16/07/2012 | Yazar: Umut Güner

Kaos GL’in çağrısıyla 9-10 Martta feministler ve LGBT aktivistler olarak bir araya geldik. Bu bir araya gelmeler devam etsin ve farklı alanlara da taşsın diye hepimiz ortaklaştık. Aynı yolun yolcusuyuz ve aynı şey için mücadele ediyoruz demek için söyleşi dizimize ‘Yoldaş söyleşiler’ dedik. Yoldaş söyleşimizin ilk konuğu İstanbul’dan feminist Yıldız Tar.

Yoldaş Söyleşiler- Yıldız Tar Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Kaos GL’in çağrısıyla 9-10 Martta feministler ve LGBT aktivistler olarak bir araya geldik. Bu bir araya gelmeler devam etsin ve farklı alanlara da taşsın diye hepimiz ortaklaştık. "Aynı yolun yolcusuyuz ve aynı şey için mücadele ediyoruz" demek için söyleşi dizimize “Yoldaş söyleşiler” dedik. Yoldaş söyleşimizin ilk konuğu İstanbul’dan feminist Yıldız Tar.
 
Söyleşi dizimize yolu feminizm ve LGBT mücadelesiyle kesişen herkes katılabilir. Yanıtlarınızı dergi@kaosgl.org adresine gönderebilirsiniz.

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Feminizmle ne zamandır haşır-neşirsiniz?
Ben Yıldız Tar. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyim. Boğaziçi Üniversitesi Homofobi ve Transfobi Karşıtı Öğrenci Topluluğu LuBUnya ve İstanbul LGBT Derneği gönüllüsüyüm.  İki yıl kadar da Lambdaistanbul LGBT Derneği’nde gönüllüydüm. Lise yıllarımdan beri de sosyalist hareketlerin içerisindeyim şu veya bu şekilde.
Feminizmle lise yıllarında tanıştım. Kendimi tariflemeye çalışırken feminist yazın önümü açtı.  Kendimi inşa etmeye çalıştığım, sıklıkla bocaladığım, acı çektiğim dönemlerde; feminist kadınların deneyimleri acılarımı sağaltmaya, kendimle barışmama her şeyden önemlisi yalnız olmadığımı görmeme yardım etti. Üniversiteyi kazandıktan sonra Kadın Araştırmaları Kulübündeki (BÜKAK) feminist kadınlarla tanıştım, BÜKAK’ta çalışma yürüttüm. Şimdilerde Boğaziçili Feminist Kadınlar adlı çok yeni bir oluşumun kıyısında, çeperinde de olsa içindeyim.

Feminizmin kavramsal sınırlarını çizerken LGBT bireyler bu sınırların neresine düşüyor?
Kavramsal sınırların, özneler tarafından çizildiğine inanıyorum. Bu durumda feminizmin kavramsal sınırları da feminist özneler tarafından çiziliyor diyebilirim. O yüzden bu soruyu LGBT özelinde feminizmi analiz etmeye çalışarak cevap vereceğim.
Her ne kadar evrensel kadınlık söyleminden vazgeçildiyse de, bunun yansımaları halen daha feminist harekete sirayet ediyor. Bu evrensel kadınlık orta sınıf, beyaz (bu coğrafyada Türk), heteroseksüel kadını imliyor. Bu tahlile birçok farklı biçimde karşı çıkıldı ve feminizm yeniden tariflendi. Bu tarifleme farklılıklar ile bir aradalığı imliyor. Ancak, bu farklılık söyleminin, feminist alanlara da sirayet eden toplumsal hiyerarşilerin üstünü örttüğünü düşünüyorum. Bu yolla da LB kadınlar, feminist hareket içerisinde özneleşemiyorlar. Aynı görmezden gelme hali trans bireyler için de farklı bir biçimde var. Sert, değişmez bir kadınlık kavramı trans bireylerin deneyimini önemsizleştiriyor ve dahası feminizmin kavramsal sınırlarının bir adım dışarısına itiyor. Bu ötekinin ötekisi konumlardan gelen eleştiriler ise farklılık olarak tariflendiği müddetçe, feminizm içerisindeki bazı kadınların hegemonyası daim kalıyor. Geylerin bu sınırlar içerisinde düşünülmesi bile imkansız!

Kadın-erkek ikiliğine dayalı egemen feminist söylem içinde LGBT bireyleri konumlandırmanın bir yolu var mıdır? Yoksa bu ikiliği aşmak mı gerekir?
Zor bir soru… Şöyle ki, kadın-erkek ikiliğine dayalı egemen feminist söylem içinde LBT kadınlara yer var elbette. Ama hangi LBT kadınlara? Bu ikiliği çok da sarsmayan, kendini bu ikilik içerisinden tarifleyen “kadınlar” bu feminist söylem içinde konumlanabiliyor. Ancak ne zaman ki bu ikiliğin dışında bir olasılık beliriyor, işte o zaman kayış kopuyor J Bu da sadece kimliğe dair bir tartışma değil kanımca, ikili cinsiyet rejimi, patriyarka kadar temel bir çelişkidir. Ve birbirlerine çok sıkı bir şekilde bağlıdırlar. Ancak sanıyorum ki,  egemen feminist söylem bu bağlantıları görmüyor ya da görmek istemiyor. Burada tartışma sanırım evrensel ezen erkek ve evrensel ezilen kadın ikiliğinden çıkıyor. Bu ikilik ile düşündüğümüz vakit “feminen” bir eşcinsel erkeği herhangi bir yere konumlandıramıyoruz. Oysa ki, ezme-ezilme ilişkileri alana, toplumsal dinamiklere göre değişip, dönüşen ve yeniden anlamlanan ilişkilerdir. Örneğin, salt cinsel yönelime dönük bir mücadelenin kamusal alanda erkekliği yıkıma uğratan efemine bir geyin sorunlarını çözebileceğini düşünmüyorum. Çünkü burada aslında toplumsal cinsiyete ve daha ötesinde cinsiyet ifadesine dönük bir mücadele gerekiyor. Egemen feminist hareket kadın-erkek ikiliğini dayatmakla kalmayıp, kavramsal araçları da mülkiyetine alarak bir baskı ve dışlama mekanizması yaratıyor. Bu ikilik aynı şekilde kadın kadına ilişkileri de iktidar sorgulamasının dışında tutarak lezbiyen ve biseksüel kadınları da dışlıyor. Trans kadınlar sözkonusu olduğunda da bu ikilik ile düşünmek, “erkekti kadın oldu”,  “ne kadar kadın oldu acaba”, “ama hala erkek görünümünde” gibi argümanların ötesine geçmeyi engelliyor. Oysaki erkek olarak sosyalleştirilmenin her zaman ve her koşulda özgüven arttırıcı ve de güçlendirici bir şey olmadığını, çoğu trans kadın ve gey için bunun çok ağır travmalar yarattığını bir görebilsek…
Örneğin, ben trans deneyim yaşıyorum. Birçok insana göre bedenim erkek bedeni (ki bu da ayrı bir konu ben transsam bedenim nasıl erkek bedeni oluyor anlayabilmiş değilim) ve ben bu sebepten ayrıcalıklı bir konumdayım trans olmayan kadınlara göre. Oysa ki, benim bu bedenle barışabilmem (ki sadece trans olduğum için bedenimle sorunum yok, normatif beden ölçülerine uymayan herkesin bedeniyle sorunları var ki bu da aslında bütün dünya demek oluyorJ) ve bu süreçte yaşadıklarımın ürettiği travmalarla boğuşabilmem çok zor bir süreçti benim için. Ve hala daha gidiş-gelişler yaşıyorum. Bana bedenin erkek bedeni, erkek olarak sosyalleştirildin ve ayrıcalıklı konumdasın her dendiğinde, dönüp bu ayrıcalıkları sorguluyorum ve genelde karşılaştığım ayrıcalıklardan ziyade çocukluk travmalarım, sokakta erkekliği bozduğum için yediğim dayaklar, taciz ve tecavüz oluyor. Herhangi bir kavramsal tartışmaya girmeden dahi bütün bunlar dayanışmak için yeterli iken, kadın-erkek ikiliği beni bu alanın dışına itiyor. Bir şey olarak sosyalleştirilmenin ayrıcalıklar ve bastırılmışlıklar yarattığı aşikar, ama bu herkes için geçerli. Örneğin; trans olmayan bir kadın, kadın olarak sosyalleştirilmenin trans kadınlara göre sağladığı ayrıcalıkları görmüyor. Çünkü bütün algımız kadın-erkek üzerinden gidiyor ve maalesef ki bu da öyle iddia ettiğimiz gibi toplumsal kadınlık-erkeklik değil; bildiğin biyolojik kadınlık-erkeklik.
Bütün bu dediklerimden sonra, bu ikiliği aşmadan da LB kadınların görünmez kılınarak, T lerin ise “normal-kadın”laştırılarak egemen feminist söylem içerisinde yer bulabilmesinin mümkün olduğunu söylemek istiyorum. Ama asıl soru şu, bunu istiyor muyuz?

Feminist hareketin amacı sadece kadınlara yönelik hak temelli siyaset mi üretmektir? Yoksa dönüştürücü bir cinsiyet politikası mı amaçlanır?
Bu soruyu yanıtlarken tarihsel bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. 1. Dalga Feminizm denen, özellikle İngiltere, Fransa gibi Batı ülkelerinde ortaya çıkan feminizmin amacı kadınlara dönük hak temelli siyaset idi. Oy hakkı için mücadele eden kadınların temel derdi, eşit yurttaşlar olabilmekti ve buna göre bir politika örüyorlardı. Bu politika bu coğrafyadaki yansımasını Osmanlı Kadın Hareketinde buldu. Kadın dergileri ve kadın dernekleri yoluyla hak talep eden kadınlar bir yandan da eş, anne ve ev kadını rollerini sorguluyor; değiştirip dönüştürmeyi amaçlıyordu.  Ancak birinci dalga feminizmi eleştirerek kendini var eden ikinci dalga feminizmler hak temelli siyasetin ötesinde bir siyasetin sınırlarını açtılar. Sosyalist feministler ve radikal feministler dönüştürücü ve yıkıcı bir feminist siyaseti mümkün kıldılar. Toplumsal cinsiyet kavramsallaştırması ile kadınlık hallerini analiz etmeye ve mücadeleye ataerki ve onun uzantılarına karşı yürütmeye başladılar. 3. Dalga Feminizm ise post-yapısalcı kuramlar ile bambaşka bir kuramsal alan açtı.
Bütün bu kısa hikaye faslının ardından diyebilirim ki, feminist hareket derken hangi feminist hareketten bahsettiğimiz önemli. Zira, bu feminizmler lineer bir tarih içerisinde ilerleyen “ideolojiler” değil. (neyse ki) Bu coğrafyadaki feminist hareket iç içe geçmiş, grifit, karmaşık feminizmlerin eklektik bir birleşimi gibi. O sebepten feminist hareketin amacının kadınlara dönük hak temelli siyaseti de içeren; ancak hak temelli siyasetin çelişkilerini, girdaplarını sürekli sorgulayan; siyasal alanı haklar söylemine sıkıştırmamayı önemseyerek dönüştürücü ve yıkıcı bir cinsiyet politikası üretmek olduğunu söyleyebilirim.
Ancak bütün bunları bir arada gerçekleştirmek hem teorik alanda hem de pratik alanda birçok sıkıntıya yol açabiliyor. Özellikle transların ve 3. Dalga Feministlerin kurmaya çalıştıkları feminist politika; heteroseksizmi, ikili cinsiyetçiliği, ahlakçılığı, iktidar pratiklerini(kültürel, sınıfsal, sosyal vs) sorgulayarak feminizmin bu coğrafyadaki serüvenine yeni bir kapı açmaya çalışıyor.

Bu amaç bağlamında LGBT bireyleri bu hareketin neresinde görebiliriz?
Sonsuz sayıda cinsiyet ifadesinin var olabileceğini gösterip cinsiyet rollerini yerle bir etmeye çalışanlar olarak, feminist hareketin bu dönüştürme çabasında büyük bir müttefik olduğumuzu düşünüyorum. Egemen olan, istenen ve olumlanan erkeklik ve kadınlık rollerini yıkabilecek potansiyeli LGBT hareketinde görüyorum. Ancak bu bireylere dönük bir tartışma değil bence. Herhangi bir şey varoluşu ve özü itibariyle bir şey ifade etmez. İcra ettikleri ile değiştirip dönüştürebilir. Bu icralar, özcü tanımları ve haliyle o özcülükten sürekli beslenen cinsiyet rollerini, cinsiyete dayalı işbölümünü ve aslında patriyarkayı iş göremez hala getirme potansiyeline sahip.

Feminist metodoloji yapı eleştirisine mi yoksa kişisel deneyimlere mi dayanmalıdır? Bu bağlamda farklı deneyimlere sahip LGBT bireyler ve kadınlar ortak bir yapı eleştirisinde, mesela ataerkillik ve muhafazakarlık karşıtlığında buluşabilirler mi?
Bu ikisinin birbirinin karşıtı olduğunu düşünmüyorum. Her ikisine da dayanmalıdır. Salt yapı eleştirisi üzerinden ortaklaşmak daha kolay gibi geliyor. Ki aslında şu güne kadar kol kola yürümemizin sebebi de bu. Ancak bu deneyimleri hep beraber konuşulur kılmadıkça, alanlarımızı birbirimize açmadıkça, sahip olduğumuz araçları paylaşmadıkça bu sadece “stratejik ortaklık” olur, yoldaşlık olmaz.

Farklı ayrımcılık deneyimlerine sahip gruplar farklı örgütlenmeler mi oluşturmalıdır? Bu farklı deneyimler ortak bir düzlemde mücadele etmeye engel midir?
Özörgütlenmelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hepimiz bu toplumsal yapının parçaları olarak her türlü ayrımcılık pratiğini yeniden ve yeniden üretiyoruz. Bu sebepten beraber örgütlendiğimiz arkadaşlarımız üzerinde tahakküm kuruyor ve sesini görünmez kılıyoruz. Böylesi bir tahakkümün altına alınan özneler ise bu “karma” ortamlarda sözünü üretemiyor ve kendisine en benzeyenlerle, en benzer yaraları almış olanlarla örgütleniyor. Ancak bu örgütlenmelerin kendi iktidar alanlarını yaratması ve bu alanı diğer öznelere tamamen kapaması da çok mümkün. Bunun panzehiri olarak, özörgütlülüğün ortak bir mücadele zemininde anlam kazandığı fikriyle ilerlememiz gerektiğini düşünüyorum.

LGBT hareketi aynı zamanda feminist bir harekettir demek mümkün mü?
Hangi LGBT hareketi ve hangi feminist hareket? J LGBT hareketi, feminist bir hareket olma potansiyeline sahip ve bence LGBT hareketi yeni ve farklı bir feminist hareket inşa ediyor. Patriyarkaya, heteroseksizme ve bence bu ikisini hem besleyen hem onlardan beslenen ikili cinsiyet rejimine karşı yeni bir feminizm. Şu anki tariflemeyle transfeminizm dediğim ama aslında konusu translar olan bir feminizm ya da transların feminizmi olmayan başka türlü bir feminizm mümkün.

Kimlik temelli bir politikanın kendi içine kapanması bir çeşit muhafazakarlık mıdır size göre?
Elbette, daha da ötesinde sisteme entegre olma çabasıdır. Bu içine kapanma, hem yeni ezilen kategorileri yaratmaya hem de kimlik politikalarının hedeflediği özgürlük düşünün ertelenmesine yol açıyor. Kendi kurduğu alanın hakimi olmaya ve bu alanı muhafaza etmeye çalışmak, bütün iktidar pratiklerini yeniden ve yeniden üretmek demek. Burada sanırım mücadele etmek için ihtiyaç duyduğumuz alanlar ve mevzilerin çekiciliğine kapılıp, o alanın mücadele için ve mücadele içinde anlamlı olduğunu sürekli kendimize hatırlatmamız gerekiyor.

LGBT hareketinin 2000’lerdeki yükselişi, 20-30 yıllık bir tarihselliğe ve birikime sahip olan feminizm içindeki verili söylemlerde bir sarsıntı yaratmayı başarabildi mi sizce?
Sarsıntı ne demek, kaosa yol açtı. 2000lerde yaşananları sadece okuduklarımdan ve dinlediklerimden biliyorum. O yüzden çok fazla o döneme dair konuşmak istemiyorum ama özellikle son 3 yılda yaşananlar kaos etkisi yarattı. Bu kaotik hali fazlasıyla önemsiyorum ve birçok olasılığa gebe olduğunu düşünüyorum. Feminist siyasal alanın sıkışmışlığını aşmak için çok kritik anlarda olduğumuzu düşünüyorum. Kadın politikası derken birden translar “pörtledi” ve ikili cinsiyet rejimi, transfobi  gibi meseleler daha fazla konuşulur oldu. Bunun dışında bence en büyük etki cinsellik meselesinde oldu. Cinselliğe yaklaşımlarımızdaki romantize halleri sorgulamaya başladık. Ancak bütün bu değişim ve dönüşümler maalesef ki teorik-politik alana dair dönüşümler olageldi. Bunların pratik alana yansımalarını henüz görebildiğimizi düşünmüyorum. Ancak, bu yansımaların her şeyi yeniden değiştirip dönüştüreceği fikrindeyim.

Resmi siyasetin sınırlarının dışına taşan bir sivil toplum mücadelesi içinde feministler ve LGBT bireylerin ortak hareket etmesi bir zorunluluk mudur?
Zorunluluk olduğunu sanmıyorum. Ama beraber hareket etmenin herkes açısından daha geliştirici, dönüştürücü olduğunu düşünüyorum. Birlikte hareket ederek değişip dönüşürken bir yandan da söylemlerimizi ve mücadele araçlarımızı değiştirip, dönüştürüyoruz. Bir süredir İstanbul Amargi’de yürütülen tartışmalar, aslında bu birlikteliğin kuramsal anlamda nasıl açılımlar sağlayabileceğinin açık kanıtı.

LGBT ve feminist hareket Türkiye’deki hızlı muhafazakarlaşma karşısında alternatif bir dayanışma biçimi geliştirilmeli midir? Öyleyse bu nasıl olur?
Türkiye’de yükselişe geçen muhafazakarlaşma ve faşizm karşısında, dayanışmak artık önemli olmaktan çıktı ve zaruri bir hal almaya başladı. Bu noktada bence iki temel şeye dikkat etmemiz gerekiyor. İlk olarak, dayanışma ağlarını daha sağlam örmek için; birbirlerimizin evinde misafirmiş gibi davranmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Ki bu iki “ev” birbirinden tamamen ayrı değil. Birçok aktivist bu kesişim alanlarında pozisyonlanmış durumdayız. Bu kesişimlerdeki deneyimlerin dayanışmayı nasıl örebileceğimiz sorusuna cevap oluşturabileceği fikrindeyim.
İkincil olarak bence dikkat etmemiz gereken, bu muhafazakarlaşmanın neo-liberal dönüşüm ile bağlantılarının daha net tariflenmesi gerekliliği. Muhafazakarlaşmayı kentsel dönüşüm politikalarından ayrı düşünemiyorum. Ve bu politikaların bizi nasıl etkilediğine dair ortaya net bir şeyler koyabilmiş değiliz.

LGBT ve feminist hareketin ortak bir mücadele yürütebileceği alanlar nelerdir? Biraraya gelip konuşma ve tartışmanın ötesinde ne gibi kanallar açılabilir?
Şiddete karşı mücadele, beden politikaları, cinsel politikalar ve savaş karşıtlığı ilk aklıma gelen alanlar. Beraber iş yapmaya başlamanın birçok kapı açacağını düşünüyorum. Mesela nefret cinayetlerine karşılık bir kampanya örgütlemek beraber. Veya artan savaş koşullarına karşı LGBT hareketi ve feminist hareket beraber iş üretmek. Ama bütün bunların ön koşulu komşu ziyaretlerini bırakıp, kol kola yürüme haline geçmek. Bu da sizli bizli konuşmayı bırakıp, biz diye konuşabileceğimiz bir platform inşa etmekle mümkün gibi geliyor.
 
Röportaj: Umut Güner/kaosgl.org

Etiketler: kadın
İstihdam