olmasına da gerek yoktu yine de bahaneler üretmeliydi zihni. En nihayet önünde duran kahveye tav oldu. Ah ne çok seviyor ve ne çok kıskanıyordu güzel sesli kadınları... Ama bu kadının sesinde başka bir şey vardı, sanki ağır metaller yutmuştu da sesi kurşun sıkıyordu.

Diamonds and Rust… Ah bu şarkı, bu şarkının sözleri, bir aşkın hikâyesi, aldandığımız tüm parıltılar, uyanışlarımız ve en nihayet çürüyüş… Ah aşk…

Sevdiği adam geçti günün tam orta yerinden. Güneş yüzünü döndü, bulutlar göğü kapladı. Kahve fincanını hiç düşünmeden pencerenin önündeki diğer fincan dizisinin yanında bıraktı. O adamla birlikte aldıkları bir çift kadehe hüzünle baktı. Kadehlerden bir tanesini aldı raftan, hüznü kızgınlığa dönüştü birden. Şarap şişesini tüm hırsıyla açtı. Birkaç dakika sonra salon camının önündeki sandalyesindeydi. Eşyaları gözden geçirdi. Her şey yerli yerindeydi, o gittiğinden beri hiçbir nesneyi oynatmamıştı yerinden. Her biri başka bir anının şahidiydiler ve anılar yerinden oynatılamazlardı. Şarkıyı başa aldı. Ellerini saçlarında gezdirdi. Derinlerde bir yerlerde benliğini başka biri gibi düşünen ve ona yardım etmek isteyen biri vardı. Saçlarını okşayan onun elleriydi. Ne kadar ağırlaşmıştı saçları, her bir teli ayrı bir yitirilişti sanki ve ne kadar fazlalıktı bazı günlerde saçları.

Hayatta önemli olan şeyleri düşünmeye başladı. Kendisi için bir önemli olanlar listesi yapmaya karar verdi. Beş on dakika sonra ‘Hayatta önemli olanlar’ listesi elindeydi. Liste aynen şöyleydi:

Bira içmek,

Şarap içmek,

Sarhoş olmak,

Müzik dinlemek,

Ayık kalabilmek,

Sigara içmek,

Kahve içmek,

Amaçsızca yürümek,

Amaçsız şarkılarda amaçsızca salınmak,

Aile,

Arkadaşlar,

Mücver,

Arada bir tekila,

Okumak,

Daha çok okumak,

Çocuklar,

Balonlar,

Probis,

Çay,

Çay,

Ve yine çay,

Ve bir daha sigara,

Erdemler, erdemlerimiz,

Patlıcan,                                                                         

Rezil olmak - ki ne kadar rezil olursa o kadar iyiydi, öyle okumuştu bir şiirde- ,

Yastıklar,

Yastık altı mendilleri,

Ağlanan omuzlar,

Yalanlanan omuzlar,

Japon animasyonları,

Japon gerilim filmleri,

Kadın olmak, olabilmek,

İnsan olmak, olabilmek,

Aşk,

Emek,

Sıcak su torbası,

Migren ilaçları,

Patik,

Yumuşatıcının kokusu,

Çöpü atmak…

Listeyi okurken yine o adam geldi aklına. Acaba o hayatındayken böyle bir liste yapacak olsa neye benzerdi diye düşündü. Ellerini bilirdi o adamın, parmaklarını, parmak uçlarını… Ağzı şeker kokardı sabahları. Ağlayınca kıyamazdı hani, en çok o ağlattı. Vücudunun her yeri paramparçaydı. Teni dökülüyordu sanki üzerinden. ‘Son nefesimi verirken dahi affetmeyeceğim seni’ diye geçirdi içinden. Oysa affetmek için yaratılmıştı. Kıyamazdı gecesini zehreden rahatsız edici bir sivrisineğe dahi. Kim bilir canı ne kadar yanmıştı ki bu cümleyi kurabildi.

Pazar günleri temizlik kokardı ya hanı evi, bir de üstüne ocakta yemek… Hani çok severdi o adam o kokuyu. Artık ne kadar temizlese de öyle kokmuyordu evi. Kaç tencere yemek pişmişti gittiğinden beri? Ama o koku… O başka bir şeydi. Belki bir daha hiçbir zaman duyumsayacağı bir koku… Bir hıçkırık düğümlendi boğazında. Tam olarak boğazında da değil aslında, göğüs kafesine çok yakın bir yerlerde. Sonra ince bir inilti belirdi sesinde. Ses de kırılıyordu bir yerlerinden. Hem de günün tam orta yerinde, öyle bir kırılıyordu ki yaş akmazsa olmayacak cinsten… Nihayet süzülüyorlardı yanaklardan aşağıya. Ruhunda vaveyla…

Üzerinde durulmayacak yeni bir eş zamanlılık… 

Yağmur… Beklenmedik bir yağmur başlamıştı dışarıda. Hiçbir şey değil de bu yağmur erteletebilirdi her şeyi bir başka güne. Tüm camlarını açmalıydı evin. Sokağa bakan pencereye çıkmalı, oturmalıydı; yüksekten ve düşmekten korkan tüm ruh hallerine inat. Çorapları çıkarmalı, mahremiyeti açığa vurmalı, ayakları salmalıydı pencereden aşağıya. Caddeden geçen tüm şaşkın bakışlara inat bildiği tüm dillerdeki, bildiği tüm şarkıları söylemeliydi en avaz sesle. Yağmura karışmalıydı. Taş olunsa çatlanırdı ya hani toprak olup içine sızmalıydı yaşamın… Filizlenmeliydi sonra, hani şu masaldaki sihirli fasulye gibi göğe ulaşmalı hatta aşmalı, delmeliydi göğü.

Tüm düşündüklerini hayata geçirdi. Çıplak ayaklarını camdan aşağıya sarkıttı ve oturdu tüm sokağa karşı. Sonra başladı avaz avaz. Bildiği tüm dillerdeki bildiği tüm şarkılar birbirini kovalamaya başladı. Tam kendini kaptırmış en içli şarkısını söylerken umursamaz dinleyici kitlesine, içerden gelen telefonun sesi ruhunda bir ‘hayata dönüş operasyonu’ etkisi yarattı. Oysa o, tüm sokağa yaralarını göstermekle meşguldü: ‘Bakın benim yaralarıma, ne kadar da yara!’

Telefon inatla çalmaya devam etti. Bir hışımla camdan indi, zaten kimsenin de umrunda değildi. Ne demişti bir şair: ‘Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’ ‘Büyümek ne metruk’ diye geçirdi içinden. Bilgisayarın yanında duran telefona uzandı eli; ekranda gördüğü isim, operasyonun daha kanlı geçeceğini muştuluyordu. O arıyordu, neden arıyordu? Camda otururken mi görmüştü onu? Kafayı yediğinden mi şüphelenmişti? Merak mı etmişti? Özlemiş miydi?

Zihninden geçen tüm soru cümlelerini bir kenara bıraktı ve telefonu açmadı. Tüm camları kapadı. O kadar uzun bir zaman olmuştu ki o gideli, belki de olmamıştı, Einstein gerçekten haklıydı, uzun bir zaman olduğuna kanaat getirdi. Yaralarını ondan daha fazla seviyordu artık, buna da kanaat getirdi.

Birkaç dakika sonra sokakta bir hareketlilik olduğunu fark etti. Görev bilinciyle yanıp tutuşan duyarlı bir vatandaş camdan atlayacağını düşünerek itfaiyeye haber vermiş olmalıydı ya da delirdiğini düşünen başka bir duyarlı vatandaş, aynı vatandaş da olabilirdi pek tabii, ambulans falan çağırmıştı. Siren seslerini birbirinden ayıramazdı, bir ara bu konuyu araştırmaya da kanaat getirdi. Bir adamın sesini duydu sonra, karşısındaki kişiye açıklama yapmaya çalışıyordu, ‘Az önce oradaydı, cama çıkmış oturuyordu’ gibisinden. Söylediği şarkılar kimsenin mi umurunda olmamıştı? Peki ya yaraları? Kan doluydu her yanı, görmemişler miydi? Yaşıyordu ve delirmemişti, merak ettikleri şey oysa. Dışarıda olan biteni umursamamaya karar verdi.

Yatağı çoktan soğumuştu, sadece peygamberlerin yatakları sıcak kalırdı yokluklarında. Yorganını araladı ve kanayan yerlerini temizlemeden beyaz çarşafın üzerine bıraktı bedenini. Uyudu, uyudu, uyudu… Belki tekrar uyandığında fasulyesi göğe ulaşmış hatta göğü delmiş olurdu.

*Resim: In Bed, '1878, Federico Zandomeneghi


Etiketler: kadın
İstihdam