17/01/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Uzak, benim iki yıldır bu trenlerin pencere kenarlarına dökülen hayallerimin adı mıdır? Uzak, ne istediğimi bilemediğimden bildiklerimi istediklerim sanmak mıdır? Yemyeşil ovalardan, küçük kasabalardan, deniz kenarlarından nihayet beton yığınları arasından kampanaların ritmik sesini dinleyerek geçiyorum. Trenle bütünleşmişim Cuf cuf trak trak, tark! Çuf çuf trak trak, tark!’ 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması üçüncüsü Hasbiye Günaçtı’nın öyküsü.

“Uzak, benim iki yıldır bu trenlerin pencere kenarlarına dökülen hayallerimin adı mıdır? Uzak, ne istediğimi bilemediğimden bildiklerimi istediklerim sanmak mıdır? Yemyeşil ovalardan, küçük kasabalardan, deniz kenarlarından nihayet beton yığınları arasından kampanaların ritmik sesini dinleyerek geçiyorum. Trenle bütünleşmişim Cuf cuf trak trak, tark! Çuf çuf trak trak, tark!” 1. Kadın Kadına Öykü Yarışması üçüncüsü Hasbiye Günaçtı'nın öyküsü.

KAOS GL

Engürü

KADIN KADINA ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ – 2006

— Hoşcakal anne görüşürüz.

Durağa doğru yürürken fark ettim, sırt çantamı yine tıka basa doldurmuşum. Minibüsün de çantamdan bir farkı yok, önümde durdu, ben de bindim. Hareket halindeyken cüzdanımdan para çıkarıp ileri sunmam olanaksız, her frende fırlayarak ön koltuğa ilk çarpan ben oluyorum.

Bir belgesel güzelliğindeki ovanın ortasından hızla akıyor tren. Pencere kenarını seviyorum. Sanki bir film sahnesinde, Brahms’ın keman konçertosu eşliğinde yemyeşil ovalara bakarak, ağaçlar arasındaki yoldan giden sevgiliyi düşünen bir yolcuyum. Sevgilinin saçları hafif dalgalanıyor, topuklarına değiyor elbisesi. Ağaçlı yoldan yürüyerek göl kenarına ulaşıyor. Orada durup uzak karşı kıyılara bakıyor… Elinde kır çiçekleri…

Uzak, benim iki yıldır bu trenlerin pencere kenarlarına dökülen hayallerimin adı mıdır? Uzak, ne istediğimi bilemediğimden bildiklerimi istediklerim sanmak mıdır? Yemyeşil ovalardan, küçük kasabalardan, deniz kenarlarından nihayet beton yığınları arasından kampanaların ritmik sesini dinleyerek geçiyorum. Trenle bütünleşmişim Cuf cuf trak trak, tark! Çuf çuf trak trak, tark!

Adapazarı Ekspersi Haydarpaşa Garında duruyor. Bir rüyadan uyanır gibi pencereden yüzümü alıyorum. Uyuşmuş bacaklarımın üzerine yavaşça kalkıyorum, bazı yolcular ceketlerini giyerken, bazıları valizlerini kompartıman tavanındaki bölmelerden indirmeye çalışıyorlar. “Pardon” diyorum koridordan geçerken, koltukların arasına çekilip yol veriyorlar.

Marmara’nın rüzgârı karşılıyor beni, garın iskele tarafındaki kapısına yürüyorum, merdivenlerden inip sağ köşedeki kulübeden jeton alırken vapur saatini soruyorum.

Kadıköy’den kalkan vapur buraya da uğruyor. Bu iskelede yolcular genellikle az olduğundan hınzırca “bu vapur benim için uğradı” diyorum. Üst katta yolculuk etmeyi severim, merdivenlerden çıkıp yolcu salonunun girişindeki koltuklara otururum. Oturduğum yerden Sarayburnu taraflarını, Çengelköy’den Kuleliye kadar boğazın güzelliklerini seyrederim. İhtişamsız güzelliğiyle yalnızlığa direnen Kız Kulesine bakarım. “Kadın yalıtılmışlığının simgesi” diye geçirim içimden. Dünya Kadınlarının, Kız Kulesine ulaşsın diye denize çiçekler atmalarını hatırlarım.

Çevreyi seyrederken bir an başımı yana çevirmiştim ki, iki kişilik mesafede; kollarını göğsünde bağlamış oturan dalgın bir yolcunun hırkasına takıldı bakışım. Ya da onun hırkası benim bakışıma takıldı. Bu bilge rengin kadınlar için anlamını düşünerek, vapurun denizle dansının ahengine bırakıp kendimi onu izlemeye devam ettim. Kolyesinin siyah ipi hırkanın yakası ile boynu arasındaki açıklıktan görünüyordu. Başını arkaya kaldırsa kumral düz saçları omuzlarına değebilirdi. Beyaz tenli narin boynu, kulağında hırkasının renginde taşı olan minik küpesi görüş alanım içindeydi.

Kaç saniye baktım bilmiyorum. Hani siz görmeseniz de arkanızdan birinin dikkatle baktığını hissedersiniz ya, o da hissetmiş gibi döndü, göz göze geldik. Belki suçüstü yakalanışımın yüzüme yayılan şaşkın ifadesine belki de gözlerimin hâlâ onda olmasına bakıp, dünyayı değiştirecek güzellikte gülümsedi. “Aslında kız kulesine bakıyordum, manzarama gölge ettiğinizden bakışlarım size düşmüş” der gibi ben de gülümsedim. Bir şey söylemedi. Gülüşünü alıp, dalgın yüzünü diğer tarafa çevirdi. Karşı kıyılara bakıyormuş gibi onu izledim.

Vapur iskeleye yanaşırken telefonum çaldı, çantamın hangi gözüne koyduğumu hatırlayamamanın telaşıyla aradım…

— Alo, Dilek vardın mı, merak ettim, iyi misin?

— Anne vapurdan şimdi iniyorum, eve varınca arayacaktım, iyiyim…

Göz ucuyla baktım, vapur tamamen yanaşana kadar bekledi, sürme iskele verilmeden inmedi. Arkasından adımlarımı sıklaştırıp omzuna dokunsa mıydım? Gittikçe uzaklaşıyordu. Açık kumral saçları, farklı renkteki hırkasıyla onu seçebiliyordum. Ardından bakakaldığımdan habersiz, siyah gri kalabalığın içinde kayboldu.

Bir iki denedim, anahtar kilitte dönmedi. Yanlış anahtar mı diye baktım. Hayır, doğru anahtardı. Tekrar çevirmek isterken kapı açıldı.

— Sen evde miydin Reyhan?

— Ayol arkada anahtar var diye sesleniyorum duymuyorsun

— Affedersin yorgunluktan herhalde.

— Hoş geldin, nasıl geçti… Daha çantamı bırakmadan kucaklaştık, “iyi geçti”.

Odama girdim, çantamdakileri yerleştirdim, sonra duş aldım. Reyhan erken gelmiş, yemek hazırlamış. İşleri sıraya koymuştuk ama Reyhancığım erken geldiği için hem kendine hem bana iyi davranmış. Öyle dedi.

Balkonda oturuyoruz, çay harika olmuş. Ayaklarımı da sandalyeye uzattım. İç içe geçmiş evlerin çatılarını görüyorum. Uzaklarda denize yansıyan kıyı ışıkları, karanlıklar, aydınlıklar… Tepemizdeki ampul geceyi hissetmemi engelliyor, Reyhan bunu anlamış gibi kalkıp balkonun lambasını söndürüyor.

— Dilek neyin var senin geldiğinden beri dalgınsın,

Düşündüğümü fark ediyorum. Kollarını göğsünde bağlamış halini, hırkasını, kumral saçlarını, gözlerini, bir an gülümseyip kafasını yana çevirişini…

— Ne! Ben mi? Yok canım iyiyim... Bir şeyim yok, gecenin sesini dinliyorum.

— Doğru söyle, trende birine mi rastladın?

İnce bir gülümsemeyle, “Evet! Trende birine rastladım” diyorum. Oturduğu yerden kalkıp yanıma çömeliyor. “Anlamıştım” diyor. Bir şeyleri doğru anlamasından korkarak: “Neyi anladın” diyorum. “Ne bileyim, sen böyle yanındakileri unutacak kadar dalıp gitmezdin. Seni düşündürecek birine mi rastladın ?” Evet, beni düşündürecek birine rastladım, ama senin kafandaki gibi değil, diyemiyorum.

Ertesi gün kahvaltı yapmadan okula gidiyorum. Ders anlatırken zaman akıp geçiyor. Akşamları kendimle baş başa kaldığımda düşünüyorum. Ah, o kalabalık arasında kayboluşu geliyor gözümün önüne, içim burkuluyor. Bir daha nasıl görürüm, nerede rastlarım, kime sorarım? Nasıl böyle oldum, neden onu görmek istiyorum, ne oluyor bana, gözlerini gülüşünü unutamamak da ne demek

Dostlarımızla hafta sonu yemeği için bizim balkondayız. Ufuk’un kahkahaları, şerefe çınlayan kadehler, Reyhanla Selma’nın hararetli sohbeti. Kendimi bir an ortamın dışında buluyor, karşı kıyılara gidip dönüyorum. İşte düşünce yumağına sarıldığım bu anda onu aramaya karar veriyorum..

Kadıköy-Haydarpaşa vapuruyla karşıya geçtim, tarihi yolcu salonunda ona rastladığım saatte kalkacak vapuru bekliyorum.. Tekrar görebilme ihtimalim ne kadar olursa olsun bunu denemeliydim. İçimden geçen bin türlü olasılıkla cümleler kuruyorum. Şimdi görürsem ne derim; “ Ne tesadüf yine siz”. Bu olmadı. “Şey, geçiyordum sizi gördüm”. Bu da olmaz. Omzuna dokunup “Sizinle arkadaş olmak istiyorum” desem. Ne arkadaşı, niye arkadaş, ne alaka... Evli mi? Evsiz mi? Bir kadının bir kadını unutamamasına dair ne düşünüyor… Ne unutamaması, ne kadını, ne, kim… niye… Tanrım neler düşünüyorum. Bu iskelede ne yapıyorum? Nasıl ilişkileneceğim onunla. Hiç kimse bana; “Bir gün bir kadına rastlarsın, hoşlanırsın” gibi bir olasılıktan bahsetmedi. Ben kendime de bahsetmedim... Nedir beni çeken, unutmadığım, peşinden gitmek istediğim nedir. Nedir? Bütün geçerli nedenlerim geçersizleşiyor. Onu görmek istiyorum, ötesi yok.

İşte köpükler saçarak geliyor Karaköy vapuru. Bazı yolcular, hangi tarafta otursak kararsızlığından sonra merdivenlere yöneliyorlar, ben üst katın sağına… Hareket ettikten sonra yolcu salonlarına, küpeşteden denizi seyredenlere, güvertede sigara içenlere tek tek bakıyorum. Yok, yok, yok… Hiç kimse ona benzemiyor. Nerede? Adapazarından dönerken, ona bu saatte vapurda rastlamamış mıydım? Çaresizim, moralsizim, yalnızım... Hatta umutsuzum. Yavaş yavaş kıyıya yanaşıyoruz. Sakin adımlarla yürüyorum denizle iskele arasındaki yolda Kadıköy Vapurunu bekleyenler, bekleme salonunu tıka basa doldurmuşlar. Halen daha ona rastlama olasılığım varmış gibi önlerinden geçerken, kocaman camlı kapının ardındaki insanlara bakıyorum. Gözüme takılan birinin o olabileceğini sanmak bile kalbimin hızla çarpmasına neden oluyor.

Koşarak öne dolanıyorum, jeton atıp turnikeden geçiyorum, kalabalığın arasına karıştığım anda kapılar açılıyor, insanlar kitle halinde ilerlemeye başlıyorlar. O sandığımı kaybetmemek için bir kaç metre geriden takip ediyorum, mavi penye tişörtünü, omzuna çapraz asılmış çantasının sapını görebiliyorum. Yukarı çıkmadı, alt salona girdi. Herhangi bir yolcuymuşum gibi yanına oturdum. Şimdi ne yapsam da konuşabilsem? Kitaplarımı yere düşürsem beraber toplasak, yürürken çarpışsak, bir vitrinde aynı kazağa bakarken tanışsak... Ah ah!

Etrafını izlerken başını çevirmesini fırsat bilerek ona doğru hafifçe eğildim,“Sizi arıyordum” dedim. “Ne oldu ki” diye telaşla çantasını açtı, içine baktı. Sanki cüzdanı çalınmış, bulmuşum da vermek için onu arıyormuşum gibi.

— Telaşlanmayın, ben, şey, ben! Konuşmak istedim sizinle…

Yine o akşamki gibi gülümsedi. Ben de gülümsedim. Bir saniyenin yarısı kadar bir zamanda baktı “Sizi hatırladım” dedi. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. “Evet” dedim. Lafın gerisini getiremedim. Bal rengi gözleri üzerindeki tişörtün mavisinden etkilenerek yeşile dönüyordu.

— Şimdi nereye gidiyorsunuz?

— Hayır, şey, ben size rastlamak için… Sizi aramak için. Sizi.

Sustum kaldım. İkimiz de uzaklara bakarak vapurun kıyıya yanaşmasını bekledik. Beraber indik, Haldun Taner Tiyatrosunun iskeleye bakan tarafındaki çiçek satıcılarının yanına kadar yürüdük. Aklımıza bir şey takılmış gibi aynı anda kabalığın ortasında durduk. O sessiz duraksayış anında: “Bir yerde oturalım mı?” dedim. Etrafına bakındı, biraz düşündü .”Şimdi olmaz, evden bekliyorlar. Gecikirsem merak ederler. Ama yarın işten çıkınca buluşabiliriz” Elini uzatıyor, “İyi akşamlar, görüşürüz”diyor, sıcacık, yumuşacık eli…

Eve geldiğimde epey geç olmuştu, külçe gibiydim. Reyhanın bütün ısrarlarına rağmen neden geciktiğimi anlatamadım. Bir akşamda dört defa vapura bindiğime kim inanırdı ki. Gecem yarın buluşacağımızı düşünmenin heyecanıyla geçiriyor. Sabah yine kahvaltı yapmadan okula gidiyorum. Bazen öğrencilere, öğretmelere bakarken “Acaba aralarında derdini kimselere söyleyemeyen benim gibi biri var mıdır?” diyorum.

Son ders bitiş zili çalar çalmaz aceleyle çantamı toplayıp kararlaştırdığımız yere koşuyorum. Bu küçük çay bahçesindeki akasya ağacının duldasında kalan masaya oturuyorum. Garsona “Arkadaşım gelecek sonra sipariş veririm” diyorum. Saatime bakmak yerine, alışkanlıkla defalarca cep telefonuma bakıyorum. İşte tam zamanında geliyor, etrafa bakındı, gördü; peşinden gittiğim gülümsemesi yanağında.

Beşiktaş da bir şirkette çalışıyorum. İş yerimden erken çıktığım zamanlar buraya uğrayıp vapur saatine kadar oyalanıyorum. Bu akasya ağacının -kafasını kaldırıp henüz çiçeğe durmamış, su yürümüş yeşiliyle gülümseyen ağaca bakıyor- verdiği serin duygu”… Başladığı cümleyi yarım bırakıp “Bu masada beklemen ne tesadüf... Deniz ulaşımını seviyorum, trafiğe takılmak diye bir şey yok. Aynı saatlerde işten çıkıp aynı yöne gidenlerle hiç konuşmadan aynı vapuru paylaşmak. Benim için bu tarafa geçmek il değiştirmek gibi. Başka bir çevre başka bir hava… Buralarda olduğum zaman ailemin denetiminden de uzaklaştığımı hissediyorum. Fakülteyi kazandığım yıl Kırşehir’den onlar da taşındılar. Kendilerine sormadan kararlar almama izin vermiyorlar. Denetimlerine karşı çıksam da ailemden kopamadım” diyor. Konuları tamamlamadan başka konuya geçtiğini fark ediyorum.

Cam fincanlardan çayımızı içerken, “Hep ben konuştum”diyor. Oysa hep o konuşsun istiyorum. Kelimelerin dudağından dökülüşünü, sesinin kulaklarımdan beynime varışını hissediyorum.

— Şey, ben de burada lise öğretmenliği yapıyorum. Okul arkadaşımla aynı evi paylaşıyoruz. Bazen Adapazarı’na annemlere giderim. Dönüşte trenden inip hemen yanındaki iskeleden vapura binmeyi çok seviyorum. Size bu yolculuklarımın birinde rastladım. O akşamdan beri, şey, ben o akşamdan beri sizi unutamadım…

— O saatte rastlamanız tamamen tesadüf. İşyerinden arkadaşım telefon ederek; “Biz ayrıldık, iyi değilim, sana ihtiyacım var, akşam bana gel, yarın işe buradan gideriz” demişti. Nişanlısıyla tartışmış, telefonda ağlıyordu. Bir ayrılıyor, bir barışıyorlar. Patolojik ilişkiler yani… Böyle durumlarda hep beni çağırır. Siz beni izlerken ben onun telefonda ağlayışını düşünüyordum.

Gözlerimle karşılaşmamak için, konuşurken başka tarafa bakıyor. Başını kaldırıp akasya ağacına ya da çay bahçesinin uzağında bir yerlere, masadaki boş bardaklara, klasöre, ellerime, çantama bakıyor. Birden saatine bakıp “Geç kalmamalıyım” diyerek cüzdanını arıyor. Elimi uzatıp ellerini engelliyorum. “Ben öderim, ne de olsa sen bu yakadasın.” Gülümseyerek cüzdanını çantasına koyuyor. “Telefon numaranı artık alabilir miyim” diyorum .“0 53…” Söylerken, “Vapurdaki Kadın” diye kaydediyorum.

Çok mu şey söyledi, hiçbir şey söylemedi mi...Ben onu buldum, o beni anladı mı?. Düşünüyorum, ne olacak şimdi?

Eve gelince üzerimi değiştirip, daha oturmadan telefon açıyorum.

— Ben Dilek, merak ettim eve vardın mı, annen bir şey demedi değil mi? ,

— Şimdi geldim. Sabah gecikeceğimi söylemiştim, sorun olmadı. Sevindim seni tanıdığıma..

— Bundan sonra da hep sevinmeni istiyorum.

Tam da cümlem bitince, hayranlık ve şaşkınlıkla fark ediyorum ki, adını bilmiyorum, o da söylememiş.

— Ay! Şimdi fark ettim adını sormamışım, bu başıma ilk defa geliyor. Telefonu açtığımda ”Ben Dilek” dedin ya, o zaman anladım... Adım Aysel.

Artık, her akşam buluşuyoruz. İstanbul un güzelliklerini beraber yaşıyoruz. Birlikte olduğumuz süre biraz daha uzasın diye, bazen onu yolcu ederken dayanamayıp karşıya geçiyor, sonra aynı vapurla geri dönüyorum. Reyhanın Uzunköprü’ye gittiği hafta sonlarında, bize geliyor. Beraber kahvaltı etmekten, film izlemekten, bunlar üzerine tartışmaktan keyif alıyoruz.

Bir pazar günü Reyhan evde iken Aysel de geldi. “Nereden tanışıyorsunuz” diye sordu Reyhan: “Vapurda rastladım, kaybettim, sonra buldum” dedim.

— Nasıl yani.

Aysel’in gözlerine baktım, gülümseyişinden aldığım güçle “ Biz birbirimizi seviyoruz” dedim. Bir anda yerinden fırlayıp odasına koştu.

— Reyhan lütfen! Ben de anlayamadım, ilgimi çeken bir insanı düşünmekten öteye geçmeyecek bir şey sanıyordum sonra aşık oldum, sevdim..sevdik…”

— Dilek odamdan çık, dinlemek istemiyorum.

Aysel pencereden dışarı bakıyor, üzgün… Arkasından ona sarılıyorum. Kolyesinin ipinin geçtiği yerden boynunu öpüyorum. Dönüp bana sarılıyor. Saçlarını kokluyorum. Yüzümü öpüyor, “Üzülme, O şimdi ne yapacağını bilememenin paniğini yaşıyor” diyor

Aysel gidince Reyhan salona geliyor. Öfkeli mi, üzgün mü anlayamıyorum.

— Aptal seni, bana daha önce neden söylemedin, neden bu denli önemli sırrını benimle paylaşmadın Dilek!

— Korktum, anlamayacağından korktum. Göze alamadım.

— Benden saklarken nasıl bunaldığını, daraldığını anladığım için şaşkınım, kendine yakın hissedip konuşamadığın için suçluluk duyuyorum. Yalanlar uydurduğunu fark ediyordum.

— İnanamıyorum Reyhan, bunları sen mi söylüyorsun? Ufuk’a “hayır” dediğim için beni eleştiriyordun, “Trende yakışıklıya mı rastladın” diyordun, o yakışıklının bir kadın olacağını tahmin edemiyordun. Bir kadınla buluşmamdan “önemli sır” diye bahsediyorsun… Bütün bunları sadece senden değil ki, kendimden de saklıyordum. Yüzleşmekten korkuyordum. Aysel ile tanıştıktan sonra kendimi sorguladım. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Hem onu görmek istiyor hem de başkaları anlamasın diye çabalıyordum. Sevgimi paylaşmak istemez miyim? Bir kadını sevdiğimi söylemeyi istemez miyim?

— Bak benim için sorun yok ama herkes adına sana garanti veremem… Dışlanmayı göze alabilecek misin? Aysel alabilecek mi?

— Neden sen birini sevince bir şeyleri göze almak zorunda kalmıyorsun?

Sarılıp uyurken belli bir saatten sonra gideceğini düşünmek istemiyorum. Akşam buluşmalarına, hafta sonlarından çalınmış zamanlara sıkıştırılmışız… Huzurlu sessiz bir dinginlik içinde bir yaşantımız olabilir oysa.

— Aysel ben artık seninle aynı evde yaşamak istiyorum. Seninle uyumak, seninle uyanmak, hayatımı paylaşmak istiyorum. Saklanmaktan yoruldum.

Alt dudağının yan tarafını ısırarak susuyor. Ne diyeceğini merakla bekliyorum.

— Ben gelemem Dilek. Evine taşınamam, birlikteliğimizi kimseye açıklayamam. Böyle sürsün işte. Ben senin evine taşınamam, bu evimiz değil. Senin evin.

— Seviyorsan gelirsin...

— Sevgimizi pazarlık konusu yapma Dilek, bunun sonu yok. Kendime bile anlatmak da zorluk çekiyorum. Ortaokulda iken sınıf arkadaşıma âşık olmuştum ama o zamanların ergenlik sorunu sanıyordum, üzerini kapatmıştım. Hiç sorgulamadım. Sen çıktın karşıma hissettiklerimi yaşadım. Şimdi bu öneriyi getirerek, beni kendimle hesaplaşmak zorunda bırakıyorsun.

— Ailenle sen konuşamıyorsan ben konuşayım.

— Bunu aklından bile geçirme. Aileye bir şey anlatılacaksa bunu ben anlatmalıyım.

— İyi o zaman bir an evvel anlat!

— Bana yaptırım uyguluyorsun, irademi yok sayıyorsun. Kolaysa ailene sen anlatsana, geçen hafta Adapazarı’na gittiğinde neden söyleyemedin?

— Aysel bu aynı şey değil, “Her gün karşıya geçmekten bıktığını, eski bir arkadaşına rastladığını ve onun yanına taşınmak istediğini” filan söyleyebilirsin, daha kolay olmaz mı?

— Sesini yükseltme Dilek, yalanlar söylemekten bıktım. Yoruldum başka birisiymişim gibi davranmaktan. Yine de aileme anlatamam. Üstüme gelme lütfen!

Sesimi yükselttiğimi fark etmemiştim. Garsonu çağırdı, şaşkın bakışlarım arasında hesabı ödedi ve kalktı gitti… Öylece kalakaldım.

Telefonlarıma cevap vermiyor. İlk defa bu kadar uzun süre görüşmüyoruz. Özlüyorum. Onsuz hayal bile kuramıyorum. Bazen iskeleye iniyorum, beni görüyor, yokmuşum gibi önümden geçip gidiyor. “Aysel bir dakika konuşmak istiyorum” diyorum. Suratı bir karış, turnikelere yöneliyor.

Reyhan ise bana kızıyor, “Dünyanın sonu mu, ayrıldıysanız ayrıldınız. Başka birini bulursun, keşke üzerine gitmeseydin, keşke gizli kalsaydınız” diyor. Gizli olduğumuz sürece sorun yokmuş gibi davranmamı istiyor. Yaşamayı ertelediğimizin farkına varamıyor.

Cumartesi akşamı Reyhan’a adeta yalvarıyorum; “Ne olur sen ara, ben arayınca açmıyor, özür dilediğimi söyle, çok bunalmıştım, bir an evvel yanımıza taşınmasını istedim, onunla insanlar arasına karışmak istedim, korkularını hesap edemedim, gerildim sesimi yükselttim”

Reyhan beni susturdu. Problem çözen bilirkişi edasıyla telefonun tuşlarına bastı. Salonu baştanbaşa gezerek konuşurken, ben de kulağını dikmiş küçük köpek gibi arkasında yürüdüm. Muzaffer bir edayla telefonu kapattı ve;

— Yarın iskelede bekleyecekmiş.

— Hangi iskelede, saat kaçta?

— Sen biliyormuşsun.

Ne düşünerek kabul etmişti, neler söyleyecekti. Olumlu muydu? Olumsuz muydu? “…Annemle konuştum yanına taşınıyorum… Bitti, seninle yeni sabahlara uyanmak istemiyorum. Bu konuşmayı uygarca ayrılmak için kabul ettim. Yaşadıklarımı seviyorum ama öğretilenlerin dışında bir hayatı kaldıramam. Yanına taşınmaya karar verdim... Sensiz hiçbir şey düşünemiyorum…” Hangi cümle dökülecek dudaklarından? Buluşma yerine gelecek mi. Hayır, Evet, hiç biri. Düşünmekten yorulan beynim, acıyan ruhumla sabaha karşı uyuya kalmışım

Ne giyeceğime karar veremiyorum. Kaç tane gömlek, kaç tane tişört denedim akıl alır gibi değil. Sonunda onun sevdiği leylak rengi gömleğimi giyiyorum, böyle daha hoş oluyor dediği için saçlarımı salıyorum. Reyhana ”o bilir” dediği saatte, o bildiğim yere gitmek için evden çıkıyorum.

Vapurumuz Marmara’nın mavi sularını köpürterek güzergâhından ilerliyor. O sevimli limana, ne limanı, minik iskeleye… Aşk filmlerinin hangi sahnesine gittim yine, yanaşıyoruz, az kaldı. Güverteye çıkıyorum. Gözlerimle, projektör gibi kıyıyı, iskeleyi, taksi durağını, garın merdivenlerini tarıyorum. Karmakarışık duygular içindeyim.

İşte orada. Gar tarafındaki siyah ferforje demir kapının yanında duruyor. Üzerinde ilk günkü mor hırkası, elinde bir demet çiçek, gülümseyerek bana el sallıyor. Kalbim, kalbim yeter artık…

Koşarak aşağı iniyorum, sürme iskele verilmeden atlıyorum, ona koşuyorum. Sarılıyoruz, sarılıyoruz, sarılıyoruz. Omzumdan fısıltısını duyuyorum. “Sen benim canımsın Dilek” Ayağım yerden kesiliyor gibi. “Sen de benim canımsın Aysel”.









Etiketler: kültür sanat
İstihdam