30/09/2015 | Yazar: Kaos GL
Evet daha telefondaki sesi siluet olarak bilmeden sadece hayal gücünü kullanarak aşık olmuştu.

Fatma Sarıca’nın Antandre rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: Evet daha telefondaki sesi siluet olarak bilmeden sadece hayal gücünü kullanarak aşık olmuştu.
Bir sigara daha yaktı. Henüz birası bitmemişti ve bitene kadar birkaç tane daha içebilecekti. Bu günkü ikinci paketi bitmek üzereydi ve yedek paketi olmadığını düşününce canı sıkıldı. Ciğerleri ile arasındaki husumeti arttırırcasına çektiği dumanı gecenin uzak ama bir o kadar yakın sessizliğine armağan etti. Belki de şu anda bu kentin bir köşesinde bu dumandan ve de kentin yalnızlığına karışan tüm dumanlardan habersiz yaşıyordu o.
Bozkırın ortasında olan, deniz kokusunun tatil fotoğraflarından alındığı, adına başkent denilen ancak sadece başkalarının kenti olabilmiş, saçma sapan bir tek düzeliğin yaşandığı bu kenti, bir tek günün bu saatlerinde üstelik sigara ve bira eşliğinde seviyordu. Bu şehri neden terk etmediğini düşündü. Gecenin bir yarısı kapısını çaldığında, “nerden çıktı bu saatte” demeden açılan kapıların arkasındaki dost tebessümünden mi, bu kentte yalnızlığın yalnız kalınmadığında daha güzel olduğunun bilinmesinden mi, meyhane sohbetlerinde yaşanan ya bırak sen ne içtin ki? Hesap benden diyaloglarının verdiği keyiften mi, İstanbul’da veya bu coğrafyanın herhangi bir kentinde birilerinin dost diye andıklarının bu kentte sadece arkadaş olarak anılmasından mı, yoksa hala onunla bu kentin her hangi bir sokağında veya mekanında karşılaşa bilme ihtimalinden mi? Bilemiyordu veya bilmek için uğraşmıyordu. Keza bulacağı cevap aklından geçmesini istemediği halde geçen son sorunun diğerlerini hiçe saymasıydı. Ki bu cevap kendisini ciddi anlamda rahatsız ediyordu. Bu kentte geçirdiği yirmi yılın ardından bu soruların her biri hala aynı önemdeydi. Ancak hepsini hiçe sayıp son soru üzerinden cevap üretmek geçmişini veya kendini hiçe saymak olacaktı, bunu çok iyi biliyordu.
Telefonda ben gidiyorum dediğinden bu yana tam üç ay yirmi iki gün üç saat olmuştu. Geri gelmek istemeyeceğini, gelse bile kendisini görmek istemeyeceğini çok iyi bilmesine rağmen neden gitme diyemediğini düşündü. Daha beş yaşında babası sürgüne giderken gitme diyememiş ve sonrasında hayatından giden hiç kimseye de bunu diyememişti. Çocukluğunun o dil bilmez esrikliği giden karşısında hiçbir zaman kifayete erişememişti. Bunu her aklına getirdiğinde en özgüven sahibi olduğu ilişkisinde bile aynı hissiyatın çaresizliğine kapılmıştı ancak o gittiğinde yaşadığı diğerleri yanında çok çocuksuydu.
Suskun çocukluğunun karabasanları ile çatıştığı bir günün en yorgun saatlerinde çalan bir telefonla başlayan ve yine en olmayacak bir anda çalan telefonla biten bu hikayenin hiçbir zaman belirleyici öznesi olamamış, olmaktan imtina etmişti. Zaten hayatına dair her hangi bir kararda belirleyici olamaması onu iyice yalnızlaştırmıştı. Biliyordu aslında tüm gitmelerin temelinde sesinin yankısızlaşmaya başlamasının ve kendini ifade etmeye çalıştığı kelimelerin içinde patlamasının etken olduğunu.
Gönüllü avukat desteği istiyordu telefondaki ses. Her zaman olduğu gibi işinin gerektirdiği kadar samimi bir dille açmıştı telefonu. Ancak karşısındaki ses alabildiğine dingin ve yavaştı. Belki de buydu o sesi özel kılan. Zira kendi esrikliğini bastırmak adına kurduğu tüm devrik cümlelerin o diyafram menşeli vurgularına inat olduğu gibi olan bir sesti karşısındaki. Anlamıştı kendisinden ne istendiğini ilk birkaç dakikada ama uzatmak istiyordu muhabbeti bilerek. Kelimeler bildik kelimelerdi ancak hiçbir ses bugüne kadar bu kelimelerin böylesine hakkını vermemiş, onların tüm yorgunluklarını alan insanı tanımak isteği uyandırmamıştı. Oysa en çok kelimelerin dinlenmeye ihtiyacı olduğunu biliyordu bu toplumun telaşlı aymazlığında. Telefondaki ses kelimeleri, sadece harflerin bir araya gelmesinden oluşan ifade aracı olmaktan çıkarmış mistik bir anlam kazandırıp büyülü bir hikaye anlatıyormuşçasına derin anlamlara katmıştı. Sıradan bir alacak davası, Lilith’in haksızlık ve tanrısal adaletsizlik karşında durduğu haklı bir isyanını yansıtan mücadelesine dönüşmüştü.
İlk görüşte aşk hikayelerinin anlatıldığı kadın kadına akşamlara ait meyhane masalarının alkol tesir etmeyen acımasız eleştirmeni olan kendisi bir türlü anlatamadı ilk duyuşta aşık olduğunu. Evet daha telefondaki sesi siluet olarak bilmeden sadece hayal gücünü kullanarak aşık olmuştu. Her gün bu sesin sahibi ile tanışma hayali kurarken, neden aşık olduğunun cevaplarını anlatmak amacıyla birkaç telefon görüşmesi sonrasında buluşmaları gerektiğini söylemişti.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u ve bira eşliğinde onu beklerken, bu kadar intihar eğilimli bir kadın olarak aşka meyletmenin saçma çelişkisini hissetmişti. Ancak bu çelişki telefondaki sesin sahibi ve biraz sonra tanışacağı kadınla ortak bir lisan kullanma ihtimali karşısında önemsizdi. Belki o da okumuştu Kafka’nın veremli mürekkebini, o da biliyordu belki Bukowski’nin kasabanın en güzel kızı ile neden yatabildiğini. Aklına kazınan kitapları tek tek anıp beklediği sırada hayatı gerçekçi kılan şeyin çelişkiler olduğunu düşündü. Sonra o gelip oturdu karşısına. Bildiği tüm doğruları unuttu. Artık sanki sadece o, gözlerindeki hiç görmediği renk ve giydiği elbiseden belli olan tüm vücudu vardı. Hayata dair biriktirdiği her şeyi birkaç saatte anlatmak istiyormuşçasına çocukça bir heyecana ve kendini ispat çabasına kapılmıştı. O yine aynı dingin ve yavaş ses tonuyla konuşmaya başlamış ve her kelimesiyle aşkı görünür hale getirmişti.
Günler, haftalar, aylarca konuşmuşlardı. Birbirlerinin boşluğunda yankı uyandıran sesler çıkararak konuşmuş, sevişmiş, sevmişlerdi. Bu kentin her sokağında anılar bırakıp her köşesinde sımsıkı sarılmışlardı.
O başka birine sesini kaptırdığını söyleyip gidiyorum diyene kadar devam eden bu masalda her şeyi olduğu gibi kabul eden tek düze bir karakter olduğunu çok sonra anladı. Her zaman olduğu gibi yine gidenin arkasından sadece hüzün baz gözlerle bakabilmek dışında hiçbir yetisi olmadığını fark etti. Belki bunu yaşamaktı zaten amacı bilemiyordu. Yani belki de aslında sevgiden değil hüzünden besleniyordu. Bu yüzden sevdiği tüm kadınlara bir süre sonra ruhsuzmuşçasına davranıyor onların kendisini terk etmesini sağlıyordu. Gittiklerinde ise hüzünlenip kendini tatmin ediyordu. Hüzünle sevişmeyi bir kadınla sevişmeye tercih eden malca bir takıntısı vardı belki. İlk defa onda bunu yaşamadığını fark etmiş ve korkmuştu. Çok uğraşmıştı kendisiyle. Ama yine becerememiş ve hüznü seçmişti. Fakat bu kez bu kadar pişman olacağını bilse bunu yapmazdı diye geçti aklından.
Son sigarını yakıp yalnızlığını yüzüne vuran kentin uzak ışıklarına bakarken gözlerini yakan dumana küfretti. Dışarı çıkmaya uygun bir şeyler geçirip üstüne sigara almaya giderken kentin tüm insanlarının göz ucuyla kendisini izlediği hissine kapıldı ve o yüzlerindeki alaycı ifadeden kurtulmak adına koşarcasına girdi bakkala. Nasılsın sorusuna verecek cevabı olmadığından göz göze gelmemeye çalışarak uzattı parayı bakkala. Yinede soruldu bu soru. Yalnızım demek geldi içinden, hep yalnız kalıyorum, hiçbir zaman mutluluğa sahip çıkamıyorum, o kadar önemsizleştiriyorum ki bunu hayatıma giren herkes bu sıradanlaştırmayı fark ettiğinde kaçıp kurtuluyor benden. Oysa içimde çok farklı sesler var. Kelebek kanatlı sesler. Uygun kelimelerle buluşsa karşımdakini de kanatlandıracak sesler. Ama işte susarak büyüyen bir kadının sevgiyi örselemesinden başka ne gelir ki elinden demek geldi içinden. Sustu ve gülümsedi bakkala. Dönerken eve dolapta kaç birası kaldığını ve yeni paketin bira ve sigara dumanının sessiz ama sevişken uyumuna yetip yetmeyeceğini düşündü. Genzini yakan son nefesi gecenin uzak ama bir o kadar yakın sessizliğine armağan etti. Belki de şu anda bu kentin bir köşesinde bu dumandan ve de kentin yalnızlığına karışan tüm dumanlardan habersiz yaşıyordu o.
*Siz de öykü, yazı ve deneyimlerinizle KaosGL.org’un kadın sayfasında yer almak isterseniz kadin@kaosgl.org adresine mail atabilirsiniz.
Etiketler: kadın