17/11/2015 | Yazar: Kaos GL

Burcu Kaval’ın Virginia Woolf rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: "Şimdi sadece ruhumu bütün duruluğuyla ve dinginliğiyle kendi bestem doldursun istiyorum"

Yaşayan sesler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Burcu Kaval'ın Virginia Woolf rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: "Şimdi sadece ruhumu bütün duruluğuyla ve dinginliğiyle kendi bestem doldursun istiyorum"

Rüya gibi bir akşamüstü ve eşliğinde ziyafet kıvamında sunulan muhteşem bir koku… Tüm benliğimi dolduran toprak kokusu; doğa ananın bize yağmurla birlikte hediye ettiği. Ruhuma cesurca çarpan özgürlük damlaları ki onlar gerçekliğe uyandırıyor beni. Dar ve ıssız bir boyut köprüsünde, dengede kalmamı sağlıyorlar bir nevi. Kafamdaki karışık ve akıl edilemez sesler topluluğundan, ancak bu şekilde uzaklaşabiliyorum. Ve yürümeye devam ediyorum ışıklarla dolu caddede, ne ağır ne hızlı adımlarla, kendi içinde senkronize olmuş ritmik bir tempo içinde.

Vücudumda sinsice gezinen boğuk haykırışın karanlığından, gözbebeklerimde patlayan araba farlarının iç içe harelenen ışığıyla aydınlanıyorum. Korna sesleri, sağımdan solumdan geçen insanların soluk nefesleri, hepsi kulağımdan içeriye süzülüyor bir huniden. Huniyi hafif eğince bu akışkan, yapış yapış maddenin garip bir tınısı oluyor. Bu düpedüz bir caz bestesi, en az mermer kadar gerçek ve gökkuşağı kadar hayali.

Aynı istikamette devam ediyorum yoluma. Bu köşeden dönmem gerek diye düşündüğüm anda, hızlanan bir baget vuruşu duyuyorum baterinin üzerinde patlayan. Var olamayan bir bestenin var olmayan notaları.

Saksafonun çığlığıyla köşeden dönüyorum. Hafızam eğer beni yanıltmıyorsa, ulaşmaya çalıştığım kafe bu yönde. Cadde birden kalabalıklaştı; kafamın içinde dolaşan özgün beste, barların canlı müzik performanslarının gölgesinde, arka fona dönüştü bir anda. Lakin sonrasında iç sesin gümbürtüsü öyle bir  desibele ulaştı ki dış sesler iç sesin içinde eridi, inceldi, bambaşka bir denkleme dönüştü; kelimenin tam anlamıyla bir uğultu bulutu.

İşte bu noktada portedeki kayıp bir nota gibi hissediyorum kendimi. Ozan beni kafede neden bekliyor peki? Cevabı bulunması gereken ciddi bir soru. Hemen uyarıyorum maystroyu içerdeki orkestrayı durdurması için. Sessizliğin verdiği sükunetle bir kez daha düşünüyorum ve cevap sarmal olmuş hafıza kümesinin içinden, zigzag çiverek gösteriyor kendini. Ozan’ın gitaristi olduğu grubun bar performansı öncesi bir şeyler içecektik kafede.

Ne benzer bir kare, sanırsın dejavu! Bu sahne dört sene öncesinden bir flashback gibi. Filmi biraz ileri alınca gelen sahne efsanevi. Ozan terk etmişti beni. Bende unuttum bunu, öyle mi? Unutmak... Sonraki süreçte kadın erkek ilişki analizlerinin dibine vurup, postmodern kadın kimliğinden ödün vermemeye çalışarak, bu ataerkil düzeni reddetme yolunda ilerlemiştim hani. Yarı depresif biraz komik, iç dünyası yıkık bir kadının silüeti, fotoğraflarla net belgeli.

Küçük bir iç hesaplaşma için dört yıl sonra yine aynı yerdeyim, Babel Kafe’de. Kendine özgü bir ruha sahip bu küçük mütevazı mekan, alt ve üst kirpiklerimin birleşip, sağanağa dönüştüğü yerde hep karşıladı beni. Zamanın izleri pek dokunmadı ona, es geçti. Loş ışıkları ve kapıdan girer girmez hissedilen baskın köri kokusu, hiç yalnız bırakmadı akşamüstleri. Ne rahatlatıcı bir duygu bu, zamanın gücünün bir şeyler üzerinde fark yaratmaya gücünün yetmemesi.

Frida tablolarıyla dolu koridorunda yürürken Babel’in, acaba ne içsem diye düşünüyorum. Tablolardan birine takılıyor gözüm, Frida o anda gülümsüyor bana en içten haliyle. Bir kadının herşeye rağmen ne kadar güçlü olabileceğini hatırlatıyor. Saçlarını hep süsleyen, rengârenk çiçeklerle bezenmiş taçlarından birini uzatıyor bana. O taç, kadın özgüveninin ve kararlılığın simgesi.

Etrafıma bakınıyorum Ozan’ı arayan gözlerle. “Selam” diye sesleniyor biri. Beni içimdeki seslerle dolu boşluğa dört sene önce yollayan o ses, “Selam” diyerek beni o boşluktan çıkarabileceğini düşünüyor belli ki!

Babel’e davrandığı gibi davranmamış Ozan’a zaman. Babel’in aksine Ozan epey değişmiş, zamanın izleri dokunmuş suretine.

Ozan, garip bir karışımdı. Genel olarak neşeli bir tipti ama sakalına dokunurken elleri, yüzünde felsefik bir ciddiyet belirirdi. Benim için Ozan, öylece o anın içinde donmuş kalmış tanıdık bir portreydi. Zaman, o fani portreye öyle yeni fırça darbeleri atmış ki bambaşka bir ruha bürünmüş, artık sadece yabancı bir yüzün gölgesi.

Masaya oturduktan sonra geçen dakikalarda, kendi sesimi duyamıyorum; sadece onun sesi yankılanıyor kafenin duvarlarında. Kara bir delik içinde kayboluyorum yeniden. Hafıza ve nostaljinin ayak sesleri kulaklarımda, kapatın şu radyoyu artık yeter hissiyatı…

O anda tek istediğim sessizliğin sesine gömülmek. Nedenleri ve bana dayatılan sonuçları dinlemek istemiyorum! “Kalkalım mı artık, geç kalmak üzereyiz.” dediğinde Ozan, mekanizma tekrar çalışıyor “Tik Tak”. Ve o anda fark ediyorum ki zaman geriye gitmiyor, durmuyor, gürül gürül akan bir suyun hızıyla akmaya devam ediyor. Bu gümbürtü o kadar kuvvetli ki milyonlarca kilometre öteden beyin kıvrımlarımda yankılanıyor.

Ozan ve grubunun, performans sergileyecekleri barın kapısına varmışız bile. Kolumu uzatıyorum kapıdaki görevliye, giriş çıkış için kullanacağım mührü bassın diye. Bastığı mühür, lazer ışığı altında görünür bir göz yanılgısı. Mührün sedefimsi parlaklığı, varlıkla yokluk arasında mavi ve düşsel bir çizgiye taşıyor beni.

Sahnedeki elektronik gitarın sesiyle çizgiden siliniyorum ve gerçekliğe dönüyorum yine. Ozan sahnede, program başlamış bile. Müziğin coşkusuyla dans etsem, ayak figürlerim uzaklaştırabilir mi buradan beni, belki...

Bir kadının yaratılış mucizesi, vücut kıvrımlarındaki estetiğin güzelliği… Bu saltanata set çekmeye hangi erkek dünyasının gücü yeter ki! Kendince yarattıkları sistemde, kadın olarak hareket alanımız o kadar dar ki! Özgürlüğe vurulmuş ciddi bir kırbaç darbesi.

Belli belirsiz cisimler sahnede gördüklerim. Bateri ve gitar kulaklarımı yakmıyor, şarkı sözleri ise yalnızca ağız hareketlerinden ibaret. Sahne ışıkları mor ile pembe arasında gelip giderken, Ozan’ın metal küpesi bir yıldız şeklini alıyor. Mor spotlar dönüyor, onlarla birlikte düşüncelerim duygularıma sığmıyor, midem bulanıyor. Etrafımdaki insanlarla dolu masalar, bir vakumun çekim hızıyla çıkış kapısına doğru uçarak sürükleniyor.

Hava almak için mekanın terasına doğru ilerlerken, yanımdan geçen kızın kadehine takılıyor gözlerim; vişneli votka ile dolu masum bardak yakut kadar çekici ve sıradan bir kadehin ötesinde bambaşka bir alemde, büyücünün elindeki iksir şişesi. Bir yudum içsem, duyabilir miyim acaba sesleri? Böylesine bir lütuf, bütün perdeleri indirebilirdi.

Kız uzaklaşıyor elinde iksiri, üzerinde peleriniyle. Sanki lanetli bir ormanın, ıssız karanlığı içinde ebediyen kayboluyor. Pelerini hafif esen rüzgarla sağa sola savruluyor; dalgalanan siyah uzun saçları hayata dair esrarengizliği bir kez daha sorgulatıyor.

O esrarengizliğin içinde yok olmak, kendimi bulmak ve bütün hayalet seslerden arınmak istiyorum. Öyle bir ruh haliyle derin bir nefes alıyor ve çıkıyorum barın kapısından. Rüzgârın sarhoşluğuna bırakıyorum kendimi. Arkamda bıraktığım hiçbir şeyi umursamıyorum artık. Ozan ve onun gibi nicelerinin oluşturdukları kosmik erkek sistemleri, bizi ipin ucunda yönettiklerini sandıkları o küçük kukla oyunları ve iç dünyamızda nasıl derin bir etkiye neden olacağını umursamadan sergiledikleri ikiyüzlülükleri!

Barın kapısındaki kalabalıktan sıyrılıp yürümeye başlıyorum. Rüzgar iliklerime kadar doluyor, ah huzur! Gökyüzünün derinliklerinde, ay ışığının ağaç dallarına düştüğü yerde ve kaldırım taşlarından oluşan bambaşka bir dünyadayım işte. Kelimelerin ve seslerin ötesinde, varoluşla hiçliğin birleştiği yerde…

Tam olarak nereye gittiği bilinmeyen bu yolda, sadece kendi adımlarımı duyuyorum önce ve sonrasında her şeyi! Yankılanan iç sesleri değil, yaşayan sesleri… Yere sımsıkı basan topuklarımdan çıkan o ses, feminen dünyanın ve başkaldırışın çığlığı gibi!

Artık uğultular ve sessizliğin sesi; benim için aynadaki yabancı bir siluet gibi…

Adımların sonu yok, hayat sonsuz ve ilerisi boşluk… Şimdi sadece ruhumu bütün duruluğuyla ve dinginliğiyle kendi bestem doldursun istiyorum. Bu bir kadının şarkısı; içgüdüleri, yaratılış doğası, duyguları ve hayat dolu neşesi ile bir ilkbahar  gecesi rüyası… Şarabın ve güzelliğin estetikle birleşen, ahenkli bambaşka bir kafası! Ve her daim yağmurla gelen özgürlük damlaları.


Etiketler: kadın
İstihdam