28/09/2015 | Yazar: Kaos GL
Selda Erdoğan’ın Selluka rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: Bedeni ne çok yakışmış omzuna yaslanışına Ezgi’nin.

Selda Erdoğan’ın Selluka rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: Bedeni ne çok yakışmış omzuna yaslanışına Ezgi’nin. Yan yana öyle güzellerdi ki, kendini hiç bu kadar güzel görmediğine yemin edebilirdi…
Gördüğü rüya mı aklını aldı? Yoksa “ Özledim!” diye yüreği öfkeyle karşısına dikilip bağırır mıydı böyle? Rüya görülen bir şeydir dimi? Ama o duydu, sesini duydu yıllar sonra. Uyandı panikle, etrafına bakındı. Ne yapsa, bilemedi. Annesi “kötü rüya görürsen suya anlat” derdi hep. Rüyanın kötü mü iyi mi olduğuna karar veremeden, bir bardak su alıp karşısına anlatmaya başladı. Halinin tuhaflığını kendi sesini işitince fark etti.
Sesiydi aklımdan uçup da kulağıma değen. Tutamadım orada, hızla kayıp, tutundu yüreğime. Ve ne vakit ki durdu orada, ben hiçbir yere tutunamaz oldum. Kulağım yadsıdı sesinden ötesini, sesi soluğuyla bir olup ellerimden gözlerime bir göğüs kafesi açtı. Bedenim, ona tutunsun diye alanlar açtı birlik olup. Kulağım göze, gözüm ellerime, ellerim yüreğime koşturmaya başladı. “Ne yapacağız şimdi?” diye telaşla sordu ellerim. Gözlerim kulağıma sordu “Emin misin, o mu gerçekten?” Aklım “Beni karıştırmayın.” Dedi. Yüreğimin titreyişiyle bir depreme tutulunca bedenim “Evet doğru söylüyor, bu onun sesi.” dedi. Sesi ne vakit ki, bir merhabanın ötesi girdi eşiğimden “Koş!” dedi ayaklarım “ Koş! Burada bir yerde olmalı.” Tüm kapıları açtım koşturarak. Açtım tüm kapıları yoktu. Yüreğim öfkeden yerlere attı kendini. “Özledim!” diye bağırdı. “ Sesini getir. Ne yap et getir!”
Su bardağı karşısında öylece anlatıyordu ki hafızası bir anda müthiş bir şey fısıldadı. Kayıt! Tabi ya. Bir günlüğüne kaçmışlardı da hani trene binip adı eski kendi yepyeni şehre. Öğrenci şehri olmasından mıdır, ,ilk kez rahat hissedip de kendilerini el ele dolaşırlarken kayıt almıştı arkadaşları. İleride izlersiniz bu hallerinizi, hatıra olsun demişti. İçinden bir sevinç yükseldi. Şimdi o arkadaşını aklından öpesi geldi. Kaydı olmalıydı bir yerlerde. Eski bilgisayarım! Evet, evet kaydetmişti “Ekonomi Politik Semineri” diye. Gizli saklı ne çok an biriktirmişlerdi. Nerede bu bilgisayar? Divanın altında olmalı. Fırladı yerinden… Normalde zar zor açtığı divanı bir çırpıda açıverdi. Baktı. Hızla, elleriyle karıştırmaya koyuldu. Kullanılmayan kıyafetler, eski çarşaflar, birkaç çerçeve… Eee yok işte! Öfkeyle hayıflanıyordu ki hafızası gene yetişti imdadına. Adı kara kendi gri, ama ne vakit onun sesi değse resmi binalarına, saniyelik de olsa gökkuşağının görülebildiği şehirde, tüm sırlarının en yakını odasında bırakmış olmalıydı. Annesini arayıp bir sorsa mı? Saat gecenin üçü, yüreğine iner kadının. Olmaz. Aniden yine fırlayıp yerinden hazırlanmaya başladı. Sırt çantasını aldı divandan, bir kazak bir pantolon attı içine. Yolculuklarda hep ona eşlik eden not defterini de almayı ihmal etmedi. Aynaya baktı benzi bembeyazdı. Annesi bu halde görmesin diye bir çeki düzen verdi kendine, yüzüne biraz pudra, biraz allık. Tastamam hazırdı işte. Çıktı, otobüs terminalinde aldı soluğu. Adı kara kendi gri şehre bir bilet aldı. Otobüsü beklerken içini huzur kapladı. Griliğinden bunaldığı şehirden neredeyse kaçıp da, bu curcunalı şehre nasıl sığındıklarını düşündü yıllar evvel. Oldu işte bak buradayız diye, sevinçle sarılmışlardı boğazdan geçerken. Şimdi şu haline bak. Deliriyor muyum acaba diye endişeye kapıldı. Neyin nesiydi şimdi bu. Bir rüya gördün diye…
Molada yüzüne vuran soğukla ayıldı, sonrasında da uyku tutmadı. Yolculuklarını düşündü. Yol parasını denkleştirir denkleştirmez kendilerini bir trende, bir otobüste bulurlar, nereye gittiklerini umursamazlardı. Asıl olan, kopup; o her yanı resmi evrak kokan, her köşesinde tanıdık bir simaya denk gelinen şehrin ağır havasından yeni bir yere gitmekti. Yan yana oturup birbirine sokulma şansları bir tek uzun yolculuklarda mümkündü. Hem bir de gece olmuşsa, uykuya dalmışsa yolcular, öpüşebilirlerdi bile. Gözlerini kapayıp soluğunu boynunda duyduğu o ilk yolculuklarını düşününce içi titredi. Not defterini çıkardı sırt çantasından, bir şeyler yazmak istedi. Aklını toparlayamadı heyecandan. Karıştırmaya başladı sayfalarını. Yazmaktansa okumaya karar verdi.
Yedi Temmuz İki Bin Sekiz
“Sen bana Pepuk kuşunun masalıyla, çok dilli bir coğrafyanın güzelliğini öğrettin. Hem de bir gecede. Boynumda soluğunu hissettiğimde, kelime kelime, harf harf dillendim. Kürtçe, Lazca, Ermenice en çok Zazaca öğrendim bir gecede. Hepsi sanki hafızamda bir yerlerde duruyormuş da senin soluğunu bekliyormuş gibi, gürül gürül konuşmaya başladım. “Başka bir dünya mümkün!” salt bir slogan değilmiş işte. İliklerimde hissettim. Senle yan yana, el ele, öpe koklaya yürüyemediğim hiçbir özgürlük düşü mücadeleye değmez artık.’’
Tekrar tekrar okudu. Ezgiye anlatabildim mi acaba tam da böyle sevdiğimi. Anlamıştır o. Ben anlatmasam da anlardı. “Sende başka bir şey var.” derdi. “Kendinin de görmediği bir şey.” Ukalalığına verir kızardım. “Sende bana benzeyen bir şey var.” derdi. Onda ne olduğunu bir gün papatyalarla beni beklerken gördüğümde anlamıştım. Az önce vazoyu kırmış da annesine itiraf edeceği anı bekleyen küçük bir çocuk gibi heyecanlıydı. “Seni seviyorum” u, o vazoyu ben kırdım! der gibi bir panikle söyleyip, papatyaları ellerime bırakmıştı. Evet, beni sezmişti, benden evvel. O gün panikten ne çok saçmalamış, aslında karanfil sevdiğimden başlayıp, beni başka türlü sevdiğine ikna olması için dil dökmeye kadar gitmiştim. “Ben tam olarak nasıl sevdiğimi biliyorum. Sen ne hissediyorsun onu söyle.” Diye çıkışmıştı. Ukala! Hep ukalaydı işte. Hemen bir sayfa daha çevirdi.
Beş Ocak İki bin Dokuz
“Bana çocukluğumdan kalma bilyelerimle geldin sen’’
Günlerce evden çıkmayıp, volta atıp odada “Ben bir kadını… Bir kadınla… Nasıl?” diye kendini tedirgin etmeye çabalasa da, yüreğinin coşkusuna engel olamadığında yazmıştı bunu. Anlar böyle bir bir gelince gözünün önüne, iyice sabırsızlandı sesini duymak için. Ne kadar yol kalmıştı acaba. Saate baktı yediyi geçmişti. İşyerini arayıp annesinin rahatsızlandığını acil yola çıktığını söyledi ve en ufak bir behis duymadı bu yalanı söylemekten. Hiç vakit kaybetmeden tekrar aldı not defterini eline. Birkaç sayfa çevirdi okumaya başladı;
Beş Mayıs İki Bin On İki
“Göğe tutun, ben bıraktım soluğunu tüm renkleriyle göğe. Soluğun fazlaydı çünkü bana. Benim yüreğim ne kadarcık ki. Gökyüzü ne kadar büyük. Taşır seni de… Hem bakarsın bir soluk da taşıyıp iliştirir yanına. Ben sesimi duvara vururum. Bir insan yapımı işte; tuğla, çimento… Sen bana deme artık, göğe de…”
İyi halt etmişsin diye öfkeden tokatlayası geldi kendini. Yazdığı bu notun tarihinden bir şeyler çıkarmaya çalıştı. Ezgi’ye de tam olarak böyle mi anlatmıştı acaba? Göğe tutun Peh! Edebiyata bak. Geri zekâlı! Hep bu boktan melankoli... Onu göğe emanet ettin demek, yanına da bir soluk iliştirirmiş. Hatırladın mı o yeni solukla yan yana gördüğün o gün, senin soluğun kesilmiş, yüreğin yüzüne tükürmüştü. Hatırladın mı? İçi daraldı düşündükçe o anı. Otobüse değil de uçağa mı binseydi. Korkardı ama olsun. İnip koşmak istedi. Bir su içip, okumaya devam etti.
Yirmi Yedi Haziran İki Bin On Üç
“Ben yandım. İlk sesim tutuştu. Ondandır artık ne desem tam anlatamadığım. Benden geç diyemediklerimden de desem hükmü olmayan yavan sözcüklerden de. Hissiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Sözcüklere de bulaştı ruhsuzluk. Sesin ve sözün anlamı yoklukla bir artık. Sen bana yeniden Pepuk Kuşunun hikayesini kendi dilinden anlatmayınca, var olmamız hükümsüz. Yoktan yeğ tutulacak her adım kendimize zul.”
Tam bir sayfayı daha çeviriyordu ki, muavinin mikrofondan gelen kalın sesini işitti. “Geçmiş olsun” diyordu. İlk kez bu kadar yerinde buldu bu sözü. İner inmez bir sigara yaktı ve bir nefes çekti ki “Sigara içecek zaman mı Allah aşkına!” diye çıkışıp kendine, yere fırlatıp sigarayı taksiye bindi. Taksicinin gündem muhabbetlerini “Biraz daha hızlı gidemez misiniz? Annem hasta!” diye geçiştirdi. Ses tonundan kendi bile inandı annesinin hastalığına.
Kapının eşiğinde annesinin tangır tungur kahvaltı hazırlama seslerini duydu. Çay kaşığı sesi! Ne çok öfkelenirdi bu sese sabahları. Kalk yataktan demekti bu ses, hayattaki tüm rutinlere başlama çanı demekti. Mutsuz aile kahvaltıları demekti bu ses. Kapıyı açınca sevinçle sarıldı annesi. Ve ilk heyecan geçer geçmez ardı ardına sorular sormaya başladı. “Bir şey mi oldu? Neden iş günü geldin? Hasta mısın? İşten mi kovuldun?...” “Özledim anne, yok bir şey merak etme.” diye geçiştirip hemen odasına attı kendini. Her şey yerli yerindeydi. Kitapları, duvardaki Che posteri, elbise dolabının üzerindeki fotoğrafları… Hiç değişmeyen bir şey demekti aile evi. Vakit kaybetmeden hemen aramaya koyuldu bilgisayarı. Dolaplara, çalışma masasına baktı. Yok!
“Anneee benim eski bilgisayar nerede, bulamıyorum.” Diye ağladı ağlayacak bağırdı. “Eski bilgisayar mı, haa şu ekranı kırıktı hani. Eeee kızım ben onu Halk Eğitim’e bağışladım. Başından aşağı kaynar sular dökülmesi deyimini iliklerine kadar hissetti. Yatağa kapanıp ağlamak istedi öfkeden ama hadi kahvaltı edelim anne diye öfkesini bastırmaya çalıştı. Kahvaltıda annesinden, mahalleden, komşulardan, akrabalardan havadisleri dinlerken aklında tek bir şey vardı. O kaydı bulmak!
Kendini dışarı attı, doğruca Halk Eğitime. Bilgisayar sınıfını sordu. İçeride bir öğretmen birkaç öğrenci vardı. Bilgisayarını aradı gözü, buldu. Bir oh çekti. Öğretmene durumu izah edip çok önemli bir dosyasının bilgisayarda olduğunu, bakmak istediğini söyledi. “Güzelim anladım da geçen hafta hepsine format atıldı bunların. Kayıt kalmamıştır ki.” Duvarları yumruklamamak için kendini zor tuttu. “Gene de bir bakayım.” Dedi, sesi gitti gidecek. Açtı ekranı, içinden neye inanıyorsa ona dua ederek baktı. Yok!
Çıktı allak bullak halde, uykusuzluktan, öfkeden, özlemden karmakarışık kendini Kızılay’a attı. Onunla doluydu bu şehir. İşte şu bank, her gün muhakkak bir basın açıklaması yapılan şu heykel, stantların eksik olmadığı şu sokağın her bir adımı. Birbirine benzeyen ama aslında yaşayan için hiç de aynı olmayan şu kafeler, şu kitabevi, hepsi o! Kitabevi! Tabi ya. Adı eski kendi yeni şehirde kayıtları çeken ortak arkadaşlarını bulabilirdi. Belki hatıra olsun diye saklamıştır. Çokça zamandır görüşmemişlerdi gerçi ama eski dost düşman olmaz derler sonuçta. Bu fikir adımlarını koşturdu yeniden. Onu nerede bulabileceğini çok iyi biliyordu. Çünkü bu şehir öyle bir şehirdi. Kimi nerede bulacağın bellidir. Hemen öğrencilik yıllarında her gün gittikleri, Ezgi’nin de arada harçlık çıkarmak için çalıştığı, kitabevinden bozma kafenin sokağına girdi. Tabelası duruyordu. Bu kez derin bir oh çekti. Kapanmamıştı işte. İçeri girer girmez kafenin sahibi, eski solculardan Mithat abi tanıdı. “Kızım sen...” dedi, şaşkın. Başka bir şey söylemesine fırsat vermemek için hemen söze girdi. “Abi bizim Deniz vardı ya hani. Haberin var mı ondan? Onu bulmam lazım.” “Deniz, sizin Deniz… Ha şu esmer kız. Ya o Almanya’ya gitti geçen sene. Yüksek lisans mı ne yapacakmış. Ama vefalı kızmış gelip vedalaştı benimle, burayla.” “Ne Almanya’sı ya!” diye bir anda bağırdı Nergis. “Numarası falan yok mu abi sende?” “Ya bir dur, bir soluklan kızım. Ne oluyor?” diye şaşkınlıkla sordu Mithat abi. “Oturacak zaman değil abi, bulmam lazım.” diye diretti. “Tamam, dur bir bakayım kayıtlı olacak bende.” Yüreği küt küt atıyordu. Evet buldu. Aradı hemen. Telefon çaldıkça bacakları titredi zangır zangır. Beşinci çalışında açıldı. “Şey… Ben Nergis. Sana bir şey sormam lazım. Hani Ezgiyle kaydımız vardı ya sen çekmiştin. Duruyor mu sende?” “Önce bir merhaba deseydin. Ne kaydı Allah aşkına! Çıldırdın mı sen?” diye sağlam bir fırça çekip kapattı yüzüne telefonu eski dost Deniz. Telefonun dııııt!!! Sesiyle sendeledi Nergis. Yüzünde artık can olduğuna dair en ufak bir renk kalmadı. Mithat abi tuttu kolundan. Oturttu bir sandalyeye, su getirdi. “Sana bir şey göstermem lazım, gel benimle.” Dedi. “ Abi lütfen gerçekten hiçbir şey görecek, duyacak halde değilim.” Diye çıkıştı Nergis. Tükenmişti. Yahu, gel, odadaki bilgisayara bir bak. Aradığın orada sanırım.” Dedi göz kırparak. “Nasıl yani burada!” neredeyse çığlık attı. Sevinçten dizlerinin bağı çözüldü. Mithat abi tuttu, oturttu bilgisayarın karşısına. Bir dosya açtı. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” dosyanın adı. Gülmeye başladı. Tam Ezgi’ye göreydi böyle bir isim bulmak. Açtı. Oradaydı işte. Eliyle, gözüyle, yüzüyle, gülümseyişiyle. Yürüyorlardı yan yana. Yürüyen kendi değilmiş gibi hayretle baktı. Bedeni ne çok yakışmış omzuna yaslanışına Ezgi’nin. Yan yana öyle güzellerdi ki, kendini hiç bu kadar güzel görmediğine yemin edebilirdi… Ama bir dakika. Ses! Sesi çıkmıyordu. Bilgisayarı kurcaladı panikle. Yok! Bir anda öfke kesti vücudunu, bilgisayarın ekranını sarsmaya başladı. “Sesi yok abi! Sesi yok!” Sarılmasıyla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Nergis.
“Sesi yok abi. Sesim yok artık. Anlamıyorsun…” Mithat abi pencerenin önüne doğru sürükledi Nergis’i. Açtı pencereyi, hava vurdu yüzüne.
‘Anlamamış olan sensin kızım’’ dedi. Sesi, soluğunda artık. Sokakta sesi, bilgisayarın içinde değil.”
*Siz de öykü, yazı ve deneyimlerinizle KaosGL.org’un kadın sayfasında yer almak isterseniz kadin@kaosgl.org adresine mail atabilirsiniz.
Etiketler: kadın