05/10/2009 | Yazar: Nevin Öztop

KESK / Denetleme Kurulu Üyesi Nurşen Yıldırım'ın katılımıyla 3 Mart Dünya Seks İşçileri Günü'nde Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği'nde gerçekleşen söyleşiyi yayınlıyoruz.

KESK / Denetleme Kurulu Üyesi Nurşen Yıldırım'ın katılımıyla 3 Mart Dünya Seks İşçileri Günü'nde Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği'nde gerçekleşen söyleşiyi yayınlıyoruz.

1 Mart 2009, Pazar
Pembe Hayat LGBTT Derneği
Nurşen Yıldırım, KESK / Denetleme Kurulu Üyesi
 
‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’* başlığı altında:
‘Türkiye’deki Seks İşçilerinin Sendikalaşma Süreci’
 
Moderatör: Diyeceksiniz ki ‘3 Mart nereden çıktı?’. 3 Mart, ilk kez 2001 yılında, Hindistan/Kalküta’da, 25.000’e yakın seks işçisi toplanıp, o günü -bugünkü ismiyle- Uluslararası Seks İşçileri Hakları Günü olarak ilan edildi. Daha sonrasında, özellikle Latin Amerika ve Afrika’da seks işçilerinin desteği ile ün kazandı. Biz de 2 gün sonra, bir basın açıklaması yapacağız, kırmızı şemsiyelerimizi de yanımızda getirerek. 2000 yılında, Venedik’teki seks işçileri, kırmızı şemsiyelerle yürümüş ve bu, bir direniş sembolü olarak kabul edildi. Daha fazla bilgiyi, konuşmacılarımızdan dinliyoruz.
Selay: Hoş geldiniz. Bizler, seks işçiliğinin de bir meslek ve emek biçimi olduğunu düşünenlerdeniz. Seks işçilerinin yaşam haklarına yönelik tehditler ciddi boyutta ve özellikle travesti ve transseksüellerin fiziksel/psikolojik şiddet ile yüz yüze gelmesi, polisten baskı görmesi ve Kabahatler Kanunu kapsamında her gün 125 YTL ceza almalarından dolayı sendikalaşma yoluna gitmek zorunda olduğumuzu düşünüyoruz. Sağlık konusunda da birçok sorunlar yaşıyoruz. Çalışma ortamlarımızın güvenli ve sağlıklı ortamlar olmadığını biliyoruz ve bu koşulların düzeltilmesi için sendikalaşmak istiyoruz. Sayısız seks işçisinin, adli kurumlarda herhangi bir hak arama çabasına girdiklerinde, ayrımcılığa uğradığını görüyoruz ve bu nedenle diğer meslek gruplarıyla bir araya gelerek, onlarla birlikte mücadele etmek istiyoruz.
Gündelik hayatta seks işçiliği algısı ve oluşturduğu refleks, seks işçilerini ötekileştiriyor. Seks işçiliği, şiddet kullanımının açık olduğu bir alan ve bu bağlamda, diğer sektörlerde çalışanların haklarını koruyan örgütleşmeler nasıl var ise, biz de bu mücadeleyi seks işçileri için başlatıyoruz. Mücadele ederken de bir araya gelerek, işçilik hakkında konuşarak ve bu konuda bilinçlenerek yolumuza devam ediyoruz.
Nurşen Yıldırım: Remzi (Altunpolat) ile konuşmamın ardından, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve sendika hareketinde kadınlar üzerine bir şeyler hazırlamıştım ancak Selay Hanım’ın konuşmasının üzerine, buna ihtiyacın olmadığını gördüm. Yalnızca, sendikal deneyimimizin doğaçlama bir aktarımı yapmak isterim şimdi.  
90’lı yıllarda ‘Sendikalarımızı kurarız.’ Dediğimizde, çok büyük dirençle karşılaşmıştık, hem devletten hem de kendi içimizden. Birkaç dayanağımız vardı yalnızca. Bu deneyimleri aktarmadan önce şu soruyu sormak istiyorum size: Niye örgütlenmek istiyoruz ki? Bize ne sağlayacak bu?
Buse Kılıçkaya: Örgütlenme, insanların bir araya gelip beraber mücadele vereceği ve sonunda kazanımlar elde edeceği bir süreçtir. Bireysel davranış ve tutum, bugüne tarihte hiç kimseye bir şey kazandırmamıştır ve ancak bir araya geldiğimizde birçok şeyi elde edebiliriz.
Selay: Ben seks işçisi bir transseksüelim. Tek başıma çalıştığım ve arkamda hiç kimsenin olmadığı dönemlerde, polislerden şiddet görüyordum ve hiçbir şey yapmadan evime gidiyordum. Örgütlendiğimden beri, kendimi yalnız hissetmiyorum; daha güçlüyüm. Avukatlarımız var artık. Yalnız olduğunu hissettiğin sürece, o şiddet devamlı sana dönecek ve bunun sonunda psikolojik bunalımlar gelecek ancak örgütlü mücadelede kendini gerçekten güçlü hissediyorsun.
Nurşen Yıldırım: Bir neviî, örgütlenmenin her alanda önemli olduğunu söyleyebiliriz. Ben 1984 yılında üniversiteye girdim. Kadın grupları ile Perşembe toplantıları vardı. Sığınma evi tartışmalarının açıldığı ilk toplantılardı bunlar ve ufak çaplı bir bilinç yükseltme çalışması yürütürdük. Bu gruplar o kadar önemli ki, hatta bugün bil arkadaşlarla tartışıyoruz, ‘Yeniden mi kursak bunları.’ diye…
Orada ne yapıyorduk? Şu an yaptığımız gibi bir araya geliyor ve kendi yaşadıklarımızı anlatıyorduk.  Zor yanı, o sorunun yalnızca sana ait olduğunu sanmak bir müddet ama başkaları da anlatmaya başlayınca, deneyimlerin sana ait bir şey olmadığını fark ediyorsun. İlk defa İHD’de bir toplantı yapmıştık ve bir kız arkadaşım, ‘Bekâretten nefret ediyorum; beni bağlıyor. Sırf kurtulmak için herhangi birisine gittim v onunla birlikte oldum.’ demişti ve bu bana çok değişik gelmişti. Uzun süre sorgulamıştım ve bu sorgulama, örgütlenmenin temel aşaması. Benim yaşadığım sorunu başkaları da yaşıyor bu o kadar önemli bir şey ki… Kendi sorununuzu anlatmaya başladığınız andan itibaren, aslında başkalarının da buna benzer çok şey yaşadığını görüyorsunuz.
Diyelim ki iş yerlerinde yaşadığımız birçok sorunun ve usulsüzlüğün normal olduğunu düşünürken, akılları birleştirince aslında bunların hem yanlış hem de anormal olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Sorunlar aynı ya da benzer olunca, ‘Birlikte bu sorunları aşmamız lazım.’ diyoruz.  Bu sorunları aşabilmemiz için, karşımızda duran güce karşı bizim de bir güç biriktirmemiz gerekiyor ve bunu sağlamanın en birincil yolu bir araya gelmek, ikincisi de bir araya gelmeyi maddi nesneye dönüştürmek. Temel hedef, istediğimiz şeylerin karşı tarafa yaptırılabilmesi. ‘Karşı taraf’ oldukça soyut bir kavram; bazen devlet, bazen işvereniniz, bazen bir grupta size karşı tepki gösteren biri, bazen de evinizdeki eşiniz… Sendikalar da böyle bir şey. Sendikalar, ‘düzen içi örgütlenmeler’ diye geçer hep ama ‘düzen içi’ nedir? Yaşadığımız düzende hayatımızı dönüştürmek ve değiştirmek uğruna mücadele etmede kullandığımız araçlar. Tabii sendikalar mücadele ettiğimiz araçların sonu değil, bir tanesidir. Yaşam perspektifimize ve dünya görüşüne göre değişen araçlarımız var ama emeğini kullanan her insan için en etkili araç sendikalardır.
Sendikal süreçte, önce ‘Yasalardan dolayı kuramazsınız.’ dediler. ‘Biz yasaları değiştiririz.’ dedik. Uluslararası örnekler bulduk ve bizimle taraf olan bazı insanlarla toplantılar yaptık. Her eylemde çoğaldığımızı gördük; biz çoğaldığımızda da, karşımızdaki güç daha sert tedbirler almaya başladı. Her sokağa çıktığımızda, önce sularla ıslatıldık, sonra coplarla dövüldük ve ardından gaz bombaları ile yüzleştik. İş yerinde, sarı zarflara konulmuş işten atılma tehditlerine kadar gitti… Çok ciddi tepkilerle karşılaştık, özellikle devlet tarafından…  Aslında, o bize yüklendikçe, biz güçlendik. İçeride de çok fazla eğitim çalışması ve birbirimizi ikna edebilmek ve ‘Örgütlenmek nedir?’ üzerine tartışmalar yaptık. En önemlisi de, biz kadınlar, 1990’lardan itibaren çok büyük bir sorgulama içersine girdik. En büyük tartışmalarımız da, ‘Kadın komisyonlarında erkekler olsun mu, olmasın mı?’ ve ‘Neden kadın komisyonları?’ üzerineydi. Kadınların, kendilerine özgü sorunları, sendikada da yaşadıklarını; sendikaların erkek-egemen zihniyetle yönetildiğini ve hepsinin erkek-egemen kurumlar olduğunu gördük. Bu, yalnızca sendikalar ile ilgili değil… Kurumsallaşmaya başlandığı andan itibaren, erkek-egemen yapıya bürünüyor bünyeler. Bu erkek-egemen yapıyı sürdürenin, aslında bazen cinsiyeti de önemli olmuyor; çoğunlukla erkekler olsa da, kendisini o yapıya kaptıran kadınlar da olabiliyorlar. Sendikalaşmada, bu kurumsallaşmaya çok dikkat etmek gerekiyor.
Kadınların sendikalara uğramasını zorlaştıran konulara da dikkat etmek lazım. Kurumsal yapıda, kadınların önlerini açıcı faaliyetlerde bulunmuyorsanız veya yönetimlerde kadınlar yer almıyorlarsa, kadınlar talepleri de bir biçimde gündeme gelemiyor. Cinsel yönelim azınlıklarının temsili gibi… Ne yazık ki KESK henüz gelişkin değil ve bizim duyarlılığımız sizin sayenizde oluyor. Siz, bizi zorladığınızda ve bize müdahale ettiğinizde düzeliyoruz. Biz erkek de arkadaşlarımızın dillerine çok müdahale etmiştik zamanında ve hâlâ ediyoruz. Çok zor bir süreç bu… Kadın hareketi yavaş ilerliyor ama karşılığını aldığınızda çok mutlu oluyorsunuz. Örneğin, 2001’de bir pantolon eylemi yapmıştık. Yöneticiliğim sürecinde kadın komisyonlarından sorumluydum ve kadınlarla yaptığımız anketlerde -‘En önemli sorununuz ne?’ sorusunu soruyorduk- % 97 oranında kadının ‘pantolon giyememe’leri gibi bir sorunla karşılaşıyorduk. 2001 yılının 1 günü, kamu çalışanı kadınlar, iş yerlerine pantolonla gittiler ve birkaç gün sonra pantolon giyilebileceğine dair yasayı çıkarttılar.  Mücadele ediyorsanız, güçleniyorsunuzdur. Siz bu işi yaparsınız çünkü siz -dayak bile yeseniz- devam ediyorsunuz yolunuza. Bıkmamak ve mücadeleyi devam ettirmek çok önemli… Derneklerinizin çalışmalarından sürekli haberdarım. Yıllarca çok uğraştınız ve mücadele ettiniz.  Toplum, önr önce alayla başladı, sonra kızdı ve sonra da dövdü; şu an ise, herkes açısından olmasa bile, bir kabulünüz var diyebilirim. Başka çalışmalar yürütecek olmanız da harika… Kadın hareketi nasıl ağır ilerliyorsa ve sorunluysa, LGBT harekette de sorunlarınız olacak. Dirençli olmak, ‘Kurumsallaşmadan ne yapacağız?’ı düşünmek ve ‘Nereye kadar gideceğiz?’i tartışmanız gerekiyor. Ben, bu ülkede çalışan herkesin sendikalaşması gerektiğine inanıyorum. Sendikalaşmak insana güç sağlıyor ve haklarını veriyor.  Bu konuda bize de görev düşüyorsa ve sendikalaşma süreci için yapabileceklerimiz varsa, biz varız ve hazırız.
Ali Erol: Dün, kaosgl.org’da, bu haftanın haberini medyaya ve sivil topluma duyurmak için epey bir vakit harcamak durumunda kaldım. Medyadan, bunu haber yapma talepleri geldi. En sonunda, ‘Bu soruları ben cevaplamayayım. Sorunların özneleri cevap verirse, hem sizin röportajlarınız doğru ve sağlıklı olur hem de zaten bunun yolu budur.’ demek durumunda kaldım. Biz buraya gelip konuşabiliriz ama asıl mesele asıl öznelerin bu sendikalaşma sürecinde söz sahibi olmaları… Elbette işin teknik bir boyutu var; bir değeri de, bizim paslaşarak halledebileceğimiz bir boyut. 
Ara başlıkları açmaya çalışırken, ‘3 Mart mevzuunu nasıl irdeleyebiliriz?’ gibi sorular kafamda dönüyor. Seks işçilerinin kendi çalışma alanlarına dair doğrudan söz almaları, bu sözlerinin kendi çalışma alanlarını tanımlaması ve koşulların iyileştirilmesi/düzenlenmesine odaklanan bir çerçeve var elimizde. Diğer taraftan, ben, Nurşen’i yaklaşık 20 senedir ve buradaki seks işçisi arkadaşlarımızın da çoğunu tanıyorum. Başka başka politik arenada yollarımız kesişti…  Demek istediğim şu ki, bu kişisel bir muhabbet değil. Dönüp dolaştığımız bir alan var; bu alanda yollarımız çakışmıyor, hatta teğet bile geçmiyor olsa da, aynı alanın içinde dönüp durduğumuz kesin. Bizim burada altını çizmeye çalıştığımız şey, mücadele hatlarının nasıl kesişebileceği, kesişmese bile nasıl yan yana gelebileceği; yapmaya çalıştığımız da, kendi alanımızı mobilize etmek, bu mobilize ettiğimiz alanı diğer alanlarla yan yana getirmek ve hepsinin çakışmasını sağlamak.  
Öte yandan, 3 Mart, yavaş yavaş konuşmaya başladığımız bir konu… Düne kadar bilindiği halde anılmayan bir realite… İşçi hareketinde eşcinsellerin olması, mümkünse duymak istemediğin ve becerebiliyorsan sıyrılacağın; kendin bizatihi işçi isen, açık etmemeye çalıştığın ve ‘maalesef…’ deyip utandığın bir varoluştu zamanında… ‘Sex worker’ı ‘seks işçisi’ şeklinde çevirmekle iş bitecek mi sorusunu sorduk kendimize ve bu kavram reaksiyonları da beraberinde getirdi. Birincisi, ‘Bunun neresi işçilik; insanın beyni mahvoluyor…’ sorusunu soran bireysel bir reaksiyon. İkincisi de, ‘Bu bizim bildiğimiz fuhuş değil mi…’ diyen ahlakçı bir kaçış reaksiyonu. 3 Mart, seks sektörünü, mesleki alan olarak tanımlayabilme ve bu mesleki alan üzerinden yaratabileceğimiz bir mücadele sürecini mümkün kılıyor. Sağlık hakkı istenirken, güvenlik hakkı da isteniyor çünkü içeriğin tekrar tekrar politize edilmesi gerekiyor ve artık politize edebildiğimiz sürece hak elde ediyoruz. Türkiye’deki hem trans varoluşun hem de seks işçiliğinin bileşkesini alabildiğimiz oranda hedefe ulaşılabileceğiz diye düşünüyorum.
Türkiye’de LGBT varoluşunun, işçi olma pratikleri ile aynı zeminde telaffuzunda da dışlanmıştık. Bizim ısrarla kendimizi ifade etmeye çalışmamız da bu sürece tekâmül ediyor. 2001’in 1 Mayıs’ında, ‘Eşcinseller Buraya! Dayanışmaya!’ sloganı atan bir avuç insandık ama bu çığlık eninde sonunda yankı buldu. Televizyonlar da bunun nasıl sunulacağını bilememenin getirdiği bir çaresizlikle, olduğu gibi sunmak zorunda kaldılar ve bu da medya tarihinde görülmemiş bir şekilde doğru bir bilgi aktarımını sağlamıştı. Biz sendika istemiyorduk. ‘Eşcinseliz, işçiyiz, sendikalarda ve çalışma hayatında zaten varız ama mevcut sendikalar bizim görünürlülüğümüze müsaade etmiyor.’ diyorduk ve dolayısıyla mevcut sendikaların eşcinsel/biseksüel realitesini tanımasını istiyorduk. Ancak, seks işçilerinin şimdiki sendikalaşma talepleri oldukça ayırt edici bir yön ve Kırmızı Şemsiye Seks İşçileri İnisiyatifi’nin ağ oluşturma perspektifi buraya çok uygun. Selay’ın geçen seneki 1 Mayıs’ta taşıdığı ‘Seks işçiliği işçiliktir.’ Pankartı oldukça anlamlıydı ve bu kullanımın Türkiye’de dolaşıma sokulması önemliydi.
Türkiye’de sendikalaşma süreci çok değişti. 90’lı yılların başında, ‘Eşcinsel Kamu Emekçileri’ imzasıyla KESK’in bütün sendikalarına bir mektup göndermiştik ve aldığımız geri-bildirimler çok ilginç olmuştu. ‘Bunlar nereden çıktı… Neyin nesi… Bu, olsa olsa polisin ya da rakip sendikanın bir oyunudur…’ dedirtmiş bir mektup belki de… İşin ilginç yanı, o mektupta yazılanlara ne rakip sendikanın ne de polisin, KESK’in verdiği tepkiden farklı bir tepki vereceğiydi. O günkü koşullar öyleydi ama mevcut sendikalaşmalar değişiyor ve dönüşüyor. Bizim en son yaptığımız gey-lezbiyen işçi ağı konferansında, KESK’ten Cengiz Faydalı bir konuşma yapmıştı ve onun yaklaşımına göre, seks işçileri hali hazırdaki sendikalarla pekâlâ örgütlenebilirler. Bunun çeşitli ayakları var: Genelevlerde çalışan seks işçilerinin örgütlenmesi. Mevcut işçi ve memur sendikalarının, kayıtlı olmayan çalışanları örgütleme ve kaydetmesi. Bir üçüncü şık ise, taban örgütlenmesi. Benim kast ettiğim taban örgütlenmesi, ya unutulan ya sekteye uğrayan ya da fazla ilerleyemeyen girişimler… İstanbul’da Bağımsız İşçi Sendikası isimli bir girişim oldu. Bunun anlamı da şu: Çalışan, çalışmayan, kayıtlı, kayıt-dışı bütün bu öznelerin aynı sendikal çatı altında örgütleneceği. Önümüzde böyle bir olanak var ama bütün bu süreçleri düşündüğümüzde geçen sene adı konulan Kırmızı Şemsiye Seks İşçileri İnisiyatifi daha da anlamlı olabilir. Sürecin anonim bir şekilde ortada bırakılmasındansa, ismin tekrar sahiplenilmesinin anlamının büyük olduğunu düşünüyorum. Seks işçilerinin kendi aralarındaki iletişimin geliştirilmesi ve taleplerinin/sorularının şekillendirilmesi önemli. Avrupa’nın Seks İşçileri Hakları Deklarasyonu’nda yer alan taleplerin neler olduğuna bakmak ve Türkiye’deki seks işçilerinin çalışma koşullarına uyarlamak da oldukça gerekli. Yani önümüzdeki süreç oldukça teknik ve basit…
 
 
* ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir.
 


Etiketler: insan hakları, çalışma hayatı
nefret