08/02/2013 | Yazar: Kaos GL
Neslihan Durateymur’un 7. Kadın Kadına Öykü Yarışması İkincilik Ödülünü alan "Uyanış" adlı hikâyesi

Neslihan Durateymur'un 7. Kadın Kadına Öykü Yarışması İkincilik Ödülünü alan "Uyanış" adlı hikâyesi
Gözü pencere kenarındaki menekşeye takıldı. Bir süre öyle durdu kaldı. Nasılsa yaşam uzun süredir durmuştu onun için; biraz da menekşe ile yarenlik etmesinin bir mahsuru yoktu. Durgun bir su gibi; uzun yolculuklardan sonra artık dinlenmeye çekilen gemiler gibi... Etrafında akan diğer hayatlara rağmen, önünden geçip gidenlere inat, o, aynı yerde kalmıştı.
O menekşeyi kim koydu acaba oraya, diye geçirdi içinden. Uzun süren bu sessizlikten sonra sahiden tek merak ettiği bu muydu? Kendine bile şaşırdı birden. Ne güzel açmıştı çiçekleri... Kim suladı acaba, kim baktı ona bu kadar güzel? Kendisi için durmuş olan hayata rağmen o, her şeye inat ne güzel açmıştı. Pencereden dışarı kaydı gözleri. Küçük bir bahçesi vardı evlerinin. Bu bahçeyi çok sevmişlerdi eve bakmaya geldiklerinde, o yüzden hiç düşünmeyip hemen tutmuşlardı. Begonviller bütün bahçeyi kaplıyordu baharda, akşamları arkadaşları ile bahçede içilen şarabın tadı ayrı güzeldi o yüzden. Zor bir başlangıç olacaktı onlarınki, bahçesinde soluklanacakları bir ev iyi gelecekti. O zaman böyle düşünmek ikisine de iyi gelmişti. Belki küçük bir kedi buluruz, demişti Deniz. Annesi vermemişti Bulut’u evden ayrılırken. Reddettiği kızının yerine koymak istemişti Bulut’u belki de; kendi bile farketmeden. Deniz, Bulut’un yerine başka bir kediyi koyabilir mi diye düşünmüştü o zaman. Ama Kara’yı çok sevmişti. Adı gibi kapkaraydı Kara. Sokakta bulmuşlardı onu da, evlerinin önüne geldi ve bir daha da gitmedi. Ötekileştirilen her şey gibi onu da bağrına basmıştı Deniz. Kim isterdi ki kapkara, uğursuzluk (!) getirecek bir kediyi evinde? Kendisi de sevmişti Kara’yı ama her şeyin bu kadar kötü gitmesinin sebebi Kara olabilir miydi acaba, diye düşünmüştü. Kara, kapkara bir kedi? Bütün günahları küçücük bir kediye yükleyebilir miydi? Şimdi Deniz böyle düşündüğünü bilse ne kadar çok kızardı diye geçirdi içinden. Bir sorumlusu olmalı mıydı bütün bu yaşananların yoksa anlamsız mıydı bir suçlu aramak? Deniz’den sonra bakamadı Kara’ya. Deniz’den bir parça mıydı istemediği yoksa sadece bütün günahları yüklediği o kediyi mi yanında istememişti, bilemedi. Aslında ikisi de değildi. Neden çok basitti; bakamamıştı Kara’ya, kendine bile bakamamıştı ki ona bakabilsin. O da terk etmişti evi Deniz’den sonra. Yasını tek başına yaşamaya gitmişti tıpkı onun gibi.
O zaman renkler ne kadar canlıydı, diye düşündü. Kara’nın, bahçedeki begovillerin, denizin, gökyüzünün rengi gibi... Kokular da bütün bu her şey gibi, ne kadar belirgindi. Küçük bir yasemin vardı bahçede. Begonvillerle kaplanan bahçede bir tek bu küçücük yasemine yer kalmıştı. Ne çok severdi yasemin kokusunu, diye düşündü. Sonra, solan renklerin ardından kokuların da uçup gittiğini farketti. Hep yasemin kokardı Deniz ya da o her yasemin kokusunu içine çektiğinde Deniz belirirdi yanında, bilemedi hangisiydi. Kokular, renkler, görüntüler her şey ama her şey onunla var oldu sanki hayatında ve o gittiğinde hepsi de yok oldu.
Deniz, renklerden en çok moru severdi. Morun mistik, anlaşılmaz, arada kalmış bir renk olduğunu söylerdi. Biraz depresyon rengidir belki ama depresyondan çıkmak için çabalayan bir renktir de aynı zamanda, derdi. Aslında arafta olanların rengiydi. Moru severdi Deniz. Ama hayatının her alanına bulaştırmamıştı. Her şeyi aynı renk olanlardan, bir rengi sevince aldığı her şeyi aynı renk alanlardan değildi. Her renk vardı onun hayatında, hepsinden birer parça... Mor, sadece daha ağır basmıştı. Sanki bir renk seçmek zorunda kalmıştı ve moru diğerlerine göre biraz daha çok sevmişti. Güzel, mor çiçekli bir fincan takımı almıştı bu eve yeni taşındıklarında. En büyük keyfiydi çay içmek. Kahvaltıdan sonra, yeniden güzel bir keyif çayı demlerdi çoğu zaman. Mevsimlerden yazsa; kitabını defterini alır, bahçeye geçer, okumaya başlar ve okudukça notlar almaya devam ederdi. Ya da Mine ile yaptıkları güzel sohbette yudumlarlardı keyif çaylarını. Kara dolanırdı ayaklarının altında, yasemin kokardı buram buram ve günün yirmi dört saati açık olan, hep aynı frekanstaki radyodan güzel ezgiler duyulurdu. Gözlerini kapattı. Deniz’i o haliyle hayal etti. Uzun zamandır hissetmediği bir duyguyu hissetti... Tüyleri ürperdi. O gittikten sonra hiç bu kadar huzurlu hissetmemişti kendini. Demek ki en büyük yanılgısı O’nun gitmiş olduğunu düşünmesiydi. Deniz, gitmemişti. Nasıl gitsindi ki? Bu kadar hayatına sinmişken, bir parçası olmuşken... O’nun gitmiş olduğunu düşünmek.... Bunu nasıl düşünebildiğine şaşırdı kaldı. Uzun bir uykudan uyanır gibiydi. Deniz, gitmemişti. Mor menekşede, yaseminin kokusunda, frekansı hiç değişmeyen o radyoda çalan ezgide hep oradaydı. Peki şimdiye kadar neden göremedi bunu? Şimdi hatırladı, pencerenin kenarındaki o menekşeyi Deniz dikmişti. Severdi çiçekleri; kokularını ve renklerini. Çiçeklerin kokusu yoksa rengi vardır, derdi. O mor menekşeyi bu yüzden dikmişti. Cemre’nin vedasına giderken bahçede gözüne ilişmişti; son yolculuğunda ondan bir parça almak iştemişti sanki. Şimdi düşününce böyle anlamlandırdı ama, o gün kızmıştı. Cemre’yi uğurlarken anlamsız gelmişti yaptığı. Şimdi o menekşeye baktıkça hem Cemre’den hem de Deniz’den bir parçayı görüyordu. Şimdi ikisinin de aynı yerde olduğu düşününce canı çok acıyordu.
Usul usul kalktı yerinden, mutfağa gitti, küçük bir bardağa su doldurdu ve menekşeye su verdi. Yerini değiştirdi, sabah güneşini daha iyi gören diğer pencereye koydu. Etrafa saçılmış kitaplara baktı, kitaplıkta yer kalmayınca bir çok kitabı üst üste koymak zorunda kalmışlardı. Güzel bir kitaplık almayı planlamışlar ama bir türlü karar veremedikleri için alamamışladı. Mine tasarımını kendilerinin yapacağı güzel, şık, gösterişli bir kitaplık istiyordu. Deniz ise eskisine uygun, onun bir devamı sayılabilecek, ev dekorasyon mağazalarında bulabilecekleri bir kitaplığa razıydı. Ortalıkta dağınık durmasınlar, hepsinin bir sırası düzeni olsun, başka bir şey istemiyordu. Geceleri uyuyamadığında el yordamı ile aradığı bir kitabını kolayca bulabilmek yetecekti ona.
Geceleri sık sık uyanırdı Deniz, gün ağarana kadar da uyuyamazdı bazen. Mine hiç sormazdı ama bilirdi, annesini özlerdi Deniz. Bir seçim yapmıştı ve annesini kaybetmişti. Sırdaşı, dostu, can yoldaşı her şeyi; reddetmişti güzel kızını. Babası öldükten sonra birbirlerine sarılmış ve birlikte büyümüşlerdi. Ama annesi Deniz’e kendisi ve hayatı arasında bir seçim yapmasını istemişti, O’nu hiç anlamaya çalışmadan. Deniz eşyalarını almaya gitiğinde, Bulut’u da alarak evden ayrılmıştı, anahtarı kapıcıya bırakarak. Deniz en çok, yıllarca her konuda konuşup tartıştıkları, zaman zaman kavga ettikleri ve zaman zaman da tamamen zıt olan fikirlerini deli gibi birbirlerine karşı savundukları ama bunları yaparken birbirlerine saygı duydukları bir anne-kız ilişkisinin bu duruma gelmesini bir türlü kabul edemedi. Annesi farkındalıksız, cahil, okumayan, dünyada olup bitenler hakkında kafa yormayan bir kadın olsaydı daha anlaşılabilir olurdu belki bütün bunlar. Yıllardır annesi olarak gördüğü o kadını, bu yeni tanıdığı anne figürünün üzerine oturtamadı. Bunu haketmediğini düşünüyordu. Belki içten içe Müjgan Teyze de haksızlığa uğradığını düşündüğü için kabul etmekte zorlanmıştı herşeyi. ’Ah Müjgan Teyze, Deniz ne acılar çekti bilsen’ dedi birden. Kendi sesini duyunca irkildi. Deniz gittikten sonra bunları aralarında hiç konuşmamışlardı.
Müjgan Teyze, Deniz gittikten sonra her gün uğruyordu Mine ile Deniz’in yaşadıkları o eve. Sanki yasını hiç yaşamadı. Sanki Mine ikisinin yerine fazlasıyla tutuyordu Deniz’in yasını. Evi topluyor, temizlik yapıyor, yemek yapıyor, menekşeyi suluyor, Deniz’in eşyalarına dokunuyor ve Mine’ye bakıyordu. Arkadaşları uğruyordu ara ara. Mine, kimse ile konuşmuyordu. Müjgan Teyze, yaptığı yemeklerden elleriyle yediriyordu Mine’ye. Mine ise yemek yemeye bile gücü olmadığından zor çiğniyordu lokmaları. Artık yemek yiyemez olduğunda, Deniz’in bir doktor arkadaşı gelip serum takmıştı Mine’ye. Herkes biliyordu, onun da Deniz’den sonra yaşamaktan vazgeçtiğini ve aslında yavaş yavaş ölüme yaklaştığını. Arkadaşları arasında intihar eden ya da öldürülen çok kişi olmuştu, çok ölüm yaşamışlardı ama bu başkaydı. Deniz birden bire ölmüştü. Beklenmeyen bir ölümdü onunkisi. Beklense bile hangi ölüm kabul edilebilirdi ki. Herkes yasa bağolmuştu, herkesin canı başka yanmıştı. Çünkü Deniz hepsinin başka bir parçasıydı. Ama Mine... Mine için tarif edilemeyecek bir acıydı. Ne yıllar önce gözleri önünde öldürülen babası, ne kansere feda ettği kardeşi, ne de felç olup gözlerinin önünde yavaş yavaş eriyen annesinin acısına benziyordu bu acı. Çünkü Mine için bütün yitirdiklerinden bir parçaydı Deniz. O gittikten sonra Deniz ile birlikte bütün kaybettiklerini yeniden kaybetti. Deniz O’nun yaralarını sarmıştı. Şimdi bütün yaraları tek tek, tekrar tekrar kanıyordu.
Bir ölüm daha beklediler arkadaşları, bir ölüm daha. Kimsenin gücü yoktu oysa bu kadarına. Mine gitmek istese de bir yanı ile hep direndi ölüme. Şimdi farkediyor ki Deniz’i yaşatmak için direnmişti aslında. Deniz kendisi ile yaşamaya devam etsin diye. Yoksa ikisini de tekrar öldürecekti.
Müjgan Teyze bile Deniz’den bir parça görüyordu Mine’ye baktıkça. Hayatta kalması için ayrılmadı yanından. Yitirdiği güzel kızı belki görüyorsa onu böyle affedecekti. Ah Deniz affet beni, demişti Müjgan Teyze. Gözlerini açtığında inleyen sesini duymuştu Mine bir gün. Galiba ağlıyor, diye düşünmüştü. İçten içe O’na kızdığı için, acısına ortak olmak istemedi. Mine sadece kendi acısını yaşıyordu.
Kitapları toparladı, yerine koydu, sıraya dizdi. Ilk fırsatta bir kitaplık almayı geçirdi içinden. Birazdan gelirdi Müjgan Teyze. Kalktı, duş almak için banyoya yöneldi. Gözü Deniz’in aynaya yapıştırdığı kelebeğe ilişti. Renkler, renkler gördü yine. Deniz gittikten sonra kaç defa girdi kim bilir bu banyoya ama o kelebeği hiç farketmemişti. Dokundu, okşadı, sonra aynada kendine baktı, saçlarına dokundu gülümsedi hafifçe. Deniz görüyor muydu acaba onu bu haliyle? Görse hiç beğenmezdi beni, diye düşündü. Saçları aylardır kuaför yüzü görmemiş, boyu uzamış, boyası gelmiş, cildi kurumuş, yüzü pul pul olmuştu. Sıcak bir duş aldı, Deniz’in yasemin kokulu sabunu ile yıkadı tüm vücudunu. Aynada kendini izlerken, ortaokul arkadaşı Ayça’nın evlerini ilk ziyaret ettiği gün geldi aklına. Deniz her zaman çok kıskanırdı Mine’yi ama hiç belli etmezdi, daha doğrusu Deniz’i dışarıdan gören biri onun yaptıklarını kıskançlık olarak algılamayabilirdi. Ama Mine hemen anlardı kendisini kıskandığını. Ayça’yı da kıskanmıştı o gün, hem de çok. Ayça ile dernekte karşılaşmıştı Mine, sonra tekrar görüşmeye başladılar. Ayça’nın kadınlara ilgi duyduğunu ailesine açıkladığında, yanında olmuşlardı Mine ve Deniz. Ama Deniz kaldıramamıştı yaşananları. Belli ki annesini gelmişti aklına. Ayça’nın annesine kızıyordu, tıpkı kendi annesine kızdığı gibi. O yüzden usulca geri çekilmişti. Mine kendisini yalnız bıraktığını düşünüp çok kızmıştı ama sonra anlamlandırabildi yaşadıklarını. Ayça evden gidene kadar çok konuşmadı Deniz, yorum yapmadı. Bitmek üzere olan kitabı da bahane ederek odasına çekildi. Bir yıldır üzerinde çalıştığı kitabı bir ayda bitirmişti. Acıları meyvesinin vermişti. Kitap bittiğinde, Ayça kendine bir ev tutnuş ve evden ayrılmıştı çoktan.
Mine sadece Deniz’e aşıktı, deli gibi tutkundu ona. Başkasını asla düşünmedi yanında. Kendisini Deniz’le keşfetmişti, Deniz’le sarmıştı yaralarını. Deniz’in bu kıskançlıklarını anlamsız bulsa da, her kadın gibi hoşuna gitmiyor değildi.
Kapının kapandığını duydu, Müjgan Teyze gelmişti. Başka kim olabilirdi ki? Banyo kapısında karşılaştılar. Müjgan Teyze’nin elinde çarşaflar vardı, gülümsedi Mine’ye. Mine de ona gülümsedi. Kendi odasına yöneldi, Deniz’le ortak kullandıkları bir oda vardı. Yatakları, dolapları, kıyafetleri hep bu odadaydı ama ikisi de kendilerine iki ayrı oda yapmışlardı aynı zamanda. Mine en arka odayı atölye şeklinde kullanıyordu; işten geldiğinde resim yapardı hobi olarak. Deniz hep yüreklendirirdi onu, resim çalışmalarını daha da ilerletmesi için ama Mine kendisi için çizmek isterdi. Deniz için, arkadaşları için çizerdi daha çok, hiçbir zaman daha fazlasını istemedi. Bir şirkette yönetici asistanı olarak çalışıyordu, iyi bir maaşı vardı. Deniz’in gidişinden sonra işten ayrılınca bile uzun süre biriken parası idare etti onu. Deniz kitaplar yazıyordu, bir yayınevinde editördü aynı zamanda. İki kitabı çıkmıştı, ufak çapta da olsa tanınan bir yazar olmuştu artık. Hiçbir şey değişmemişti evde Deniz’den sonra. Mine’nin yarım bıraktığı resim, Deniz’in masasında açık duran defter... Müjgan Teyze odanın, masanın kitapların tozunu alıyordu bazen, o kadar. Tekrar döndü yatak odasına. Üzerine giyindi, saçlarını kuruttu; taradı, şekil verdi. Müjgan Teyze’yi gördü kapıda. Çok yabancı geldi birden yüzü, çünkü hiç konuşmamışlardı bugüne kadar. Hiç tanımıyordu onu ama çok da yakından tanıyordu aynı zamanda. Hiç tanımadığı bir insan ona iki ay boyunca bakmıştı. Sahi iki ay olmuştu Deniz gideli. Saçlarını tararken aynadan gülümsedi Müjgan Teyze; mutlu etmişti Mine’nin bu hali onu. Hayata dönmüştü işte, iyileştirmişti Mine’yi. Hoş bir kahve aroması koktu. Deniz gittikten sonra bu ev ilk defa bu kadar huzurlu geldi ona.
Bahçede kahve içtiler, mevsimlerden hala kıştı ama hava güzeldi. Baharın gelmesine daha vardı, begonvillerin açması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Bahara doğru bahçeyi elden geçirmek gerekecekti. Begonviller budanacaktı. O kadar arsızlardı ki bütün bahçeyi ele geçirmişlerdi. Yasemini bile sarmışlardı. Yasemine yaşam alanı açmalıydı. Doğru ya, tekrar yaşama dönmeliydi. Deniz’in kitabını gözden geçirip yayınevine götürmeliydi. Kitap bitmişti ama son düzenlemeler yapılmalıydı. Deniz’in editör bir arkadaşı vardı, Vedat, onu aramalıydı. Mine ile Vedat birbirlerinden pek hoşlanmazlardı. Vedat Deniz’e aşıktı. Çok belli etmezdi ama Mine anlamıştı. Umutsuz bir aşktı onunkisi. Deniz’in kıvrak zekasına, edebi yönüne hayrandı. Mine Vedat’tan hiç kıskanmadı Deniz’i ama Vedat Mine’den hiç hoşlanmazdı. Sanki Mine olmasaydı Deniz’e ulaşabileceğini düşünürdü. Ama Deniz’in lise yıllarında umutsuz denemelerinin haricinde hiç erkek sevgilisi olmamıştı. Deniz’in gidişinden sonra Vedat uğramıştı bir kaç defa. Acıları ortaktı, bu yüzden ortak oldu Mine’nin acısına. Aradaki buzlar ermişti yani. Ah Deniz, diye geçirdi içinden; giderken bile hayatlarımıza dokunarak gittin...
Kitabı Vedat’a götürmeliydi, ondan başkasına emanet edemezdi. Bir nev’i hayatının romanını yazmıştı Deniz; Mine’ye hiç bahsetmemişti ama 29 yıllık ömrünü anlatmıştı. O’nun hayatına bir başkasının dokunmasını istemiyordu.
Sonra bir kitaplık alacaktı... Sade, ucuz, kullanışlı, kolay kurulan ve salondaki eski kitaplığa uygun; Deniz’in istediği gibi... Güzel bir yemek organize etmeliydi Deniz’in anısına. Ağlamadan sızlamadan, gülümseyerek... Deniz’i anacakları güzel bir yemek...
Fincanları mutfağa götürmek için kalktı Müjgan Teyze. Arkasından Mine de usulca kalktı yerinden. Dolaptan çantasını aldı, odadan Deniz’in kitabını. Müjgan Teyze’nin şaşkın bakışları arasında ayakkabılarını giyerken, gözü tekrar penceredeki mor menekşeye takıldı, gülümseyerek çıktı kapıdan. Hava ne güzeldi...
Etiketler: kadın