03/12/2015 | Yazar: Kaos GL
Daha fazla konuşamadı. İkisi de koyverdiler kendilerini, sarıldılar birbirlerine.

Hatun Baş’ın Slumdog rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Ses-siz Aşk Özel Ödülü alan öyküsü: Daha fazla konuşamadı. İkisi de koyverdiler kendilerini, sarıldılar birbirlerine.
Güneş, ilk bulduğu aralıktan Aybüke’nin odasına sızmaya başlamıştı. Kalkma vaktiydi. İlk önce isteksizce gözlerini araladı. Eş zamanlı olarak annesinin elini omzunda hissetti. Sessiz bir dünyada yaşamanın belki de en büyük avantajlarından biriydi bu. Daha çok temas ve sıcaklık vardı. Daha anlamlı bakışlarınız oluyordu. İletişim kurarken ağzınız değil vücudunuz ve duygularınız konuşuyordu.
Aybüke on yedi yaşındaydı. Duyma engelliydi. Kulaklarının dünyayla iletişimi sadece yüzde yirmiydi. Dünyanın bütün gürültüsü onun için sadece bir fısıltıdan ibaretti. Konuşmaz, gülümserdi. Bir ara çabaladıysa da konuşmak için, sonradan büsbütün umudunu kesip susmuştu.
Normlardan, toplumsal söylemlerden oldukça kopuk olsa da farklı olduğunu anlaması çok zamanını almamıştı. Aslında hiçbir farkı yoktu kendince, benliğini rahatsız eden hiçbir durum yoktu. Sadece her şeyi bir kalıba sokmak isteyen insanlık, ona farklısın diyordu davranışlarıyla. Birinci sınıftaydı. Sıra arkadaşı Zeynep’e evde bulduğu bir çiçeği parlak bir kağıt ile sarıp getirmişti. Her zamanki merhabasıyla, seni seviyorumuyla, yani gülümsemesiyle götürmüştü. Tabi biraz utangaç bir gülümsemeydi biraz da. Zeynep, ona “Canım arkadaşım!” diyerek sarılmıştı. Zar zor duyduğu o cümle, çocuk yüreğine saplanmıştı. ”Arkadaşım” demişti…
Okuma yazmayı yeni öğrendikleri dönemde Zeynep’i bir erkeğe aşk mektubu yazarken görmüştü. Olan biten buydu. Etrafındaki kızlar erkeklere, erkekler de kızlara ilan-ı aşk ediyordu. Haykırabildiği tek şey, yani tebessümü solmuştu, yüzünden kayıp yere düşmüştü. Duyamadığı o gürültü, masum kalbinin her zerresinde yankılanmıştı.
Annesinin de dokunuşuyla çaresiz ve isteksizce kalktı. Ama ne kadar keyifsiz, yorgun ve uykusuz olsa da annesine hiç surat asmazdı. Özellikle annesine sürekli gülerdi. Gülmek onun için konuşmaktı. Duyguları, gülüşündeki ipuçlarından anlaşılırdı. Bir insan üzülünce nasıl sesi titrerse, onun da gülüşü titrerdi sanki. Yaptığı en büyük gürültü ağız dolusu gülmekti.
Kahvaltı her zamanki gibi sadeydi. Maddi durumları çok iyi sayılmazdı. Bir tek annesinin emekli maaşı vardı. Babasını hatırlayamayacak kadar küçük bir yaşta kaybetmişti.
Kahvaltısını bitirdikten sonra hazırlandı. Okula gitmek için yola koyuldu. Annesi her zamanki gibi arkasından el salladı. O da güle güle anlamına gelen gülümsemesini takındı.
Okula giderken hep aynı yolu kullanırdı. Son zamanlarda yolda kendi yaşlarında bir kızla karşılaşmaya başlamıştı. Birbirlerine kaçamak bakışlar atıyorlardı. Kim bakarken önce yakalanırsa hızlı bir şekilde bakışlarını kaçırıyordu. Kız, Aybüke yaşlarındaydı. Hemen hemen aynı boylarda ve oldukça alımlıydı. Bakışlarını suçüstünde yakalatmadan önce yüzünün her ayrıntısını incelemeye başlamıştı Aybüke. Kısacık zaman dilimleri, anlık kaçamak bakışları iple çekmeye başlamıştı. Yavaş yavaş bir çekim hissetmeye başlamıştı aslında. İsmini bile bilmediği, bakışlarını kaçırdığı, hayatındaki tüm yeri sadece yol üzerindeki kaçamak bakışlar olan bu insana karşı bir çekim hissediyordu.
Yine aynı yol üzerinde karşılaştılar. Ve yine kızın yüzü Aybüke’nin sessiz dünyasında yankılandı.
Gün geçtikçe Aybüke’nin kalbi daha çok konuşmaya başladı. Olabilir miydi? Gerçekten hisleri şekil mi değiştirmişti? Bunu cevaplamaktan korkuyordu. Evet, hislerim değişti diyecek gibi olduğunda aklına hep kötü anıları geliyordu. “Top”, “Kız mı erkek mi belli değil!”, “Kızlar kızları sevmez!” ve daha niceleri… Bu söylemlerin gürültüsünün sadece yüzde yirmisi kulaklarına doluyordu. Ama hissettiği acı yüzdeye vurulamayacak kadar fazlaydı. Üzerine susarak kilit vurduğu nefret dolu bir kalabalık vardı. Sanki evet dese bu kalabalığın kilidini yine kendi elleriyle açacaktı. Kendi elleriyle üzerine salacaktı. Ama hiçbir zafer savaşmadan kazanılmamıştı. Ve sevmek en güçlü silahtı. En merhametli silahtı bir de. Usulca bir ninni gibi okşardı sevdiğinin başını sevgi. Nefrete karşı haykırıştı. Sevgi, dünyanın varlığının sigortasıydı. Kalıbı yoktu ayrıca sevmenin, tıpkı çıplak bir teni tatlı tatlı okşayan rüzgar gibi. Sevmenin güzelliğinin ikramı olan tatlı duygularla uyudu o gece Aybüke.
Duygularını sindirdikten sonraki günlerde kızla karşılaştığında sanki kız gözlerinden anlayacakmış gibi bir hisse kapılmaya başlamıştı. Gözlerini daha özenli kaçırıyordu artık.
Bir sabah okula giderken o kız yine yanından geçti. O geçtikten sonra belli belirsiz bir ses duydu. Aybüke için belli belirsiz olan bir ses aslında gürültü sayılırdı. Bir an duraksayacak gibi oldu. Ama sonrasında yoluna devam etti. Fakat bir el onu durdurdu.
-Ne kadar kendini beğenmişsin yahu! Arkanı dönmeye tenezzül dahi etmedin!
Bir an bir rüyada olduğunu zannetti. Kız karşısında bütün güzelliğiyle duruyordu. Ve oldukça sinirli görünüyordu. Demek belli belirsiz hissettiği o ses kıza aitti. Bir an duraksadı. Yüzünde kendi iradesi dışında bir tebessüm belirdi.
-Bir de gülüyorsun arsız arsız! Kaç günlerdir göz göze gelmeye çalışıyorum. Suratıma aptal aptal bakıyorsun. Hatta ondan da vazgeçtin artık, bakmadan kafanı çeviriyorsun!
Hemen eliyle kulaklarını işaret etti. Kız birdenbire şaşırdı. Hatasını anlayıp mahcup bir şekilde kekeleyerek;
-Ö-ö, özür dilerim. Be-ben bilmiyordum.
Sorun değil der gibisinden güldü Aybüke. Telefonunu çıkarıp yazmaya başladı.
“Adım Aybüke. İşitme engelli olduğumdan çok iyi konuşamıyorum. Ama bunu sorun etmezsen seninle tanışmayı çok isterim”
-Benim için hiçbir önemi yok engelinin. Okul çıkışında yine burada buluşalım.
Tamam anlamında başını salladı Aybüke. Ve çıkışı sabırsızlıkla bekleyerek okula gitti. Sanki yüzde yirmilik bağı da kopmuştu. Duyduğu tek şey kalbinin sesiydi.
Son dersin çıkış zili de çaldıktan sonra sözleştikleri yere hızlı hızlı yürümeye başladı. Yaklaştıkça adımları ve kalbinin atışları sıklaşıyordu. Ve Elif’i gördü. Kafasıyla selamladı. Dili hariç tüm vücudunun haykırdığını hissetti. Elif konuşmaya başladı;
-Öncelikle beni kırmadığın için çok teşekkür ederim. Böyle bir şey nasıl denir bilmiyorum. İçimde farklı bir şeyler var. Söylemenin ayıplandığı, aşağılandığı şeyler. İnsanların anlamaya çalışmadığı şeyler. Susturulmaya çalışılan, hastalıklı görülen şeyler. Ama şunu bilmeni isterim ki bunlar çok güzel duygular. Ne yanlışlar ne de çirkin. Hem sevmenin neresi kötü olabilir? Sevgi nasıl hastalık olabilir? Seni gördüğümde rüzgar bile kulaklarıma farklı şekilde doluyor. Vücudum, kuşlar, rüzgar, dalgalar, her bir zerrem seni fısıldıyor. Sen yanımdan geçerken haykırmaya başlıyorlar.
Daha fazla konuşamadı. İkisi de koyverdiler kendilerini, sarıldılar birbirlerine. Zaten Aybüke, Elif’in söylediklerini duymaya çalışırken de epey yorulmuştu. Elif sessizliği bozdu. Zaten bozabilecek tek kişi Elif’ti.
-Bak, bir anlaşma yapalım. Ben sana konuşmayı öğreteceğim. Sen de karşılığında beni sadece seveceksin.
Yaşlı gözlerinin içi güldü Aybüke’nin. Anlaşma hoşuna gitmişti. Evet anlamında başını aceleyle salladı. Ve tekrar sarıldılar.
Çıkışta ve yolda buluştuklarından okula daha hevesli gidip gelmeye başlamışlardı. Her fırsatta sıkı sıkı sarılıyorlardı. Birbirlerini iliklerine kadar hissediyorlardı. Susmak, sarılmak, öpmek onların sessizliğinin sesi olmuştu. Bu sessizliği sadece Elif’in konuşmayı öğretme çabaları bölüyordu.
-Ssss! Bak böyle, aynı yılan gibi. Hadi bir daha dene.
Bir heceyi çıkarabilmesi için onlarca kez uğraşıyordu. Elif’in hayali sevgisini bizzat sevdiğinin sesinden duymak olmuştu. Gerçi sesi hariç her zerresinden duyabiliyordu. Aybüke’nin hayaliyse sevgisini haykırabilmekti.
Tanışmalarının altıncı ayında, yani Elif’in doğum gününde her zamanki yerlerinde buluşmuşlardı. Birbirlerini görür görmez sımsıkı sarıldılar.
-Seni çok seviyorum! dedi Aybüke.
Bu, Elif’in bu zamana kadar aldığı en güzel hediyeydi.
Etiketler: kadın