19/12/2009 | Yazar: Tayfun Serttaş
“Ortaçağdan kalma, hastalıklar yerine hastalarla mücadele etme yöntemlerimiz ne kadar da taze korunmuş meğer.
“Ortaçağdan kalma, hastalıklar yerine hastalarla mücadele etme yöntemlerimiz ne kadar da taze korunmuş meğer. Hemen çıkartıldı buzluklardan, bir daha ürettik ‘ötekini’ tüm geçmiş bilgeliğimizle. 30 senedir hiçbir tıbbi tanım, HIV/AIDS’in maruz kaldığı ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık ile boy ölçüşemedi.”
Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan HIV / AIDS üzerine yazı dizimizin ilk bölümünü yayınlıyoruz.
Gelecek bölümde yazarımız Serttaş, “Türkiye’de HIV/AIDS olgusu ve bu olgunun kurumsal aktörleri üzerine” devam edecek.
Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler HIV/AIDS’i ‘ölümcül hastalıklar’ listesinden çıkartıp, ‘kronik hastalıklar’ listesine alalı seneler oluyor. 1996 yılında tedavide meydana gelen devrim niteliğindeki dönüşümler hiv pozitif bireylerin yaşam kalitelerini, negatif bireylerin standartlarına çoktan yükseltmiş durumda. Bilim ve teknolojinin böylesine emin adımlarla ilerlediği bir ortamda HIV/AIDS daha çok sosyal bir mücadele olarak karşımıza çıkıyor. Hiv pozitif bireyler en büyük ve zorlu sınavlarını virüse karşı değil, topluma karşı veriyorlar.
Wenn Schweine Flügel Hätten / Domuzların Kanatları Olsaydı.
Tuval Üzerine Akrilik. Tayfun Serttaş / 2009
Tuval Üzerine Akrilik. Tayfun Serttaş / 2009
Topu topu 30 yıllık bir deneyim daha gösteriyor ki, ‘insanlık tarihi’ sınavımızdan bir çürük not daha alıp, o haylaz çocuk edasıyla devam ediyoruz bilgiye direnmeye. Böylelikle 30 yıllık bir mücadeleden daha mağlup ayrılıyoruz. Neyin mücadelesi mi? Gözle görülemeyecek bir virüse karşı olan, hani o koskocaman insanlık onuru mücadelesi. Ayrımcılığı her alanda üretmeye ve türetmeye odaklı potansiyelin eline, bundan 30 sene kadar önce geçti bu yeni virüs. Bir yeni ‘kimlik’ daha doğuyordu şimdi. Adını, kendi ironisinden aldı, ‘pozitif’ dedi akranlarına. Hem de en çok cinsel yolla bulaşıyordu! Ortaçağdan kalma, hastalıklar yerine hastalarla mücadele etme yöntemlerimiz ne kadar da taze korunmuş meğer. Hemen çıkartıldı buzluklardan, bir daha ürettik ‘ötekini’ tüm geçmiş bilgeliğimizle. 30 senedir hiçbir tıbbi tanım, HIV/AIDS’in maruz kaldığı ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık ile boy ölçüşemedi.
Her yüzyılın kendi salgınları vardır. Bir de her salgına karşı kendine has ayrımcılık yöntemleri. Colombus Amerika'dan döndükten sonra Fransız ordusu Napoli'yi işgal eder ve şehir bir salgına yakalanır. Fransızlar buna Napoliten Hastalığı, İtalyanlar Fransız Hastalığı adını verir. Aynı yıllarda benzer salgın Hindistan'da görülür. Müslümanlar Hinduları, Hindular Müslümanları suçlar. Frengiye yakalananların o tarihlerdeki lanetlenişi böyle başlar. Kaynağı cinsel ilişkidir. Mikrobun tanımlanması için 20. yüzyıla kadar beklenir. Bekleme süresi pek de sükûnet içerisinde geçmez. Hastaların idam edildiği dönemler olur. Sonra bir perde çekilir üzerine. 18. yüzyılda beliren Tüberküloz, tamamen alt sınıfın hastalığı olarak tanımlanır. 19. yüzyılda Yahudilerin bu hastalığa genetik olarak dirençli olduğu varsayılır. Yine o yıllarda ortaya çıkan Gut Hastalığı ise yüksek sınıfa atfedilir. Kolera, Asya tarafından Avrupa'nın başına bela edilmiştir. Kökeni geri kalmış toplumlardır. 20. yüzyıl başlarında beliren Kanser, sigara ile özdeşleşir. Sigara içenler toplum için birer hastalık sembolü halini alır. Hitler Kanserin Ari ırkı zedelemek için özellikle oluşturulmuş bir hastalık olduğunu iddia eder. Bu liste uzar da uzar…
Bazı görüşler HIV/AIDS’in tarihini 1930’lu yıllara dek indirse de, ilk vakalar 1979’da Kaliforniya ve New York’ta kaydedildi. Bu ilk vakaların genç eşcinseller olması, HIV/AIDS konusundaki önyargılı kaygan zemini hızla hazırladı. 1980’ler Ronald Reagan Amerika’sının bu şok etkisi altında uygulamaya koyduğu sert - muhafazakâr - kararlar, daha ilk yılarında HIV/AIDS hastalarının talihsiz tarihini belirledi. Çok geçmeden virüs, eşcinsel olmayanlarda da görüldü. Kısa sürede damar içi madde bağılıları, hemofili hastaları ve kontrolsüz kan nakli yaptıranlar da ortaya çıktı. Ardından anneden bebeğe geçebileceği fark edildi. Ne çare… Canı çıkacağına, adı çıkmıştı bir defa. Virüsün, kendi gerçekliğinden çok daha popüler olan sansasyonları, dünya medyasının paparazzi vari tavırlarıyla kitle kültürüne işlenmeye başlamıştı bile. En önemlisi, kendi rantına ve reytingine sahipti artık!
1981 yılında hastalık, AIDS harflerinden oluşan bir simgeyle adlandı ‘Acquired Immune Deficiency Syndrome: Edinsel Bağışıklık Yetmezliği Sendromu’. Aynı yıl, 1 Aralık tarihi Dünya AIDS Günü olarak tanımlandı. 1984’te uluslararası bilim âlemi, hastalık sebebinin o zamana kadar bilinmeyen bir virüs olduğunu nihayetinde kabul etti. Amerikalı Prof. Gallo’nun ekibi bu virüse HTLV 3 adını verdi. Oysa aynı virüsü bir yıl önce Paris’teki Pasteur Entitüsü’nden Prof. Montagnier’in ekibi tarafından LAV olarak tanımlamıştı. Tartışmayı tatlıya bağlamak için virüse yeni bir ad verildi ve HIV ‘Human Immunodeficiency Virus: İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü’ denildi. Ancak toplumsal müzakere, virüsün adı konusunda yaşanan müzakere kadar hızlı sonuç vermeyecekti. Aynı yıllarda ‘Paris is Burning’ kendi kültürel tarihini çoktan yazmaya başlamıştı.
Tespit edildiği 1981 yılından bu yana dünya da 50 milyona yakın kişi HIV virüsü ile tanıştı. Günde ortalama 14 bin, dakikada 10 kişi virüsle tanışmaya devam ediyor. Bugüne kadar 29.6 milyon kişi HIV/AIDS’e bağlı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirdi… Avrupa’dan gelen verilere ters orantılı olarak, Türkiye’de HIV ile enfekte olanların sayısı günden güne artıyor. 30 senedir HIV/AIDS, tıbbi olduğu kadar sosyal bir sorunsal olarak ta ciddiyetini katlanarak koruyor. Böylesine önemli bir küresel ayrımcılığın sorumluluğunu içselleştirmek, toplumsal eşitlik açısından tartışılmaz bir önem taşıyor.
Peki bizler bu tartışmanın neresindeyiz? Direncimiz ne kadarına yetiyor?
Gelecek yazı da Türkiye’de HIV/AIDS olgusu ve bu olgunun kurumsal aktörleri üzerine devam edeceğim.
Etiketler: insan hakları, sağlık