19/02/2010 | Yazar: KAOS GL

Geçen sene düzenlediğimiz 4.Kadın Kadına Öykü Yarışmasını teması “Ütopya-m”dı hatırlarsanız.

Geçen sene düzenlediğimiz 4.Kadın Kadına Öykü Yarışmasını teması “Ütopya-m”dı hatırlarsanız. 1.lik Ödülünü Eskişehir’den “Leyla’yı Beklerken” adlı öyküsü ile Ç.Nisa Yılmaz, 2.lik Ödülünü İzmir’den “Sobe” adlı öyküsü ile Ceren Avşar, 3.lük Ödülünü de Kıbrıs’tan “Gökkuşağı” adlı öyküsü ile Gonca Nedim almıştı.
 
Dereceye giren öykücülere, karınca kararınca, ödüllerini takdim ettik. Ayrıca üç de özel ödülümüz vardı. “Ütopya Özel Ödülü”, “Mut ve Umut” adlı öyküsü ile Ankara’dan Ece Can’ın, “Birliktelik için Umut Özel Ödülü”, “Uzaklara Bakmak” adlı öyküsü ile Ankara’dan Zargana rumuzlu yarışmacının, “Eşik Özel Ödülü” de, “neredeyse gerçek” adlı öyküsü ile İstanbul’dan Deniz Güney’in oldu.
 
İlk üçe giren öyküyü, daha önce dergimizde okumuştunuz. Şimdi de web sayfamızda bulabilirsiniz. Keyifli okumalar...

SOBE
Ceren Avşar
 
I.
Huzur muydu hissettiği? Gerçek olabilir mi bu diye sordu kendine. Gözlerini açsa öğrenecekti cevabı, cesaret edemedi. Son cesaret kırıntısını kaybettiği an kaybetti huzuru da uyku ve uyanıklık arası. Açtı gözlerini. Her sabahki gibi. Yüzü duvara dönük, sırtı kapıya. Sarılmadan uyuyamadığı yastığı kollarının arasında. İnsanlara kapılarını kapattığından beri alışkanlık haline getirmişti bunu. Aynı saatte kapısının önünden geçti yine o otobüs. Her sabah altıda açılan bakkal dükkanı ve saat sekizde şu lanet olasıca otobüs; kendi basit, dışa kapalı ve bir öncekinin aynı olan günlerinin sembolü... Bir gün bir terslik olsa; otobüs evin olduğu köşeyi dönemeyip indiriverse bakkal dükkanının camekanını... Kahvaltıdan sonra sahile vurdu kendini. Uzun zamandır kimseden herhangi bir şey istediği ve kimsenin cesaret edip ondan bir şey isteyebildiği yoktu. Kendinden bir şey istemiyordu, gelecekten ve hayattan bir şey istemiyordu. Kendini kendine mahkum etmişti ve duruyordu. Bütün bir gün duruyor ve her geçen gün azalıyordu. Günsenin, onu tanımamış olsa, durmanın bu kadar zor olacağına asla inanmazdı.
II.
‘Eyvah geç kaldım!’ diye uyanmıştım. O sabah gördüm o küçük kadını. Köşedeki durakta otobüs beklerken çıktı karşıdaki harabe gibi evden. Dalgın, ürkek bir tempoyla yürüyordu. Bakışları delip geçti bir an için gözlerimi. Durakta bekleyenlere -yoksa sadece bana mıydı?- nefret dolu bir bakış atıp, upuzun saçlarını savurarak gözden kayboldu. Oturduğum mahalleden uzaklaşırken ‘tanımalıyım onu’ diye mırıldandım. Dönüp çekseydim kolundan. ‘Neden bu nefret?’ deseydim. Cevap vermezdi ki. Bir teklifte bulunsaydım... ‘Hayır’ der miydi bana? Tanımalıydım o kızı, evet demeliydi bana.
III.
İnsanlardan nefret ediyordu. Duraktaki kadın gibilerinden, özellikle de gözlerini hiç kaçırmadan onu hapsedip, seni anlıyorum bakışı fırlatanlardan. Adı Ceylan'dı. Su içtiği deredeki en ufak kımıldanmada tehlike çanları çalıyor, düşmanla bakışıyor ve aradaki mesafeyi değerlendirip kaçıp kayboluyordu. Tüm yaşam enerjisini dondurmuş, bekliyordu. Ancak hiçlikle kuşatılmış insanların sahip olabileceği kadar büyük bir sabırla, hiçbir şeyi bekliyordu. Aklı o kadına gitti. Bir şeyler mi kıpırdadı içinde? Tanımadığı o kadınla tek bakışlık düello gün boyu beyninde dolandı durdu.
IV.
Üretmek için hiç zorlamadım kendimi. Sevgililer vardı beni besleyen. Çalıyordum bir bir parçalarını. Onlarca hayali tek bir resimde birleştiriyor ve ben ancak o zaman boyalarımla tuvallerde tamam olabiliyordum. Kendime dokunur gibi dokunuyordum geçmişe. Bir sevgiliye dokunur gibi dokunuyordum kendime. O kızın görüntüsü saplandı beynime yine.
V.
Tüm gün düşünmekten kendini alıkoyamadığı o kadını merak ediyor, merakı büyüdükçe nefreti artıyordu. “Uyumam lazım” diye düşündü, “O cadı uykuma da hükmedecek değil ya, uyursam kurtulurum”. Bütün asma kilitleri kilitleyip yatağına çekildiğinde içinin küçücük bir yanı ona yaşadığını hatırlattı bir an, kalbi çarpar, nefesi hızlanır gibi oldu. korktu, çok korktu.
VI.
Hep yarım kalan ve ertesi güne bırakılmış işleri hatırlatan anneanne yadigarı çaldı. Saat sanki daha istekliydi beni uyandırmak için. Ona gidecektim. İçim ve dışım aynı renk bakacaktım gözlerine.
VII.
O sabah hatırlayabildi rüyasını. “Upuzun yeleleri olan kızıl bir tay, rüzgar gibi koşuyordu ona doğru yemyeşil çayırda. Yaklaşmaya başladıkça yaşanacak çarpışmanın heyecanına teslim oldu. Yaklaştıkça arttı coşkusu. Sonra öyle yakınlaştı ki tay, onun gözlerinde kendini gördü”. Korku kalbini sıkıştırdı. Bu kızılı hatırlayacaktı bir yerden. ‘O kadının saçları’ diyebildi ancak. Evet onun saçları. Duvarları çatırdıyordu. Tüm çatlaklardan tayın yeleleri dalıyordu içeriye. Dışarı çıkmalıydı. “Güvende değilim” diyordu. Yıkılıyordu duvarlar. ‘Gitmeli’ dedi, deniz kenarına indi. Kayalıkların üzerine çıktı. Sığ sularda yaşadı hep ve sığ sularda boğulmalıydı. Kahramanca ölemezdi o, çünkü hiç kahramanca yaşamamıştı. Ne bir akışı ne de bir alkışı vardı. Öyküsü ya da başrol oyuncusu da olmamıştı. Sadece bir tek kare belirdi zihninde. Bir kıvılcım, ama ona göre bu bile fazlaydı.
VIII.
Açılmayan kapılara alışkın değildim ben ve bir harabenin zilinin aslan kükremesi olmasına da. Biraz bekledim, sonra kapının önünden ayrıldım. Denizle buluştuğumda kayalıklarda onu gördüm. Güneşte parlayan uzun sarı saçları çarptı önce gözüme tüm renklerin arasında. Sonra kararsızlığının grisi. Ne zamandır oradaydı bedeni ve beyni, kim bilir ne zamandır oradaydı. Yanına gittim ve
IX.
“Bir japon balığı gibi yaşayıp bir yunus gibi ölmenin ne anlamı var, insan daha iyisi uğruna vazgeçmeli elindekinden” dedi, buğulu sesiyle bir kadın. Ceylan ölümünün mü yoksa yaşamının mı bu kadar hafife alınmasına bozulmuştu karar veremedi. Zaten böyle bir karar vermek için geçti. Yine de yenildi merakına; sesin sahibini görmek istedi, çarptı kızıl kahve gözleri gözlerine.
X.
İncecik bedenini kat kat giysilere sarmıştı, sıcak umurunda bile değildi. “Al son bir sigara yak” dedim gülümseyerek. Beceriksizce tutuşturdu sigaranın ucunu. Ne diyeceğini bilemediği için uzaklara dikti gözlerini, ama burnunun ucunu dahi görmediği besbelliydi. Şaşırmıştı beni gördüğünde, duyduğunda sesimi meraklanmıştı. “Sana bir teklifim var” dedim. “Bitirmek istediğim bir resmim var. Tek eksiği bir kadın yüzü. Aradığımı bulamamıştım dün seni görünceye kadar.”
XI.
Dinliyordu kadını, ama sesi o kadar uzaktan geliyordu ki. Kadının sesi okşuyordu bedenini. Anıları serbest kalıyordu kadın konuştukça. Bir soru duydu sanki. Sonra da, uzaklardan kendi evet diyen cılız sesini. “Bu ben miyim?” dedi. “Bu ses benim mi?”, “ne kadar zamandır konuşmuyordum?”, “hem neye evet dedim ki?”. Kadın yanına gelip uzattı elini. Eli tutmadı ama yine de kadının arkasından yürümeye başladı, sanki yıllardır bunu bekliyormuş gibi. Tuhaflığını sezen bakışlar umurunda değildi. Takıldı o kızıl rüzgarın ardına.
XII.
Evime doğru yürümeye başladık. Arkamdaydı ya, varlığını hissetmesem gelip gelmediğinden emin olamazdım. Yere basışını yer bile fark etmiyordu sanki, öyle sessiz, öyle nefessiz, öyle gölgem gibi. Var olmaya geliyordu, kendini bende görmeye, beni kendinde görmeye, ikimizi bir palette görmeye geliyordu. Evin girişindeki saksının içinden anahtarı alıp kapıyı açtım. Evimin kilitli kapıları, kapalı perdeleri yoktu. Girecek olan nasılsa girer, görecek olan nasılsa görürdü. Girdik evime.
XIII.
Boynunda renkli bir tasmayla gidiyordu o rüya kadının ardından. Daha önce hiç hissetmediği bir dinginlikle, yürümüyordu da uçuyordu sanki. Bir bahçeye girdiler yolun sonunda. Ağaçların arasındaki ahşap evin ihtişamlı kapısı çekti dikkatini. Ahşap kapıya onlarca insan figürü oyuluydu. Tüm insanlar iç içe geçmiş ve kapıyı oluşturmuşlardı. Tüm dünyanın kapıları arasında bile bu kapının o kadına açılacağını anlayabilirdi. Sorar gibi kadının yüzüne baktı. O da her zamanki lütfeden tavrıyla “Ben yaptım” dedi. Ceylan, öfkelenmeye başlamıştı. Kadın, kapıyı sanki anahtarı kilide sokmasa da olurmuş, sadece bir bakışı bile tüm kapıların açılmasına yetermiş gibi açtı. Kendini kırk haramilerin kırk birincisi gibi hissetti. Kapı açıldığında Ceylan'ın yüzüne çarpan koku allak bullak etti küçücük varlığını. Yaşam kokuyordu bu ev, yağmur kokusuna karışmış ahşap kokuyordu. Farklı kadın ve erkek parfümleri kokuyordu. Duvarları tamamen kaplamış onlarca farklı konuyla ilgili yazılmış kitaplar, fotoğraflar, bitmiş ya da yarım bırakılmış resimler... Tüm duvarlarda yazılar vardı. Farklı el yazılarıyla yazılmış şiirler, sonuna gülücük işareti konulmuş bilmeceler, öyküler, nezaket ve yazım kurallarına uygun edebi vedalar ve erkekler tuvaleti duvarlarında bile görülmeyecek kadar ahlaksızca yazılmış yazılar... Her içeri giren, duvarlara varlıklarınca izini bırakmıştı. Şiirlerden birinin mısralarının baş harfleri büyük yazılıydı. Ceylan, boş bulunup yüksek sesle okudu: G...Ü...N...S...E...N...İ...N...!
XIV.
Uzun zamandır o kadar eğlenmemiştim. Küçük kızın şaşkınlığı bana çocukluk yıllarımı anımsatmıştı. Annemin bana bakan gülen gözleriyle şimdi ben o kıza bakıyordum. ‘Bu kız hiç yaşamamış’ dedim içimden. Ancak yaşamamış biri bu kadar saf kalabilir. Geriye kalanlar da ikiye ayrılır zaten; saf kalmaya çabalayanlar -ki böyleleri her çağda makbuldür- ve çürümenin ancak öldüklerinde gerçekleşeceğini sanan, her geçen gün biraz daha çürüyüp yozlaşan gün mahkumları. Evimi bir mabedi gezer gibi geziyordu. İnler gibi fısıldadı ismimi. Sonunda yerdeki kaz tüyü yastığa yığılır gibi bıraktı kendini; onlarca dünya gezmiş bir seyyahın yorgunluğuyla. Bir sigara yaktım. Taburelerden birini çekip kızın karşısına oturdum. O ise bacaklarını karnına çekmiş yastığın üzerine kıvrılmıştı. Farkında olmadan en uygun oturuşu seçmişti. Doğumuna az kalmamış mıydı nasıl olsa. Bu kız birkaç dakikada biraz büyümüş olabilir miydi? Bana mı öyle gelmişti?
XV.
“Harikalar diyarındayım, hiçbir şey harika değil ve sonunda uyanacağım. Birazdan uyanacağım. Birazdan... uyanacağım... birazdan... uyan... biraz... uyu....... uyan... uyu... UYU!” Yığılıp kaldı bir yastığın üstüne. kimsenin dünyasına böylece sızmış mıydı hiç? Her eşyayı nasıl da kendine ait kılmıştı bu cadı. Nasıl bir büyüydü bu? “Ne sanıyor kendini bu kadın! Benimle ilgili ne biliyor! İsmimi sormadı bile! Hayır öfkelenme, hayır öfkelenme” dedi kendi kendine. “Herhangi bir iz bırakma ardında”. Ağzından çıkan her kelimenin onu hayata, hayatı kadına ve kadını kendine bağlayacağını biliyordu. Sustu. Yuttu tüm kelimeleri, ama gözlerinin bir an için olsun öfkeyle parlamasını engelleyemedi. Kadının oturduğu taburenin kendisinden bu kadar yukarda olması Ceylan’ı daha da rahatsız etti ve gözleriyle kendi bedenini taradı. Küçülmüş müydü bir kaç dakikada, ona mı öyle gelmişti?
XVI.
‘İşte’ dedim kendi kendime; ‘öfkeleniyor’. Başını uzatıyor mağarasından. Sandığı kadar derinlere gidememiş. Ah benim beceriksiz yarasam! Atölyeme geçtik. Tablomun üstündeki örtüyü kaldırdım. Önce, ancak bir kız çocuğunun annesine bakabileceği bir hayranlıkla tabloya baktı. Sonra da bana baktı, gözlerimin içine, ilk kez birkaç saniyeden uzun. “Boyası kuru mu?” diye fısıldadı gözlerini tekrar tabloya çevirip. Sesini ilk kez doğru düzgün duyuyordum. Öksürmek zorunda kaldı konuşunca, sesi yaşının cıvıltısını taşıyordu yine de. “Evet kuru” dedim. Elini ürkekçe gezdirmeye başladı tuvalin üstünde. Yüzün olması gereken boşluğa eli dokunduğunda; durdu. Bu sefer önce öksürdü, sonra yavaş yavaş “kabul ediyorum” dedi.
XVII.
“Yüzüm senin olacak” dedi o kadına. O kadın. Ona hiç ismiyle seslenmeyecekti. “Ne zaman başlayacaksın” diye sordu, belki hemen başlarlar diye umutlanarak. Sesi her zamankinden telaşlıydı bu yüzden. “Yarın sabah” cevabını duyduğunda umutları söndü. Başını yerden kaldırmaya korkarak ulaştı kapıya. Dışarı çıkınca kapattı kapıyı ardından ve yürümeye başladı evine doğru. Sonraki gün, yeniden gelebilmek için her adımda Hänsel'in ekmek kırıntılarını yola bırakıp...
XVIII.
“Sabah başlayacağım” dedim, çünkü onun sabahki yüzüydü bana gereken. Bu kız gibiler sabahları güzel olurdu. Gece boyunca beyinlerini kemiren korkular, hayaller, sabahlara kadar kendilerini kendilerine ispiyonlayan rüyalar silinmemiş olurdu ifadelerinden. Kendileriyle uyanır, gün ilerledikçe kendilerinden ve hikayelerinden koparlardı. Kandırılmışlıklarınca yaşamaya başlar ve ne kadar kandırılırlarsa o kadar kandırırlardı. Akşama doğru bin bir surat edinirlerdi. Herkese kendi yüzlerini yansıtmış bir kadının kendini bilmez çekiciliği bakışlarında, uyuyakalırlardı. Sonra yine başlardı gece. Sabaha kadar maskeleri kusardı rüyalar yeniden. Evimden çıktı, bahçe kapısına doğru geri dönmekten korkar gibi attı her adımını. Nedense yürüdükçe güvercinlendi bahçemdeki toprak yol.
XIX.
Evine varıp içeri girer girmez yatağına attı kendini. “Uyumalıyım” dedi ve bıraktı kendini gündüz kabuslarının tembel senaristinin kollarına. “Elleri kucağında saten bir gecelikle bağlanmış, yerde oturuyordu. Kıpırdamak, bağırmak istiyor ama gözlerini bile kırpamıyordu. O kadın geldi bembeyaz geceliğiyle. Arkasında bir şey saklıyordu. Meraklandı Ceylan. Dindirdi merakını kadın. Gösterdi sakladığını. Parıldayan, içi sırlanmış bir küreydi bu. Üzerinde işlemeler vardı. Koca bir dünya işlenmişti küçük küreye. Kadın o küçük dünyayı yüzüne yaklaştırdığında kendi suretini gördü okyanuslarda ve karalarda. Kadın karşısına, yere oturdu bacaklarını iyice aralayıp. Küreyi yere koydu ve “sen de aç bacaklarını” dedi. Ayak parmakları birbirine değiyordu neredeyse. Küreyi Ceylan'a doğru yuvarladı. Ceylan da ona. Bir oyun başladı aralarında, sonunu düşünmeksizin oynanan, kazananın hiç bilinmeyeceği bir oyun. Yakalayan ve kaçan yoktu; arayan ve saklanan yoktu. Şartları eşitti ve iki kadını birbirlerine bir değersiz küre, bir koca dünya bağlıyordu. Birkaç seferden sonra kadın değiştirdi oyunun gidişatını, sertçe gönderdi küreyi geri. Beklemediği bu hareket karşısında hazırlıksız yakalandı, kürenin sert ve ani basıncını hissetti küçük kız. Heyecanlandı, yüzünü ateş bastı, tutamadı inlemesini ve geri gönderdi küreyi. “Yeniden istiyor musun?” diye tısladı Günsenin. “Evet” diye inledi Ceylan. “Evet, lütfen Günsenin. Çok istiyorum” diye fısıldayarak uyandığında ter içindeydi. Pike ellerine dolanmıştı. O ev her ayrıntısıyla uyarıyordu beynini, kadının sesi kulaklarını okşuyordu. Rüya arzularını uyandırıyordu. Sabaha kadar on iki tane araba ve yedi kişi geçti evin önünden. İki kez çöp bidonu devrildi. Bir kadın çığlık attı. Bir sarhoş iki kez bağırdı. Korkmaktan ve korkmamak için her sesi yorumlamaktan yoruldu. Açtı televizyonun sesini iyice, yine de televizyonun ölü sesi sokağın yaşayan sesini bastıramadı. Birkaç saatlik uykusundan sonra kadının evine gitmek için yola koyuldu. Kapının önüne vardığında zile basmaktansa kapıyı tıklatmak istedi, cesaret edemedi. Ahşap bile olsa bir bedene dokunma fikri midesini ağzına getirdi. Zili çaldı öğürtüsünü bastırıp. İçerden seslendi kadın: “kapı açık”.
XX.
Saatlerce uğraşmam gerekti, ama mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırladım. Masadan yükselen kokular en boğazsız insanın bile iştahını açardı. Geldiğinde önlüğüm ve fırından çıkardığım tepsiyle karşıladım onu odada. “Gel otur” dedim. Başta çekingen birkaç yudum aldı kuşburnu çayından, sonra gözlerini faltaşı gibi açıp, “Ne koydun bunun içine, sadece kuşburnu değil bu!?” dedi. Gülümseyip “şefin özel tarifi” dedim. Birkaç farklı ot, uygun miktarlarda, bu kadar... Küçük bir lokmaya kendi yaptığım karanfilli gül reçelinden sürdüm ve “aç bakalım ağzını” dedim. Gülümsedi. Evet içten, ta içten, biraz buruk ama olsun yine de gülümsedi. Ağzına o küçücük lokmayı tıkıştırırken bana yaramaz bir çocuk gibi baktı. Peçeteyle sildim ağzının kenarını. Hareketlerim içinde kim bilir nerelere dokunuyordu; neleri serbest bırakıyor, neleri tutsak ediyordu? “Başlayalım artık” dedim ve soyunmasını istedim. Soyunmalıydı tüm giysilerinden, düşüncelerinden, geçmişinden. Sadece yüzünü resmedecektim ama çıplaklığı gözlerinden okunmalıydı.
XXI.
“Hayır mı demeliyim evet mi? Ne kaybederim?” Bu utanç saçma diye düşündü, yine de ağır ağır çıkardı kıyafetlerini. Soyundukça hafifliyordu. Kadının üzerinden hiç çekilmeyen gözleri hem utanmasına sebep oluyordu hem de hoşuna gidiyordu. İyice ağırdan almaya başladı. Çekingenliğini üstünden atmıştı. Çamaşırlarını da çıkardığında tüy gibiydi artık. Hep yaptığı şeyi yaptı bundan sonraki günler boyunca. Durdu. Sadece durdu. Antik yunan heykelleri gibi yapmacık, mağrur bir ifadeyle değil, teslim olmuşluğun rahatlığıyla durdu. Kendinden kaçmaya çalışmıştı hep, artık yakalandığını hissediyordu. Yakalanmanın bu kadar özgürleştireceğini bilseydi, daha önce sayardı ondan geriye... “Önüm arkam, sağım solum, içim dışım, saklanmayan sobe! Yapabilir miydim peki? Hayır!”. Bu kadın çıkmasa karşısına, kendine bu kadar yaklaşamazdı. Bu karşılaşma olmasa hala bir inkar girdabında can çekişiyor olurdu. “İzin verdim işte” dedi. “Onun içime girmesine izin verdim. İçimin dışa vurmasına, dışımın ters yüz edilmesine, içimin dışımla bir olmasına izin verdim.”
XXII.
Yüzündeki çizgiler azaldı soyundukça, gözleri parlamaya başladı. Akıyordu bana doğru. Hep yaptığını yaptı, durdu. Sadece benim için, sadece kendi için durdu. Resimlerde herhangi bir yüz değildi, hüznün resmiydi. Resim bitti ve benim saklanma zamanım geldi. Resmin altına adını yazdım.
XXIII. & XXIV.
Alacakaranlıkta yaptığımız Resmi evin En gösterişli Yerinde kurumaya Bıraktık. büyük Bir doymuşlukla, Önce birbirimize Sonra resme Baktık gülümseyerek. Göreceklerimizden korkmayıp Evdeki üstü Örtülerle kapatılmış Tüm aynaları Açığa çıkarttık. Pembe apartman Topuklu ayakkabılarımızı Giyip güneş Doğmadan evden Çıktık resmin İsmini yazıp. Tek bedende, Çift ruh, Hem erkek Hem kadın, Hem erkek Hem erkek, Hem kadın Hem kadın; Öldük. SOBE!
 

Etiketler: kadın
nefret