27/10/2015 | Yazar: Kaos GL
Hanife Altun’un Hece rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: İlk görüşte aşka inanır mısınız? Ne geyik mevzu! Başınıza gelene kadar tabii…

Hanife Altun’un Hece rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: İlk görüşte aşka inanır mısınız? Ne geyik mevzu! Başınıza gelene kadar tabii…
İsmail’e uğradım. Bugün de yok otelde. Bebeği oldu izinli dediler. Ziyaret etmek gerekirdi, öyle de yaptım. İtip, kakarak beni dışarı çıkaran kaba ve saygısız güvenlik görevlisinin tutumundan incinmiş olmayı bahane edip, kapı önüne çöküp içim çıkana kadar ağlama fikri, hızla geçti aklımdan. Bu fikirden caymam da yine aynı hızla oldu.
Hastaneden çıktım yürümeye başladım. Bulutlar yağmur yüklü; ben de keder, diye düşündüm. İçimdeki acıyı hafifletmek için böyle şiirsel ifadeler ararken saçmalıyorum işte. Derken yağmur yağmaya başladı, feci bir sağanak. Gümüşsuyu’ndan aşağı inerken ellerim ceplerimde. Küçük çapta bir intihar girişimi sayılabilir bu. Şöyle ki, yağmurda yokuş aşağı, ellerin ceplerinde hızla yürüyorsan dengeni yitirmen muhtemeldir. Dengemi yitirecek olsam şu an, telaşla bulmaya çalışmazdım. Gayet rahat, ellerim ceplerimde hiç bozmazdım istifimi. Düşecek yer seçiminde kaldırım kenarını tercih etmeye çalışırdım. Kaldırımın kenarına çarpan kafam olsun, karpuz gibi patlasın isterdim. Bunu tercih edecek kadar mutsuzdum. Ama mutsuzluk geçer dayanmalıydım, hem intihar da bu hikâyenin konusu değil. Ah İsmail!
Kıyıda biraz dolandım. Denize düşen damlaların dalga dalga genişlemesi… Denizden sıçrayan minik damlalar dünyanın en ilginç olayıymış gibi hayretle izledim. Yağmur durdu. Bir banka iliştim, cebimden çıkardığım küçük, çizgisiz not defterimden bir sayfa açtım. Meral’in yüzünü ezberden çizmeye başladım. Çalışma teknik olarak karakalem, çizim yaptığım kalemse yeşildi. Çirkinleştirerek çizdiğim Meral uzaylılara benzemişti iyice. Ah İsmail dedim, içimden. Ah İsmail! Sonra birkaç resmini daha karaladım Meral’in beyaz sayfalara. Biraz oyalanmak, içimde kabaran hüznü dindirmek isterken hüznümün sebebini çiziyor olmam ne saçma. Kıskançlık olabilir mi? Hayır sadece zaman öldürüyordum. Aslında Meral’i öldürmek isterdim, ama öldürmek yasak! Bütün kutsal kitaplar öldürmeyin diyor. Meral’i tanısalar, içimdeki acıyı bilseler ‘’öldürmeyeceksin! Bir karıncayı bile, öldürmeyeceksin’’ diyenler ‘’Ne duruyorsun atıver denize şu kahpeyi’’ derlerdi ya, neyse…
İlk görüşte aşk! İlk görüşte aşka inanır mısınız? Ne geyik mevzu! Başınıza gelene kadar tabii… İki yıl önceydi. İlk görüşte âşık oldum İsmail’e. Yurt dışından gelen arkadaşlarımı gezdiriyordum. Heykel ve karma resimlerimden oluşan sergimin açılışı için gelmişlerdi. Bir otelin terasında oturmuş laflarken İsmail masamıza geldi ‘’Hoş geldiniz efendim’’ dedi.
Hoş geldiniz efendim!.. Üç kelimelik cümlesinden sonrasını duymadım hiç. Zaman dondu. Filmlerde detay görüntüye yakın plan kilitlenen kamera gibi. Uzun boylu, esmer, iri yarı ama biçimliydi vücudu. Kavruk bir esmerliği vardı. Bir tahminde bulunmaya kalksam birinci, bilemedin ikincide tutturabilirdim memleketini. Güneşi bol bir şehir. En sıcak şehir işte. Saçları gibi gür sakallarının uzunluğundan o sabah tıraş olmadığı anlaşılıyordu. Beyaz dişleri yüzünün esmerliğinde parlak bir mermer gibi tertemiz ve lekesiz. Ön dişleri arasındaki hafif aralığa gelip takılıyordu dili ‘s ve ş’ leri söylerken. Esmer ve kocaman ellerinin uçlarındaki pembemsi oval parlaklıklar o ele ait değilmiş gibi duruyordu. Ve gözleri… Gözlerinizi kısmadan bakamadınız o parlaklığa. Kahveyle, yeşil arası… Yok, yok haki ile gri arası bir tuhaf ela. Sanki kış gününde ikindi güneşiymiş de, kuytu ormanlarda sararmış dalların arasından aniden çıkıveriyormuş gibi. Öyle ürpermişti içim.
…
Adım Okan, dedi elime küçük bir kâğıt tutuşturdu kapıdan çıkarken. Oteldeki mesaim bittiğinde, kâğıtta yazanları bir kez daha okudum.
‘Tekrar geleceğim. Bu numaram. Okan’’ notun altına da telefon numarasını eklemiş. Bu entel-dantel adamlardan her gün sürüyle gelir buraya. Kıyı-kuytu bi koltuk seçerler; kitap okur, şiir falan yazarlar. Tuzları kuru! Bardağı bilmem kaç para kahvelerden onlarca fincan içer, hayatı çözmeye çalışırlar. Senin her gün buraya bayıldığın bi tomar parayı, bizim Adana’ da kimi çevirip eline sıkıştırsan şak diye çözer, önüne koyar hayatı eşekten düşmüş karpuz gibi kalırsın ortada. Hiç hazzetmem bu ensesi kalın heriflerden. Şu otele girdim gireli tam yerine tezgâh açtım ha. Yılanın sevmediği ot, deliğinde…
…
İki gün sonra misafirlerini havalimanına bıraktıktan sonra otele uğradı Okan. Tariflerinden sonra aradığı esmer gencin adını öğrendi.
‘’Tarif ettiğiniz arkadaş İsmail. Öğleden sonra gelecek beyefendi’’ dediler. Oturdu bekledi. İsmail’le ilk o gün konuştu, tanıştı hikâyesini dinledi.
…
Arayacakmışım. Ne arayacağım seni be! İbne kılıklı herif! Aramaya kalmadan çıktı geldi. Beklemiş yarı gün.
‘’İşim, gücüm var benim beyefendi nasıl oturayım sizinle, zar zor iş buldum. Kovduracaksınız beni yapmayın, gözünüzü seveyim…’’
‘’Tamam, ağabey uğrayacağım söz. Akşam dokuzda işim bitince geleceğim.’’
Başımdan savmak için söylemiştim, nasıl oldu anlayamadan akşam verdiği adrese gittim. Üstünde ‘v’ yaka turuncu atlet, altında çiçekli dar şortu vardı. Kapıyı açtı elleri una bulanmıştı. Nereden bileyim heykelci olduğunu, mermerden türlü çeşit şeyler yonttuğunu. Un sandım, o gün.
…
Sonunda razı etmiştim. ‘’Tamam, Okan ağabey, ama soyunmam’’ dedi. Bacağına dokundum hafiften, baldırına doğru kaydırdım elimi. İrkildi itti. ‘’Ne yapıyorsun Ağabey? Yapma’’ dedi. ‘’Kusura bakma, yanlış anlama’’ dedim sakinleştirdim. Gitti.
…
‘’Oğlum İsmail, bi tamam dedin, bi bok yedin ya… Hadi hayırlısı. Herif kırık oğlum, sana hâllenip durdu. Bu modellik ayakları falan hikâye… Ama güzel para veriyor herif. Altı ay, bilemedin bi yıla kalmaz başını sokacak bir ev alırsın. İradesiz misin? Midesiz misin oğlum sen? O kırığa mı uçkur çözeceksin?’’
...
‘’Geciktin bugün İsmail’’ kollarımı boynuna doladım.
‘’Hazırlanayım ben’’ dedi. Yan odaya geçtim bekledim. ‘’Hazırım’’ dedi girdim içeri. Krem saten bir örtü vardı bacaklarının arasında. Bir yanının üzerine uzanmış, elleri başının altında kenetlenmiş, kolları dirsekten bükülü iki yana açılmış. Yabanıl kuşların kanatları gibi… Örtünün kıvrımlarını, çelik gibi güçlü kaslarını, gürültüsü atölyenin duvarlarında yankılanan boyun damarlarının çıkıntılarını birer birer mermere kopya etmeye başladım. Alışmıştık birbirimize iyiden iyiye. Çoğu zaman uyuyakalırdı böyle. Alnında biriken terleri elimle siler, saçlarını okşardım. Ağzının kenarına, göğsünün üstüne öpücükler kondurur, sol elimin işaret parmağı ile gezinirdim tüm vücudunu, yol yol, usul usul. Sonra kıvrılır yanına uyurdum. ‘’Tamam, Okan ağbi yeter!’’ derdi kimi kere. Kimi kere dilindeki küfür eşliğinde, odanın bir köşesine savururdu beni. Kalkar giyinir apar topar çıkıp giderdi. Yatakta, koltukta bıraktığı sıcaklığa kapanır, İsmail’in kokusunu sabaha kadar içime çekerdim. Kimi kere de hiç uyanmaz, uyuyor gibi yapardı doyasıya öper, koklar, okşardım.
…
‘’Ulan İsmail. Eski püskü bir apartman dairesi, üç beş kuruşa değer mi? Anan, bacın bilse, duysa tükürmez mi suratına? Gece yol kenarına dizilen karılardan ne farkın var? Allah belanı versin. Ne soysuz, ne sütü bozuk çıktın oğlum sen! Delikanlının hası çıkar Adana’dan senin gibi ib… Lan, oğlum kız hamile. Baba olacaksın bugün, yarın. Geber ulan, yaşamak senin neyine. Aynaya bakacak yüzün mü kaldı senin…’’
…
İsmail, evinin iki sokak aşağısında tuttuğum otele geldi o sabah. ‘’Eline ne oldu İsmail?’’ diye sormamla tekmeyi indirdi karın boşluğuma. ‘’Sana ne ulan? Sana ne! Yeter bırak peşimi. Evini de al. İstemiyorum hiçbir şeyini. Bırak yakamı…’’
‘’Kız hamile anlamıyor musun? Hamile?’’
…Hamile! Anlamıyor musun? Hamile… Şu yaşıma kadar duyduğu en acı cümleydi bu. Yutkundum. Soluk almaya çalıştım. Zorlukla,
‘’Ne biliyorsun senden olduğunu?’’ dedim.
‘’Ulan sus gebertirim seni yeminle! Başka kimden olacak?’’
Meral ortaya çıktığından beri her geçen gün biraz daha açılmıştı aramız, ama hepten de söküp alamamıştı onu benden. Meral, İsmail’le olan durumu bilmiyordu. Aklını çelmeye, iyilikle ayırmaya çalışıp durdum ama olmadı. İsmail’i ona bırakmaz, öldürürdüm Meral’i. Ama İsmail baba olmak istiyordu. Onun baba olma arzusu benim elimi kolumu bağladı. Bu teslim oluşun acısı hiçbir şeye benzemez. Karşıma çıkan bütün hamile kadınların karınlarını deşmek istiyordum, bebeklerini çalıp içimde biriktirmek. Deşsem, öldürsem hepsini ne fayda? İçimde saklasam ne?.. İsmail baba olmak istiyor. Benim içimde bir bebek büyütecek yer mi var? Meral’i karnı büyüdükçe nasıl da çirkinleşiyordu. O çirkinleştikçe İsmail avuçlarımdan kayıp gidiyordu.
‘’Bak, dinime imanıma vururum seni Okan ağbi. Düş yakamdan. Oğlan doğdu doğacak’’ derken, dudaklarına yapışmaktan başak bir duygu geçmedi içimden. Hiç şakası yoktu. Onun şakası yoktu da benim korkum var mıydı? Yoktu ama neye yarar. İsmail baba olmak istiyordu, ben içime bir bebek sığıştırıp, kucağına veremeyeceğime göre, gidişine engel olamazdım.
Saat öğleyi geçiyordu. Hava da iyice açmıştı. Meral’in uzaylıya benzeyen resimlerini çizdiğim defteri cebime koydum. Sahilde yürümeye başladım yine. Zaman öldürmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Birazını kurşuna dizer, birazını ağaçta sallandırır, birazını üçüncü köprünün ayağından aşağı atar, birazını köpeklere doğar, birazını… Öldürmek için bol bol zamanım vardı. Öldür öldür bitmez. Şu saatten sonra, ‘’öldürmek serbest, öldür hadi’’ deseler de, Meral’in kılına bile dokunamazdım. İsmail’im artık baba olmuştu… Meral sayesinde baba olmuştu.
Kadın doğum servisinin konuşma penceresinin mandalını kaldırıp, kapağı bir kez daha araladı görevli, bir kez daha azarladı beni,
‘’Yasak beyefendi, yasak! Ziyaret saati bitti. Zorluk çıkarmayın beyefendi mümkün değil, giremezsiniz. Yasak!’’
*Siz de öykü, yazı ve deneyimlerinizle KaosGL.org’un kadın sayfasında yer almak isterseniz kadin@kaosgl.org adresine mail atabilirsiniz.
Etiketler: kadın