17/01/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Ah, neden zarar verirdi kendine insan, bilmiyordu yeşil aklı, kumral kadının. Yaralarını tedavi ettirdi; görünen uyuması için büyük çaba harcadı histerik ruhun, yeşil gözler. O uyurken yaralar içinde, içinde yaralar; büyük bir hayranlıkla bakıyordu kumral kadın, tüm hücrelerine ince uzun, kıvırcık saçlı, inatçı ruhlu kadının.’ 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Yaşasaydı... Tezer Özlü / Umudun Rengi Mor Özel Ödülü alan The Sappho rumuzlu yarışmacının öyküsü.

‘Ah, neden zarar verirdi kendine insan, bilmiyordu yeşil aklı, kumral kadının. Yaralarını tedavi ettirdi; görünen uyuması için büyük çaba harcadı histerik ruhun, yeşil gözler. O uyurken yaralar içinde, içinde yaralar; büyük bir hayranlıkla bakıyordu kumral kadın, tüm hücrelerine ince uzun, kıvırcık saçlı, inatçı ruhlu kadının.’ 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Yaşasaydı... Tezer Özlü / Umudun Rengi Mor Özel Ödülü alan The Sappho rumuzlu yarışmacının öyküsü.

KAOS GL

The Sappho

KADIN KADINA ÖYKÜ YARIŞMASI - Yaşasaydı... Tezer Özlü / Umudun Rengi Mor Özel Ödülü – 2006

Yeşildi annesinin gözleri; açıklı koyulu, dalgalı parıltılı, girintili çıkıntılı, çoğu kez sıcak; bazen yakıcı hareleriyle, yemyeşildi, yemyeşil, aşk kadar, ağaçlar kadar. Bebekliğinden beri bakarken gözlerine annesinin, görüldüğünü, anlaşıldığını bilirdi ruhunun ya da akılının derinliklerinde alelade gizlemeye çalıştığı sırlarının. Bundan bazen hoşnut olurdu, ancak çoğu zaman bilmesin isterdi, anlamasın isterdi kendisine bile itiraf etmekte çekindiği gerçekleri.

Ergenliğe girdiğinden beri fark ederdi, annesiyle arasındaki güçlü bağın diğer arkadaşlarından daha özel bir şekilde işlediğini. Son günlerde çıkılamayacak, nefes alınamayacak karanlık kuyuların diplerinde gezinirken ruhu; bedenini, o heyecanlı gençlik günlerinde yaptığı gibi tekrar incelemeye başlamıştı. Kandırırcasına ruhunu, keşfediyordu ipeksi gizemlerini teninin. Sanki kendini ilk defa görüyor gibiydi aynada, yeniden bambaşka bir boyutta nefes almaya çalıştığını hissediyordu. Yoğun, yorgun bir depresyon döneninde yüzmekteydi oysa; kolları bacakları bin yaşında. Bakıyordu aynaya arzulu, meraklı gözlerle, görebilmek için; o içini titreten, dokunamayıp koruduğu, kıyamadığı hiç; bazen kızdığı ama hep anlaşılmaz bir arzuyla sevdiği ve tüm inadına rağmen gidişine engel olamadığı devasa güzellikteki kadının yemyeşil gözlerinin derin yeşil parıltılarını. Biliyordu, zamanı değildi bu gidişin; yersiz gereksiz, boştu. İnanmak istiyordu o melek yüzlü güzellik; izliyordu şefkatle kızını, tüm yaşamını gözlüyordu son birkaç aydır, gittiğinden beri ulaşılmaz kutsallığına. Evet, görüyordu kızını, zaman zaman gülüyordu tuhaf çocuksu hallerine onun, zaman zaman hafif sinirli bir ifadeyle söyleniyordu, ancak; hiç bir zaman vazgeçmiyordu mimikleri ruhundaki şefkati vurgulamaktan, bir minik mor menekşenin dokusundaki dalgalanmaların morluğunu belirginleştirişi gibi zarif, masum...

O güzel kadın; ipekler, tüller içinde rahat özgür masal perilerinin yanından bakıyordu, dünyasına kızının. Tüm yalanlar; tüm gerçeklerden daha gerçekti şimdi. Uydurmalar, senaryolar, masallar kabulüydü, avutulmaz yüreğinin acıları için. Ama yetmiyordu, yetemiyordu, kan ağlıyordu içine doğru; akan dışarıya gözyaşıydı tuzlu şeffaf. Hep aynı sahne geliyordu usuna, inanamıyordu o tabuttan mezara indirilen, bembeyaz hantal ağırlığı; ruhunun kıvrımlarına tüm renkleriyle sinmiş büyüleyici kadın olabileceğine.

İnsanlar sakinleştirmeye çalışıp bu masum yüreği, çekilmişlerdi yaşamlarının dehlizlerine kısa bir zaman sonra; çünkü zordu algılayabilmek bu hep çocuk olma arzusu ile çarpmış kalbin, annesiz kalmaya dayanamayacak; annesiz nefes almayacak kırılganlıkta yaşadığını yıllardır. Ve bu çocuk gözlerle nefes alan yürek, insanlarca anlaşılamayışını
‘kimsenin annesinin kendi annesi kadar güzel olmayı başaramayacağı’ masum sanrısıyla bertaraf etmişti kendince. Yüzmekteydi karanlık kuyularda, derin, boş, zamansız...

Zaman beyninde silinmiş bir kavram olsa da, tahminen iki aydır belki daha fazla zamandır, yitip giden annesinin hayallerini seviyordu, yalnız başına karanlık adasının derinliklerinde, kaçarak gerçek yaşamın güzel yüzünden; yol eylemişti kaçmayı, yüzleşememeyi kendine. Aklı almıyordu ölümü, inanamıyordu güzelliklerin de ölümlü olabileceğine. Bu yalnız, hayalleriyle kanan arzu dolu güzelliği böylesine acı duruma düşürenin oidipus kompleksinden geldiğini biliyordu; yeşil gözlü annesi gibi kumral, kadınlığına doyulmaz sevgilisi. Ve o üzüldükçe daha çok üzülüyordu, yapamıyordu hiçbir şey, çaresiz hissediyordu kendini, gördükçe sevgilisinin halet-i ruhiyesinin karanlığını. Ah minik çaresiz sevgili; kumral aşkının güzellikleriyle yeni baştan doğmaktansa annesinin küllerinde yanmayı,onunla yitmeyi tercih etmişti!Her sabah karanlık sevgilisine uyanıyordu güzel kadın;o hoyrat sevgilisi ise, annesine.

Ölümün acı yüzüyle kavrulan bu çift yalnızlarını yaşıyorlardı, çaresiz. Çözümü olmalı, bir şeyler yapabilmeli, yeniden güzel günleri görebilmeli, diyordu kumral kadın. Biliyordu ki annesine zaafını bir nebze olsun kullanarak, yemyeşil gözlerinin derin parıltılı şefkatiyle, kendine getirebilirdi, biricik sevgilisini.

Bir büyük sevi hastalanıyordu ağır ağır, virüsler sarıyordu bedenini, gizemli kıvrımlarını, hemen müdahale edilmezse ölecekti o yeşile tutkun kadının annesi gibi, ancak kefensiz, çıplak, aciz, bir insandan daha. Evet, kumral kadın bir şeyler yapmalıydı, bu zorunluluğu iliklerinde hissediyor, her nefes alışında duyumsuyordu, ancak ne yapılabilir bilmiyordu o yeşil gözlerinin parıltısını koyutlayan yaşanmışlıklarla yüzleşmekteydi acemi aklı. Sevgilisini kurtarıp yeniden ama yeniden o ilk günlerdeki heyecanlarını canlandırmalı, yaşamı anlamlandırmalıydı.-Doğrusu heyecanları, aşkları azalmamıştı; ancak gün be gün depresyonla sevişen tutku dolu sevgilinin yetişi; o yeşil ruhun gözyaşlarıyla dans etmesine ve bu danstan tuhaf ama acı dolu bir şekilde zevk almasına yol açıyordu.-

Kurtulmak gerekliydi, güzel günler gerekliydi, aşk uyanmalı, ölmemeliydi, ölmemeliydi, aşk
Ölemezdi. Ve depresyonun karanlık derinlikleriyle sevişen sevgiliye, sevgililiğini hatırlatmak mümkündü maharetleriyle kadınlığının. Bu çaresizlik ve buhranın sarmaladığı sevgililer iyi ki yitirmemişlerdi şu sıralar pek hissedemedikleri aşklarını. Bir sabah yeşil gözlerini hırçın bir kedinin o keskin bakışlarıyla; ruhundaki tedirginliği gizlemeye çalışmayarak açtığında, gördüğünün karşısında şaşkına dönmüştü. O zarafetinde yok olduğu kıvırcık saçlı güzellik kolları, elleri, o bakmaya bile kıyamadığı yüzü kan içinde; ağlıyordu, sarsıla sarsıla, kurtulmak istercesine bedeninin güzelliğinden.

Yatağından plansız, seri hareketlerle kalkarak; içgüdülerinin pamuklarına sardı, biricik sevisinin hırpalanmış tenini, güzelliğinin başına ne geldiğinin merakı; onu içten içe kemiriyordu. Ama aklı yanıtı bulmakta gecikmemiş; o sonsuz ruhun histerik nöbetlerle dokunulası bedenini kavurduğunu anlayarak, üzüntülere boğulmuştu. Ah, neden zarar verirdi kendine insan, bilmiyordu yeşil aklı, kumral kadının. Yaralarını tedavi ettirdi; görünen uyuması için büyük çaba harcadı histerik ruhun, yeşil gözler. O uyurken yaralar içinde, içinde yaralar; büyük bir hayranlıkla bakıyordu kumral kadın, tüm hücrelerine ince uzun, kıvırcık saçlı, inatçı ruhlu kadının. Bir yandan da gözden geçiriyordu renklerle kurduğu, minik dünyasını, aklının kıvrımlarındaki. Her ne kadar kadının büyüleyici; ancak şu sıralar kadınlığını acıtan yüzüne, hayranlıkla bakarken düşünebilmek çok zor olsa da, deniyordu düşünebilmeyi başka güzellikleri, soyut, dokunulmaz; karanlığından kurtarabilmek için kadınını.

Hissetmişti ta en baştan, daha gelmeden aşk, kollarında acılardan kaçarak, huzurla uyuyan masum kadının turuncu sıcaklığını. Turuncuydu kadını, yakıcıydı, güneş gibi, gün batımı gibi büyüleyiciydi. Yaşanmışlıklar, yaralar azaltmamıştı, turuncuyu ruhundaki, acılarla artmıştı o büyük turuncu enerji, karanlıklarca emilemeyecek kadar güçlü; kadını turuncuydu. Kendisi ise yeşil. Kollarını hiç direnmez bir arzuyla güneşe açmış ağaçlar, yapraklar yeni doğmuş tomurcuklar gibi yeşildi, tutkulu. Ve aralarındaki aşk tutkulardan, yaşanmışlıklardan, alışkanlıklardan öte kaçınılmaz bir bağımlılıktı, ölemeyecek kadar şeffaftı, büyümeliydi, renklenmeli, dokunulmalı, ne olursa olsun, yaşamalıydı.

Kollarının arasında, dokunmaya kıyamadığı güzelliğin, görünür yaralarının ağır ağır iyileşmeye başladığını gördüğünde, artık bir şeylerin konuşulabileceğini düşündü kumral kadın. ‘Günaydın sevgilim’ dedi, gözleri parlayarak, sıcak, sakin sevgi dolu bir sesle. Gülümsemeyi gördüğünde yüzünde zarafet tanrıçasının, başını dizlerinin üzerine aldı dikkatle; kıvırcık saçlarında ince uzun parmaklarını dolaştırdı ağır ağır, büyük bir şefkat ve nezaketle; gözlerinin içine yeşil yeşil ‘seni seviyorum’ dercesine arzuyla bakarken, kucağına gizlenmiş ilgiyi hissettiğinden, okumaya başladı, elindeki küçük defterdeki silik yazıları:

‘Not alıyordu uzun ince parmaklarının sarmaladığı kırmızı tükenmez kalemiyle, sesler vardı eleştirel neyi nasıl eleştiriyordu dinleyemiyordum, arkasında tanımlanması imkânsız güzelliğin, gözlüğümdeki gölgeleri yakıyordum; ateşsiz bir erkek sesinin paramparçalığıyla. Dil işçiliğinden bahsediyordu adam, milyon yıl önceki bir öykünün kopuk uzamındaki. Oysa
ben; o kırmızı tükenmez kalemle algılarına dokunan sonsuz zarafetin, kırmızıya bürünmüş, ya da zorla büründürülmüş teninin; o rahatsız edici, yakıcı kırmızısından arda kalan gerçekliğiyle sevişiyorum, yıkarken ön yargılarımı! Güzel değil diyor içimde bir yer, o boyun aşkı edemez diyor kendine beni, öpebilmek hissiyle kavrulan dudaklarım canlanır sadece teninin gizemlerinde. Ancak içimde dillendiremeyeceğim bir yandan ılık-sıcak bir his akıp gidiyor tüylerimi kaldırarak ve gözlerimi alıp ondan, güzelliğinden, içimdeki tuhaf ama hoş kıpırtıya bir son vermeye çalışmak yapabileceğim en zor şey; ona bakabilmek baharı getirdi bu kadınlığa susamış benliğime. Ah, öyle büyüleyici bir ten ki! Aklım tatmak isterken onu, gölgeler çağırıyor beni, oysa o andan yaşama sevincim dahi gerçekliğine kapılmakta kırmızılığın, kıvırcık saçlarına takılmış yüreklerdeki aşkları kutsamakta, belli belirsiz.
Farkındalığım; boyutsuzlukla dans ediyor, aklım aşkla, akta yüzebilmek arzusuyla dolup taşıyor. Önümde kırmızımsı pembeli, gerçekliği örümcek ağı, pislik grisi olan, sırtını nereden tanıdığımı bilemediğim adam kafasındaki metaforları temizlerken, yeşilimden kurtulup kırmızı kıvrımlara atıyor ha bire, usunun yalancılığını. Sesi tenimi okşayan kadın, ishak kuşunun zamansız, mekânsız, sebepsiz ölümünü sorguluyor, analiz etmeye çalışırken anlaşamıyor kendiyle, ancak fındıkkabuğu rengi, ışıkta hafif, kıvrımlı, parıltılar saçan saçları bakıyor yeşilime ve sanki gönderiyor beni kıvrımsal, fraktal sonsuzluğuna kırmızılığın. Ve o zarif sesinde, benim için tanımsız olan bu kadının; içimin aşka değmeyen yanı, ishakla özdeşleşiyor, sessiz, sorgusuz. Ah; ruhu, ardı, görünmeyeni ne renk bu kırmızılığın, bilebilmek için veririm canımı sormadan hiç! Bilmiyorum; bilemiyorum; hislerim turuncu sayıklar; ‘yaşamak gerek’ der, turuncusunu. Soyunsun istiyorum turuncu turuncu, felsefesini anlayayım, post modern boyayayım tenini, derinliklerini arzuluyorum. Aşırı isteklerimi bastırmaya çalışırken, kocaman kanatlarıyla ishak’ın kanının sıcaklığını hissediyorum; on binlerce yıldır bir yerlerde duran taşı ısıtışı gibi ısıtıyor, sıcak taze kan, kalbimin bilinmez gizemlerini konumsuz, isimsiz, turuncu turuncu. Varoluşumun paramparçalığını, algılarıma gösteren kadının; biliyorum aşkı sesinde kaybolmaya çalıştığım adamadır. Değildir, belki umuduyla bir kez göreyim istiyorum usunun işleyişini, kulaklarına boyutsuz sırlar fısıldayayım, nahifliğini, tadının kekremsiliğini içime alıp, boşluklarına katılayım istiyorum.
Bir anda herkes gibi o kırmızı da- ki ardı eminim, turuncu-karanlık, çalıntı, yalan bir esprinin ardına gizleniyor, yaklaşırken gölgeler aklımın gizemlerine sıcacık. Ve hislerim diyor ki bu saklanış ardında sürprizler vardır; baharda mor leylakların açışı gibi aniden aşk doğuyor yüreğime, mordan turuncuya değişen bir ışıkla. Tadacağım, hissediyorum, hep bana ait olmak için yaşamış ve yaşayacak güzelliğin ruh sıcaklığını, kırmızı, turuncu; ayrılıp gizeminden aitliğimin yeşil yeşil, kurtulup kendimden o turuncu zarafetin akışıyla nefes alacağım, mor leylaklarımın baharında. Kadınım ki aklımda benim olmuştur artık; çabalamak, benim yapmak için gerçekte, yaşama nedenimdir; kadınım ki, çiçek kokusunda yaşamın anlamını bulabilmek gibi duru, mor leylaklar kadar kadın, zarif; zarafetinden sual olunamayacak kadar...’

Bıraktı minik defterini, sevgilisinden ayrılırken uzaktan mendil sallayan kadınlar gibi zarif, çabasız. Sonra sırtını dayayıp kocaman beyaz yastığına, okşamaya başladı, kucağındaki aklı karışık sevgilinin koyu kahverengi ile siyah arası, sık kıvırcık saçlarını. Kollarında, acıların kendinden geçirdiği kadını ilk gördüğü an; duyguları coşup, tamamen refleksleriyle belki de, yazıvermişti bu yazıyı hiç düşünmeden kumral kadın. Aşkın doğuşunu gören; kumral kadının yeşil derinliğiydi, doğuran ise turuncu kadının yaşamsal enerjisiydi, doğa kadar ulu. Hiç art niyetsiz yüreğinden kopmuş yazıları okurken yeşil kadın; sesi dalgalanmaktaydı ayın etrafındaki hareler gibi, büyüleyiciydi derinliklerdeki flüt nağmeleri kadar. Çıkamamak bu sesle karanlıklardan, doğuramamak aşkı yeniden; imkansızdı turuncu kadın için. Her şeyin başladığı o doğaüstü kusursuz anın hatıraları, turuncu kadın rüyasında dans etmeye başlamıştı. İkisi de biliyordu ki aşk insanı tam yapardı, renkleri uyumlu, dünyayı güzel. Ve

Turuncu kadının alt beyninde yankılanmıştı, artık geçmişin acı izlerinden sıyrılıp, onu sarmalayan kadının, aşk gerçekliğine dönmesinin gerekliliği.

Yeşil gözlerinin, derin; umut dolu ışığıyla aydınlatıyordu, rüyasını turuncu kadının. Aşk, ah aşk; ölümsüz doğuyordu bu sefer, yıkarak tüm mitolojik hikayeleri, yok sayarak, iyileştirerek yaraları. Küçük histerik kadının ağlamaktan kurumuş göz pınarları, küçük çayların akışıyla yeniden doğan kurumuş göllerin canlanışı gibi hayat buldu yeniden, yüzünü tamamen örtmüştü uyku ve bu örtünün altında yenilenme vardı, rahatlıkla görülebiliyordu depresyonun, yitişin derinliklerinden çıkışı, yorgun pembe dudaklarının hafif gülümser duruşundan. Turuncu kadın; koyu kahve saçlarının gizlediği rüyasında, kadınıyla seviştiğini görüyordu uzun zamandan beri ilk defa; beyninin rem’in dalgalanmalarından kurtulduğu kısa aralıklarda, yanında bulunduğundan emin olduğu sevgilisine sarılmanın mutluluğuyla yeniden doğuyordu, biliyordu ki annesi onu hep izleyecekti, hep sevecek, hep kollayacaktı; yeter ki, kadını yanında olsun, dünya güzeldi, hep güzel olacaktı, mutluydu, kadınını seviyordu; aşıktı tutkuyla yeşiline, kumrallığına süt beyazı tenine, derinliklerine, ruhuna. Ve bu yaralanmış kadının; ki mutluydu kucağında sevgilisinin, gönlüne bahar; uçsuz bucaksız denizlerde güneşin, dalgalarla sevişerek doğuşu edasıyla geliyordu ağır ağır, tüm yaşamsallığı, doğurganlığı ve kadınlığıyla.

Bir an rüyaları, mutluluğu boşlayan aklı; yemeklerini özlemişti annesinin. Artık biliyordu içinde açmakta, çoğalmakta olan hanımeli; geçmiş için üzülmek, doğamamış tüm çocukları için her gün ağlamakla aynıydı, yeni güzel günlerin gelebileceğini görmüştü rüyalarında, ışığıyla sevgilisinin yeşil yeşil. Şimdi uyanır uyanmaz yani, yaşamak zamanıydı doya doya yeşilliğini yaz müjdeleyicisinin, tadına doyulmaz sevgiliyle birlikte. Biliyordu, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, hiçbir yara kapanmayacaktı. Ancak yaşamayı reddetmek o kapanmayacak yarayı her an deşerek acıları çoğaltmaktan öteye geçemeyecekti. Kadınının kirpiklerinde rüyaları okuyan, ruhu bahar yeşili kadın için de uyku kuşları uçmaya başlamıştı, büyük bir aşkın yeniden doğuşunu beklercesine sesiz ve uzundu. Güneş; denizi, uzun uzadıya severek doğduğunda, iki kadının tenlerinin buğusu birbirine karışmış, uyku örtüsünün altında uzun zamandır sessiz kalmış ruhları yeniden bir; tam olmuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla parıldayan tenler, kirpiklerdeki çiğ tanelerini kurutup, arzuların dinmek bilmeyen bir heyecanla arttığı anda açtı, ışığın aşka bürünerek kırdığı sevgililerin gözlerini. Ve iki kadın acılara daha büyük bağışıklık kazanmışçasına seviştiler; sessizliğinde gecenin, doğuşunda günün, sevdiler sonsuzluğun izlerini tenleriyle ruhlarının kesişim alanlarındaki. Güzel günlerin gelişini muştulayan rüyaların mayhoş uyanışında, turuncu ve yeşil daha yakışır olmuştu, tam olmuşlardı...
...son...

Etiketler: kültür sanat
İstihdam