02/05/2006 | Yazar: Kaos GL

Vicdani Retçi Mehmet Tarhan Açık Gazete'nin konuğuydu. Avi Haligua, Tarhan’la vicdani red kavramı ve yaşadıkları üzerine konuştu. KAOS GL Avi Haligua: Merhaba, önce şunu sormak istiyorum, gözaltına alınmandan sonraki hukuki süreç ne şekilde işledi? Gözaltına alınmanın ardından herhalde cezaevine konuldun ve sonra neler yaşandı?

Vicdani Retçi Mehmet Tarhan Açık Gazete'nin konuğuydu. Avi Haligua, Tarhan’la vicdani red kavramı ve yaşadıkları üzerine konuştu.

KAOS GL


Avi Haligua: Merhaba, önce şunu sormak istiyorum, gözaltına alınmandan sonraki hukuki süreç ne şekilde işledi? Gözaltına alınmanın ardından herhalde cezaevine konuldun ve sonra neler yaşandı?

Mehmet Tarhan: Aslında gözaltına alındıktan sonra askerlik şubesinde geçmiş bir güzel maceramız var 6 saat kadar. Şubede 3-4 farklı şekilde benden imza almaya çalıştılar, orada kurtulmaya çalıştılar. Ben inatla ‘bu sorunu siz çıkardınız, sizin çözmeniz gerekiyor, beni dahil etmemeniz gerekiyor, beni yatağımdan alıp getirdiniz’ dedim. Sonra Tokat’a götürüldüm, Tokat’ta 4 saat kadar bekletildim, bu sırada Pazar günü olduğu için çarşıya çıkmış askerler toplandı, onların önünde, ‘toplu erat önünde emre itaatsizlikte ısrar’ suçlamasını sağlayabilecek ritüel oluştu.

AH: Yani tekrardan askerlerin önünde sorulmasıyla mı gerçekleşiyor bu?

MT: Sorulmasıyla değil, kıyafet veriyor, ‘bu kıyafetleri giy’ diye emrediyor. Ben de ‘vicdani retçiyim, bu kıyafetleri giymeyeceğim’ diyorum. Sonra cezaevi tabii, cezaevinde 88. maddeden dava açıldı, ‘toplu erat önünde, hizmetten tamamen sıyrılmak maksadıyla emre itaatsizlikte ısrar.’

AH: Sonra?

MT: 9 Haziran’da tekrar tahliye edildim, tahliyeden sonra tekrar Tokat’a götürüldüm, aynı ritüeli tekrar yaşadım, ondan sonra tekrar Sivas Cezaevi’ne geldim. Bir süre sonra iki dosya birleştirildi ve 10 Ağustos’ta 4 yıl ceza aldım her birinden ikişer yıl olmak üzere. Ondan sonra dosya Yargıtay’a gitti, Yargıtay beni ‘Yehova Şahidi Vicdani Retçi Mehmet Tarhan’ olarak tanımladı.

AH: Neden böyle bir şey söylediler, senin böyle bir ifaden var mıydı?

MT: Yok, sanırım konuyla ilgili ciddiyetsizliklerini göstermek istediler, devlet o kadar hata yapar mı bilmiyorum. Çürük raporu verilmesi yönünde, fiziksel muayenenin yapılması gerektiği yönünde bir karar verdi ve kararı bozdu. Ne bizim itirazlarımıza, ne Yargıtay Baş Savcısı’nın itirazlarının hiçbirine cevap vermedi Yargıtay.

AH: Yargıtay Baş Savcısı’nın itirazı ne yöndeydi?

MT: Cezanın yüksek olduğu vs. bir sürü hukuki itiraz vardı.

AH: Davanın kendisine değil, içeriğine itiraz?

MT: Tabii, çünkü ilk kez bu kadar ağır bir itiraz veriliyor bir vicdanı retçiye, genelde 87. maddeden dava açılır ve daha hafif cezalar çıkar.

AH: Cinsel kimliğin daha ağır bir ceza almanda etkili oldu mu sence?

MT: Zaten gerekçeli kararda şöyle yazıyor, ‘çürük raporu alabilecek olmasına rağmen fiziksel muayeneyi reddetmesi saikinin ağırlığını gösterir’ diyor ve ‘asgari hadden uzaklaşmayı’ bununla açıklıyor. Tabii beraberinde başka şeyler de var. Elbette cinsel kimliğimin etkisi var ve inatla çürük raporu almayı reddetmemin... Sonrasında Yerel Mahkeme direndi, 15 Aralık tarihli kararıyla direndi. Bu süre boyunca ben, ne zaman bana tecavüz edecekler diye bekledim, o fiziksel saldırı ne zaman olacak diye bekledim, çünkü öyle bir hava estirildi.

AH: Sürekli bir şekilde korku içindeydin yani?

MT: Evet, benim için en ağır dönemdi içeride geçirdiğim. Sonrasında Yerel Mahkeme direnince Daireler Genel Kurulu’na gitti ve 9 Mart’ta tahliye kararım geldi ama gerekçeli kararı hâlâ görmedik.

AH: Bu süreç içinde cezaevinde zamanını nasıl geçirdin? Vicdani reddi reddedebilir ve çürüp raporu alıp, bu işten sıyrılabilirdin. Ne yaptın da bunu aştın?

MT: Aslında cezaevinde geçirdiğim süre boyunca herkesin yaptığı şeyleri yaptım, kitap okudum, insanlarla muhabbet ettim, Ali’ye kaldığım süre içinde, televizyon izledim, radyo dinledim, dizi seyrettim. Orada hayat bir tür rutine bağlıyor ve hergün neredeyse benzer bir tekrar yaşayarak devam ediyor. Telefon saatleri, havalandırma saati, benim gazete okuduğum saatler, genellikle hep öğleden sonra gazete okumuşumdur, öğle gibi gazete gelir ve ben onları reklamlarına kadar okurum. Çünkü sadece 3 gazete alabiliyordum, Yeni Şafak, Milliyet ve Radikal. Radikal hiç gelmiyordu ya da çok nadir geliyordu.

AH: Üç gazeteyi senin seçme hakkın var?

MT: İlk açlık grevinden sonra gazetelerim gelmeye başladı. Aslında herkes istediği gazeteyi alabilir ama Radikal bile gelmiyordu, o yüzden ben de çok ortadan gazeteler seçtim.

AH: En azından gazete okuyabilmek için.

MT: Evet. Zor olan, hücrede vakit geçirmekti.

AH: Hücreye niye konuldun?

MT: Saç sakal traşı olmadığım için konuldum, düzeni bozuyormuşum. Sonuncusunda çok komik, televizyonu olmayan bir koğuşa televizyonumu verdiğim için 10 gün hücreye konuldum. Aynı günlerde de, o günlerde cezaevinde televizyon izlememe durumu oluştu, televizyon saatlerinin kısılmasını protesto ediyordu tutuklular, aynı günlerde bu eylemi örgütlemekle suçlandım ama ceza televizyon vermekten geldi. Televizyon izlememeyi örgütleyen birisinin televizyonunu verdiği için ceza alması gibi komik durumlar çıktı ortaya.

AH: Diğer mahkumlardan çok da farklı bir muamele görmedin ya da diğer mahkumlar da üç aşağı beş yukarı aynı muameleye tâbi, bir çeşit eşitlikten bahsedebiliriz herhalde.

MT: İlk başlarda eşitlik için mücadele etmem gerekti, o dönem hem fiziksel şiddete maruz kaldım hem mesela çay makinem yoktu, televizyonum yoktu, radyom yoktu, bütün iletişim kanallarım kesilmişti. İlk açlık grevi sonrasında bu haklarımı kazandım, eşitliği kazandım. Sonrasında ise, özellike 2006’nın başından itibaren diğer mahkumlardan daha iyi durumdaydım, tecridi saymazsam.

AH: Dışarıdaki insanların ilgilenmeye başlamasıyla bağlantılı mı?

MT: Tabii ki, başıma bir şey gelirse ya da herhangi bir hakkım gasp edildiğinde bir şekilde karşılarına gelecekti onların. O yüzden görece bir rahatlık vardı, bu rahatlık aynı zamanda diğer tutsakları bana karşı kışkırtmakta da kullanılıyordu. Arada bir fark yaratarak diyaloğu kesen bir şeydi. ‘Rahattım’ dediğim de şu, kupam vardı benim mesela, çay kupam vardı.

AH: Kendine ait bir eşya?

MT: Evet. Kimsenin öyle kendine ait bardağı yoktu, ya da vejetaryan olduğum için bazen kantinden aldığım gıda maddelerini dolapta saklayabiliyordum, çünkü bazen tamamen etli geliyor yemekler, vs.

AH: Rahatmış!

MT: Aslında diğer tutukluların da sahip olması gereken şeyler. Son rahatlığım da çakmak taşıyabiliyordum, diğerleri gardiyanlardan istiyorlardı çakmağı.

AH: Benim merak ettiğim bir şey de şu; dışarıda, cezaevi dışında vicdanı retle ilgili bir anlatma zorluğu yaşandığına dair de bir hava var, içeride ise diğer mahkumlarla konuştuğunda bunun daha anlaşılabilir kılındığına dair başka şeyler okuyabiliyoruz. Bu fark neden kaynaklanıyor sence?

MT: Bir kere içerideki tutsakların büyük bir kısmı ya firar, ya izin tecavüzü diye tanımlanan ya da telefon yakalattığı için yakalanan kişiler. İçeride iken aynı tarafta görünüyorsunuz. O iktidar çok belirgin bir şekilde ortada ve öyle bir ortaklık kurulabiliyor.

AH: Kendiliğinden bir saflaşma oluyor yani?

MT: Evet ve kabule yakın davranıyorlar. İkincisi, bu insanlar ordudan ciddi şekilde şiddet görüyorlar, hem birliklerinde görmüşler, hem devamında cezaevi sürecinde şiddet görüyorlar. Bu yüzden askerlik yapmama fikri iyi geliyor onlara. Tabii dille de ilgisi var, içeride bizim dışarıda kullandığımız o kitabi dili kullanmıyoruz, gerçekten iletişime geçebiliyorsun bu kişilerle, onun da etkisi oluyor.

AH: Dilin biraz daha yüksek olmasıyla mı bağlantılı?

MT: Kesinlikle öyle. İlk başlarda dilsizdim, konuşamıyordum artık. Cezaevi sürecinde öğrendiğim şeylerden bir tanesi bu, çok şablon bir şekilde söylemeye başladım. ‘İnşallah’ sözcüğü dinsel değildir, kültüreldir. TC’nin uluslaşması sürecinde Osmanlıca’yı, Arapça ve Farça kelimeleri kesip acayip bir kısır dil çıkarmamız gibi, antimilitalist okumalarla birlikte tamamen o kültürden uzak garip bir dil kullanmaya başlıyoruz. Yani cezaevinde yeni tanıştığım insanlara -ilkokul mezunu ya da değil ya da lise mezunu ama bu konuyla hiç ilgisi yok- tutup iktidarı Foucault’nun diliyle anlatamam, o varolan dili kullanarak anlatmam gerekiyor. Mesela Foucault isminden bahsederek yabancılaştırmamam gerekiyor diyaloğu. Vicdanı retin, savaşların durmasının tek yolunun aslında insanların savaşmaması, savaşmayı reddetmesi olduğunu örneklerken, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’de yaşanan şeyleri anlatmaktansa Bosna Savaşı sırasındaki Sırp retçiler ya da Birinci Çeçen Savaşı sırasındaki Rus retçiler ve onların annelerinin hareketini anlatmak çok daha etkili oluyor.

AH: Kültürel örnekler seçmekle de bağlantılı, yani Batı yerine Doğu’dan örneklerin daha çok işe yaradığını görüyoruz.

MT: Çeçen ya da Bosna savaşı hakkında, orada karşılaştığın kuşağın ciddi bilgisi var.

AH: Bir çok vicdani retçinin görmezden gelindiğini biliyoruz, vicdani retçiler genellikle dışarıda oldukları, kaçak oldukları süre içinde devlet tarafından yakalanmıyorlar ve iki arada bir derede bir hayat yaşamaya devam ediyorlar. Senin durumunda böyle olmadı, seni tutuklamayı tercih ettiler.
MT: Bana o anlamda özel muamele gösterildiğini düşünmüyorum, çünkü biz hep ortada olduk, eylemlerde de bulunduk, bizim yaptığımız eylemlerde en azından 5-10 tane vicdani retçi birarada bulunur çevresi polislerle sarılmış ama alınmazdı. Bu görmezden gelme politikası bizi marjinalize ediyor ve söz söyleyemez hale getiriyor, dilsizleştiriyor. Çünkü kahrolası bir kurban üzerinden muhalefet geleneği var, onu yıkmamızı engellemiş oluyor. İkincisi, içerideki retçi, politik bir figüre dönüşüyor ve bir çok diplomatik alanda da kullanılıyor, hem uluslararası kamuoyu, hem de devletler sistemi de kullanıyor. Bu anlamda sıkıntılara neden olabiliyor. O yüzden içeri almamayı tercih ediyor. Benim cezaevine girmemin nedeni herhalde askerlik şubesindeki katır inadımdır. Çaresiz kaldılar.

AH: İçeri koymak dışında hiçbir yol kalmamış oldu.

MT: Ayrıca şu da var, çürük raporu için de çok yoğun baskılarla karşılaştım ve bu baskılar her zaman asık yüzlü baskılar değildi, çok güler yüzlü telkinler de vardı. Ama ben o raporu da almayınca, en son geriye kalan çare içeride almaktı.

AH: Tam olarak neye karşı olduğun için bunu yaptın? Sonuçta yaşadığın ciddi bir süreç var, cezaevi, mahkemeler, vs. bunların hepsi çok yıpratıcı bir süreç insan için.

MT: Aslında bir şeye karşılık üzerinden konumlandırarak olmadı, benim bir yaşam kurgum var ve sürdürdüğüm hayatı nasıl istiyorsam öyle sonlandırmak istiyorum, sonuna öyle ulaşmak istiyorum. Bana verilmiş bir süreyi geçirmeye çalışarak yaşamıyorum. Öleceğim ana kadar olacak süreyi gerçekten istediğim gibi, güzel yaşamak istiyorum. Ama burada en önemlisi iç huzurumu yaşamak istiyorum, yalan söylemeden, dürüst olarak, kendime de yalan söylemeden. En önemsediğim şey, insanların gözünün içine bakabilmek, içi başka dışı başka dediğimiz bir yaşam sürerken kimsenin gözünün içine bakamam ve kimsenin benim gözlerimin içine bakmasını da talep edemem. Aslında bu yüzden, bütün bu olanlar, çünkü şuna inanıyorum; savaş kötüdür, savaş sadece silahlı mücadele değildir, silahlı çatışmaların olmadığı dönemler barış anlamına gelmez, barış başka bir şeydir, barışın tanımını biraz daha farklı kurmak gerekiyor. Militarizme içkin bütün o hiyerarşik yapılanmaları hayatımızdan sildiğimizde ancak barışa ulaşabileceğiz ve ben kendi hayatımda bunu oluşturmaya çalışıyorum, ben barışı yaşamaya çalışıyorum, bu sırada kaçınılmaz olarak askerliği de reddediyorum, antiheteroseksist çalışmalar da yapıyorum. Bunlar zorunluluk.

AH: Bir yandan da gidip 6 ay askerliğini yapmış olsaydın bu senin hayatında çok daha kısa bir süreyi kapsayan ve geçip gitmiş, geride kalmış bir şey olarak da kalabilirdi. Sen tersine, üzerine gitmeyi tercih ettin ve verilmiş olan ya da yaşadığın sürenin daha büyük bir kısmını daha büyük bir problemle geçirmek durumunda kaldın. O yüzden karşılık terimini kullanmayı uygun görmüştüm.

MT: 6 ay değil, 15 ay istiyorlardı benden, üniversite mezunu değilim, ama şu var ki, hayatımdan zamanı vermektense o hayatı belki daha kötü koşullarda da olsa kendim yaşamayı tercih ederim.

AH: Sen cezaevinde yatarken bu arada Osman Murat Ülke’nin davası AİHM’de görüldü ve TC aleyhinde bir karar çıktı. Hemen ardından da senin cezaevinden tahliye edildiğin haberi geldi. Bu arada bunun yanında bir vicdani ret yasası tasarısının hazırlandığı ve yakında Meclis’e sunulacağına dair haberler çıkmaya başladı. Bütün bu sürecin bu kadar hızlanması AİHM ile mi bağlantılı yoksa vicdani retçi sayısının artması ya da problemin artık bir şekilde çözüme ulaştırılması gereğiyle mi bağlantılı?



MT: Bir problem çözmek istiyorlar, ama çözülmek istenen şu; AB sürecinde bazı işler yapmak zorundalar, şu andaki AİHM’den bir daha ceza almayalım motivasyonuyla bazı şeyler yapacaklar. Bu sürecin hızlanması AB süreciyle ilgili diye düşünüyorum. İkincisi de gerçekten görünürüz artık, hani manyağın biri değil, Irak savaşı süreci öncesinde mitinglerde en çok kullanılan sloganlardan bir tanesi idi ‘öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız’, bütün gruplar da kullanabiliyordu bunu rahatlıkla. Aslında böyle bir zemin oluşmaya başlamıştı, bu rahatsız edici, o yüzden bir önlem alınması gerekiyor.

AH: Yani çıkacak olan yasanın işlevli olmayacağına dair bir inancın var?

MT: Kesinlikle işlevli olmayacak. Çıkacak yasa sadece AİHM’e gidecek dosyaların önünü kesmek ve ceza çıkmasını engelleyici bir şey olacak. Bunun için bir kaç seçenek var, bunlardan bir tanesi Yunanistan’ın yaptığı gibi kimsenin vicdani retçi olduğuna ikna olmayan bir vicdani retçi komisyonu kurmak olabilir.

AH: Biraz daha açar mısın?

MT: Reddi kanunlarına almakta çok direndi Yunanistan, şu anda AB üyesi olup en çok direnenlerden birisi. Vicdani reddi yasalarla belirlerken bir komisyon oluşturdu savunma bakanlığına bağlı. Vicdani retçi kişi gidiyor, oraya başvuruyor, o komisyonu ikna etmeye çalışıyor, gerçekten vicdanen reddettiğine ikna ediyor ve ondan sonra o statüyü kazanıyor ve sivil hizmet yapıyor. İşin komik tarafı, bu komisyon kimseye ikna olmuyor, çok arada sırada, nadiren bir ikna olma durumu yaşıyor, o da yaşı geçmiş kişiler vs.

AH: Askerlikle bağlantısı bir şekilde kopacak olanlara yönelik herhalde?

MT: Evet ve karşılığında da çok cezalandırıcı, uzun süreli bir sivil hizmet alternatifi sunuyor. Türkiye’nin diğer seçeneği, gerçekten uzun süreli ve cezalandırıcı, kötü olarak algılanabilecek bir süreç, ekstra bir hizmet yaptırmak, ağır koşullarda çalıştırmak olabilir. Bir diğer seçenek de, AİHM ‘doğrudan vicdani ret yasası yapın’ demiyor, ‘vicdani reddini açıklamış kişileri emre itaatsizlikle yargılamayın’ diyor. O yüzden bir yasa koyup vicdani retçiler 5 yıl hapis yatar gibi bir şey de diyebilir. Şu andaki motivasyonla bir tür çözüm olabilir bu. Yine diplomatik anlamda AB sürecinde Türkiye’yi sıkıntıya sokar böyle bir ceza sistemi, o yüzden pek bu yola gideceklerini düşünmüyorum.

AH: Şu an senin hukuken durumun nedir? Nasıl geçiniyorsun, nasıl barınıyorsun, halet-i ruhiyen ne, neler kaybettin, neler kazandın bu süreç içinde?

MT: Şu anda firariyim, çünkü 10 Mart geceyarısına kadar Tokat’taki birliğe gitmem istendi, ‘vicdani retçiyim gitmeyeceğim’ dedim ama ‘sen yine de git’ dediler.

AH: Tokat’a gitmeyeceğini biliyorlardı.

MT: Tabii, defalarca açık bir şekilde söyledim. 19.3 YTL verdiler o da ordunun eşcinsellere yönelik ayrımcı ve aşağılayıcı tavrına karşı mücadelelerinde kullanmak üzere ordunun bağışı olarak Lambda İstanbul’un hesabında o para. Hukuksal durumum bu, gerekçeli karar çıkmadığı için tam olarak durumumu da bilmiyorum ama yakalandığım anda 1 yıldan başlayan bir cezalandırma ile karşı karşıya kalacağım anlamına geliyor. Kimliksiz yaşıyorum, her an yakalanabilirim, yarın tekrar cezaevinde olabilirim, düzenli bir iş bulamıyorum tabii ki, şu anda arkadaşımın evinde kalıyorum, bir yere gittiğimde arkadaşlarımla birlikte gidiyorum vs. öyle yaşıyorum.

AH: Vicdani ret sonuç olarak bir kavram ve bunun altının her ülkede başka şekilde dolduğunu az önceki örneklerden görebilmek mümkün. Yani vicdani ret kavramı üzerine genel bir uzlaşı var mı? Yani vicdani retçilerin üzerinde uzlaştığı, tüm retçilerin buluştuğu temel noktalar neler oluyor bu durumda?

MT: Şu anda iletişim halinde olduğum vicdani retçilerin neredeyse tamamı total retçi.

AH: İkisinin ne farkı var?

MT: Vicdani redin tanımı çok geniş, kişinin, dini, politik, ahlaki, herhangi bir nedenle, ben bunun içine ekonomiyi bile katıyorum, askere gitmeyi reddetmesidir. Bu tanımı yaptığımız zaman asker kaçakları da fiilen retçidir aslında. Total red ise antimilitarist durumudur, yani her türlü militarist örgütlenmeyle işbirliğini keseceğini ifade eder. Bu yüzden de sivil hizmet alternatifini öngörmez. Üzerinde anlaşılan yön bu, vicdani ret ile total ret birbirinden farklıdır ama vicdani ret total reddi de kapsar, vicdani ret daha kapsayıcı bir şeydir. Bazı yorum farkları var, asker kaçakları fiilen retçi sayıldığı için vicdani retçi sayılabilir mi? Çünkü çok büyük bir rakamdan bahsediyoruz, 400 bin gibi bir rakamdan bahsediyoruz. Tartışılan konulardan bir tanesi de tam vicdani retten bahsedilmeye başlanmışken, iktidar söylemi almışken, tanımı sahiplenmeye başlarken, kavramı kullanmaya başlamışken, ‘biz politik olarak ne diyeceğiz?’ noktasında bazı sıkıntılar yaşıyoruz şu anda. Sanırım bu süreçte bu kavramlar üzerinde ve ne yapacağımız konusunda tartışmaya devam etmek gerekiyor ve o söylemi de acilen bulmak gerekiyor. Çünkü vicdani reddin iktidar tarafından kullanılmaya başlanması total retçilerin linç edileceğinin resmidir.

AH: Yani vicdani ret yasası gibi bir yasa oluşumunun çıkmasıyla birlikte herhalde total retçiler tamamiyle yasal bir dayanaktan kopmuş olacaklar.

MT: Tamamen kopmuş olacaklar. Haklar bağlamında kopmuş olmayacaklar, yani total retçi politik mahkum olacaktır ama sonuç olarak mahkum olacaktır. Çünkü İskandinav ülkelerinde bile total retçiler hapis yatıyorlar çok ağır koşullarda. Yani devlet vicdani ret yasasını yaptığı anda total retçileri linç etme hakkını da yanına almış olacaktır.

AH: Sen bir birey olarak bir total retçisin, beklentin nedir, ne olacak? Yani önümüzdeki sürecin sana ne getireceğini bekliyorsun? Sence probleminin hakkaniyete uygun çözümü nasıl olacak?

MT: Açıkcası benim problemimin çözüleceğini düşünmüyorum, ben sanki yakınlarda tekrar hapise girecekmişim gibi hissediyorum. Hakkaniyete uygun bir çözüm olması için böyle bir isteğin olması gerekiyor, böyle bir istek yok, devlet dediğimiz şeyde böyle bir istek asla olmaz, amacı hakkaniyet değildir, iyi yönetimdir. O yüzden böyle bir çözüm beklemiyorum. Beni neler bekliyor? Ben yine cezaevine girmeden önce ne yapıyorsam onları yapmaya devam edeceğim ve bir gün yaka silkip benim peşimi bırakıncaya kadar herhalde ben de hep ortalarda olacağım ve bu sorunlarla sürekli yüzleşeceğim.

AH: Dil konusuna geri dönecek olursak, mesela içeride dilinin değiştiğini, Foucault üzerinden konuşmak yerine daha günlük dile döndüğünden bahsettin az önce. Bu dille fikrini değiştiren biri oldu mu cezaevinde?

MT: Mesela oğlunun askere gitmeyeceğini, göndermeyeceğini söyleyenler var, veya çok ilginç bir şey var, 8 Mart akşamı 9 Mart’ta davanın görüşüleceği, dosyanın görüşüleceği gün ve saat 10’dan sonra herkesin yataklarında olması gerekiyor, koridora yakın olan gündüz mekânında, kovuşların oturma mekânında birilerinin bulunması da yasak, sigortalar kapalı, ışıklar sönük ve koridora yakın diye orada bir şeyler okunabiliyor, biraz ışık var. İki koğuşta Yasin okundu benim için, hayırlara vesile olması dolayısıyla. Oysa ateistim ve tanrıya inanmadığımı da biliyorlardı, eşcinsel olduğumu biliyorlardı, kendileri için büyük bir günah diyebileceğim İslami motivasyonu olan insanlar bunlar, bana Yasin-i Şerif’le destek verdiler. Tahliyem sırasında da bana sıkı bir tecrit uygulanıyor olmasına rağmen, yanıma gelmemeleri, bağıra çağıra gardiyanlar ya da görevli subay tarafından söylenmesine rağmen, fırsatını bulanlar, o sırada havalandırmada olanlar sarılıyordu. Alkışlarla çıktım içeriden, karşılığında bir sorun yaşayabileceklerini bilmelerine rağmen o desteği gösterdiler. Bu aslında bir tür başkaldırı, hak arama veya haksızlığa karşı ses çıkarma noktasında bir yerin aşılmış olduğu anlamına geliyordu. O zaman çok kazanmış hissettim kendimi.

Kaynak: Açık Gazete, 11 Nisan 2006


Etiketler: insan hakları, askerlik
nefret