07/11/2017 | Yazar: Kaos GL
Hâlâ nasıl başka mülksüzlerle birlikte ‘fail’ olmayı başarabiliriz sorusu önümüzdeki en kritik soru olarak duruyor.

Bu yaygın mülksüzleştirilme koşullarında, kırılganlığımız aşırı artmışken, hâlâ nasıl başka mülksüzlerle birlikte “fail” olmayı başarabiliriz sorusu önümüzdeki en kritik soru olarak duruyor.
Alev Özkazanç, Kaos GL dergisinin Ahval dosya konulu 156. sayısına yazdı:
Kaos GL, bu yazıyı yazmaya davet ettiğinde sevinerek kabul ettim, oysa bu, benim için hiç de kolay bir iş değildi. Nitekim son zamanlarda ne zaman ahval üzerine konuşmaya davet edilsem, söze hemen bu konuda konuşmanın ne kadar zor olduğunu belirterek başlıyorum. Bu yazıya da böyle başlamak zorundayım çünkü bana göre söz konusu ahval hakkında düşünme ve konuşma zorluğu tam da bu ahvalin en belirleyici özelliği olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla ahvale dair hangi konuyu ele alırsak alalım, o konu ile o konuyu eleştirel olarak değerlendirme zorluğu arasındaki zorunlu ilişkiyi düşünmekle işe başlamak bana önemli görünüyor.
Konuya gelirsek, üniversitedeki görevinden ve severek yaptığı mesleğinden zorla uzaklaştırılmış, yani “tasfiye edilmiş” bir feminist akademisyen olarak tüm bu ahvali feminizm açısından değerlendirmek benim için özel güçlükler içeriyor. Sanırım bu bana özel bir durum değil, çünkü çoğumuz nesnesi olduğumuz bir sürecin üzerine çıkarak ahvale, onun ne anlama geldiğini anlayacak kadar mesafeli bakmayı zor buluyoruz. Başka bir ifadeyle, başımıza tam olarak ne geldiğini değerlendirebilecek konumda değiliz. Belki de maruz aldığımız bu vahim durum karşısında şimdiye kadar bildiğimiz, olduğumuz ve yapageldiğimiz şeylerin tümünü radikal biçimde gözden geçirmeliyiz, belki tamamen yeni öznellikler peşine olmalıyız; belki biraz durup düşünmeliyiz, durmanın tam anlamına vererek. Ama bizler bunları yapamayacak kadar acil hayati sorunlarla boğuşarak ayakta kalma, hatta hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Yani ahval içinde hep birlikte sürükleniyoruz. Belki böylesi kaçınılmaz olduğu kadar doğru olandır da, bilemiyorum, bilemiyoruz. Belki de bu sürüklenme halinde yapabileceğimiz en iyi şey, ahvale dair kayıtlar düşmek, tanıklık etmek, arşiv ve hafıza kaydı oluşturmaktır. Ama belki de bundan daha fazlasını umut etmek ve kendimizden yeni bir kendilik yaratmak üzere, olan bitene başka gözlerle bakmak gerekiyordur. Bunun hayati bir önem taşıyıp taşımadığını ve bunu başarıp başaramayacağımızı zaman gösterecek.
Durumumuz büyük bir yenilgi sonrası yaşanan kayıpların yol açtığı kolektif bir travma aslında. Çok şey kaybettiğimiz doğru; yok olan yaşamlar, kaybettiğimiz canlar bir yana, medeni ve demokratik yaşama dair ve umuda dair pek çok şey. Bu tür büyük yenilgi ve kayıpları melankoliye düşmeden ya da yıkıcı eğilimlere kapılmadan karşılamak için yaratıcı ve yenilikçi bir performans sergilemek gerekir elbette. Yaratıcı ve yenilikçi performans demişken, Butler’dan biraz daha yardım alalım: Butler ile Athanasiou yakınlarda Türkçeye çevrilen Mülksüzleşme: Siyasaldaki Performatif adlı kitaplarında günümüz dünyasında öne çıkan bu büyük kayıpları “mülksüzleşme” kavramı ile düşünmeyi öneriyorlar. Bizler de burada ağır bir mülksüzleşme süreci yaşıyoruz; işinden, gelirinden, mesleğinden, siyasi haklarından, insan haklarından, vatandaşlık statüsünden, özgürlüklerinden, vatanından mahrum bırakılmış insanlarız çoğumuz. Sahip olduğumuz bu şeylerle birlikte, belirli varoluş hallerimiz, kimliklerimiz, mevcut öznelliklerimiz de tehdit altında. Bu yaygın mülksüzleştirilme koşullarında, kırılganlığımız aşırı artmışken, hâlâ nasıl başka mülksüzlerle birlikte “fail” olmayı başarabiliriz sorusu önümüzdeki en kritik soru olarak duruyor.
Ama önce kaybımızın büyüklüğünden söz edelim. Bu derece bir yıkımın ardından kayıpların genel bir dökümünü yapmak bile zor. Bir kere, bu kaybın adı sanı belli bir grupla ya da kimliklerle sınırlı olmadığını belirtmek gerek: kayıp derken sadece feminizmin, feministlerin ve hatta kadınların, LGBT bireylerin, ya da akademideki feminizmin kaybından söz etmiyoruz. İnsan ve yurttaş olarak tüm varoluşumuzla ilgili maruz kaldığımız, tanık olduğumuz her şeyle ilgili bir kayıptan söz ediyoruz. Bu noktada dikkatimizi dar anlamda “kendimize” değil, bir parçası olduğumuz ortak alana yönelterek, tüm bu kayba dair feminist bir anlayış geliştirmemiz bana çok önemli görünüyor. Bunu başarmak zor elbette ama tam da yapmamız gereken şeyin bu olduğuna inanıyorum. Yani bizim başımıza gelenin kaydını tutmaktan çok, hepimizin ortak olarak başına gelen şeyin feminist bir değerlendirmesini yapmak. Ve elbette bu değerlendirmeyi mevcut feminist öznelliğimizle yaparken zorlandığını, yetersiz kaldığımız noktada, mevcut feminist olma halimizin bir eleştirisini yapmak, kendi sınırlarımıza dair farkındalık yoluyla sınırları aşma denemesine girişmek. Butler’ın ifadesiyle “bizi ilişkisel ve karşılıklı bağımlı varlıklar olarak tesis eden” anlamıyla mülksüzleşme deneyimini yaşayarak, bu süreci yaratıcı olarak değerlendirmek. Bunun ne kadar zor bir şey olduğu çok açık. Ve bunu yapmak için daha çok yolumuz var. O nedenle biz şimdi sadece kayıp üzerine düşünmeye devam edelim.
Şimdilik sadece “kendi” kaybımızdan söz edeceksek, yani kaybın kaydını dar tutarsak söylenecek şeyler belli: 2010’dan ve özellikle Gezi’den itibaren aşama aşama evrilen ve nihayet OHAL ile sonuçlanan bir süreçte, giderek daralan bir demokratik kamusal alanın aktif bileşeni olarak kadın hareketinin uğradığı büyük kayıplardan söz ediyoruz. Bunun pek çok boyutu var elbette: feministlerin, onların örgütlerinin üzerindeki baskıların artması, (son olarak Kadın Koalisyonu’ndan arkadaşımız İlknur Üstün’ün tutuklanması baskının nereye kadar varabildiğini gösteriyor) Kürt illerindeki kadın örgütlenmesinin büyük ölçüde tasfiyesi, çok sayıda kadının bu faaliyetler nedeniyle tutuklanması, siyasi iktidarın sadece toplumsal cinsiyet politikasının değil, genel olarak siyaset yapma biçiminin eril tahakkümcü karakterinin sertleşmesiyle birlikte kadınlar ve LGBT bireyler üzerindeki baskının toplumsal yaşamın her alanında güçlenmesi, cumhuriyet döneminin ve 1980 sonrası kadın hareketinin yasal ve kurumsal kazanımlarının tehdit edilmesi, çok sayıda kadın emekçinin kamudan ihracı, ve nihayet, 80 sonrası feminizmin önemli bir kazanımı olan akademik feminizmin özellikle BAK süreci ve ihraçlar nedeniyle gördüğü büyük hasar.
Bu genel tablo içinde dikkatimizi akademik feminizme yoğunlaştırırsak, büyük üniversite tasfiyesi sürecinde BAK ihraçlarıyla birlikte, disiplin olarak en büyük zararı görenlerden birinin akademik feminizm olduğunu söyleyebiliriz. Bu, biz akademideki feministlerin uzun süredir doğrudan deneyimlediğimiz, bizzat yaşayarak bildiğimiz bir şeydi ama akademide feminizmin gördüğü zarara dair kamusal bir konuşmayı başlatmak ve ayrıntılı bir kaydını tutmak ancak çok yakın zamanda mümkün olabildi. Kaos GL’nin çağrısıyla 14 Mayıs'ta bir araya gelen tasfiye edilmiş kadın akademisyenler olarak ilk kez bu sürece dair deneyimlerinizi paylaşarak, hem kaybın kaydını tutmaya hem de yeni dayanışma biçimleri üzerinde tartışmaya başladık.
Bu toplantıdaki tartışmaları ve belli başlı saptamalarımızı şöyle özetlemek isterim: Öncelikle henüz rakamlar çok net olmasa da kaba gözlemlerle BAK akademisyenleri içinde çok sayıda kadın olduğunu, (yarıdan fazlası) bunun da büyük kısmının feminist ya da cinsiyet çalışmaları yapan kadınlar olduğunu saptadık. Bunun nedeni ve anlamı üzerine farklı görüşler olabilir elbette ama bana kalırsa bu bir tesadüf değil. Elbette ilk olarak, BAK imzacılarının büyük çoğunluğunun sosyal bilimci olmaları ve sosyal bilimler içinde kadın akademisyen ağırlığına işaret edilebilir ancak bence bunun daha derin bir nedeni daha var. Bu neden bu ülkede feministlerin, feminizm üzerinden demokrasi ve barış sorunuyla kurdukları ilişkiden kaynaklanıyor. Barış ve demokrasi sorunu ile toplumsal cinsiyet sorunu arasındaki temel bağlantı uzun süredir bu ülkenin feministlerinin gözünde netlik kazanmıştı. O zamana kadar verilen demokrasi mücadelesi bir yana, son olarak sayıları bine varan feministin 7 Haziran 2015 seçimi öncesinde imzaladıkları bir deklarasyonla HDP’ye destek çağrısı yapması bunun önemli bir göstergesiydi. Bu metinde “antidemokratik ve otoriter AKP hükümeti altında feminizm de dahil olmak üzere her tür muhalif politikanın siyaset ve ifade alanı daraltılıyor” tespiti yapılmıştı. Bu metni ve sonrasında da BAK metnini imzalayan kadın akademisyenlerin nerdeyse tümü artık üniversiteden tasfiye edilmiş durumda. Geri kalanlar da tamamen etkisizleşmiş durumda ve kendini çok kötü hissediyor ya istifaya ya da erken emekliliğe hazırlanıyor. Şu anda Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi gibi en eski ve en önemli kadın merkezleri büyük bir tahribat görmüş durumda.
Alandaki yetişmiş ve yetişmekte olan insan gücünün büyük kısmının tasfiye edilmiş olması sorununun yanı sıra, ihraç süreçlerinin çok özel biçimde cinsiyetlendirilmiş olduğunu ve bazı durumlarda ağır cinsiyetçi bir içerik barındırdığını da bu toplantıda fark ettik. Bu cinsiyetlendirilmiş etkiler elbette yaş, akademik pozisyon ve medeni durum farklarına ve taşrada ya da büyük kentlerde yaşamaya bağlı olarak değişiyor. İhraç süreci çok özel biçimlerde cinsiyetleniyor derken özellikle, gelir ve meslekten yoksun kalmış olmanın yol açtığı ekonomik bağımsızlık kaybının, işsizliğin ve “medeni ölüm” diye andığımız hak kayıplarının, çoğu kadının özellikle aile ve çevreye karşı türlü mücadeleyle edinmiş olduğu kişisel özerkliklerini de tehdit etmesini kastediyoruz.
Bu acil yaşamsal sorunlar bizim için şu anda en önem taşıyan şeyler, ama hasar aynı zamanda bizlerin taşıyıcısı olduğumuz değerler ve kurumlarla da ilgili. Arkamızda bıraktığımız akademik yıkımın etkilerine bakarsak, şunları görüyoruz: yetişmiş insan gücünün tasfiyesinin yanı sıra, gelecekte de bizlerin ve bu alanın bilimsel gelişiminin önünü tıkamak için alınan önlemler (sadece ihraç edilenlere değil, hakkında soruşturma açılan herkese doçentlik engelleri koyulması, dergilerin yayın kurullarından çıkarılma, yayın yapmanın engellenmesi, TÜBİTAK fonlarının kesilmesi) akademik ve hatta kişisel izlerimizin yok edilmeye çalışılması, tasfiyenin ardından kadın merkezlerinin, hükümete ya da rektöre yakın kişiler ve ehil olmayanlar tarafından ele geçirilmesi.
Büyük Tasfiyenin öğrencilerimiz üzerindeki olumsuz etkileri de toplantıda öne çıkan gündemlerden biri oldu. Öncelikle çok sayıda dersin kapanması, tezlerin danışmansız kalması, bazı bölümlerde tez konularının zorla değiştirilmesiyle birlikte öğrencilerin yaşadıkları ciddi dezoryantasyon sorunu var. Bu durumda çok sayıda tezin yazılamayacağını ve yüksek lisans programlarını bırakma eğiliminin artacağını kestirmek zor değil. Ve ne yazık ki sorun bununla da sınırlı değil çünkü ihraçların ardından öğrencilerin kampüs hayatı da belirgin biçimde kötüleşmiş durumda. Bu bağlamda, toplantıda kampüs ortamının gözle görünür biçimde eril ve faşist şiddete maruz kalması, feminist öğrencilere saldırı eğilimi (Bilgi Üniversitesi’ndeki 8 mart saldırısı gibi), üniversitelerdeki cinsel tacizle mücadele ağlarının zayıflaması nedeniyle kadın öğrencilere yönelik tacizlerin artması, artan şiddet, keyfilik ve hukuksuzluk ortamından genç kadın, feministler, Kürt kadınlar ve queer bireylerin daha oransız etkilenmeleri, kadın toplulukları ve LGBT toplulukları üzerindeki engelleme ve baskıların yoğunlaşması gibi konular ele alındı.
Sonuç olarak bu toplantıda üç konuda örgütlenme ve dayanışma ihtiyacı duyduğumuz ortaya çıktı: 1. Hayatta kalma, 2. Mesleki olarak ayakta kalma, 3. Yeni dayanışma biçimleri ve sürdürülebilir mecralar yaratmak. Ayrıca böyle bir dönemde Türkiye’de kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının yeni dönemin gereklerine uygun biçimde yeniden yapılanmasının gerekliliği de açığa çıkmış oldu.
Son derece verimli geçen ve hepimize moral veren bu toplantı yakın gelecekte oluşacak bir dayanışma ağını müjdeliyordu. Bizler, bu yeni mecranın nasıl olması gerektiği üzerinde düşünmeye devam ediyoruz. Ben tam da burada yazımın başlangıcındaki vurgulara geri dönmek ve bu süreçte değerlendirmeye alınmak üzere önemli bir noktayı öne sürmek isterim. Bu süreçte en önemli konu hiç kuşkusuz bu yeni oluşan kolektifin kimliği sorusu, yani yeni tür bir öznellik sorusudur. Bunun üzerine daha fazla düşünmeliyiz. Bizi bir araya getiren sürecin BAK ve sonrasında OHAL sürecindeki tasfiye olduğu açık. Buna rağmen yeni dönemde kendimizi öncelikli olarak “BAK akademisyenleri” ya da “ihraç edilmiş feminist akademisyenler” olarak isimlendirmeye son vermeliyiz. Ortaklaşa paylaştığımız bu durumun hayati karakterini ve kendine özgülüğünü asla es geçmeden, yeni ortak kimliği “kendimizden geçmenin” bir yolu olarak tasarlamaya çalışmalıyız. Bu hem akademik, hem örgütsel ve politik olarak yeni bir öznellik oluşumu anlamına gelir. Böyle büyük bir kırılganlık, prekarite ve mülksüzleşme çağında, “kendimizden dışarı çıkmak” için gerekli gücü ve birikimi feminist ve queer gelenek içinden bulup çıkarma çabası çok değer kazanacaktır. Yeni ve yaratıcı bir hamle yaparak bir siyasal performans gerçekleştirme hayali, elbette yapalım denip yapılacak bir şey değil, mevcut ve müstakbel yaratıcı enerjilerin durumuna bağlı olarak olacak ya da olmayacak bir şey. Ve ne yazık ki böyle enerjilerin oldukça düşük olduğu bir dönemdeyiz. Buna rağmen bu yöndeki en ufak arayışların ve yeniliklerin bile çok değerli olduğunu ve yeni Türkiye denen şeyin ruhuna uyan tek arayışın bu olduğuna inanıyorum. En azından, yeni bir başlangıç yapmak umudu bizi harekete geçirebilir.
Son olarak feminist araştırma ve aktivizm için önümüzdeki dönemde en önemli olan şeyin, kadın hareketi içindeki gerilim ve ayrışma dinamiklerini yumuşatacak kapsayıcı bir feminizmin oluşturulması olduğunu düşünüyorum. Bunun için bu tür bir kapsayıcı feminizmin önündeki sınıfsal, siyasi ve ideolojik engellerin iyi analiz edilmesi ve bunlarla mücadele edilmesi gerekecek. Ayrıca önümüzdeki dönem, kadın hareketinin en geniş muhalefet cephesiyle daha fazla yakınlaşması ve işbirliği içinde olması gereken bir dönem olacak. Hatta belki de bazılarının umutlandığı (bazılarının da korktuğu) üzere kadın hareketi tüm muhalif harekete ahlaki önderlik edebilen hegemonik bir önem bile kazanabilir. Neden olmasın?
Kaos GL Dergi'ye basılı ya da internet üzerinden erişmek için abone olabilir ya da bu bağlantıda bulacağınız kitabevlerini ziyaret edebilirsiniz.
Etiketler: insan hakları, eğitim