24/06/2015 | Yazar: Gülayşen Erayda

Gösterdiği fotoğraflara yan gözle dahi bakmayan oğlunu her görüşünde kahroluyor ama ertesi gün kaldığı yerden devam ediyordu.

Dizleri, kemiklerinin içine minik bir fare girmiş de kemiriyormuş gibi yine çok ağrıyordu. Çektiği ızdırabın büyüklüğünü anlatmak için hep bu benzetmeyi yapan kadının karşısında oturan adam ise, gözlerini önündeki gazeteden ayırmadan onu dinlermiş gibi başını sallıyordu. Birisi durmadan ağrılarından söz ederken diğeri de okuduklarından önemli gördüğü ekonomi ile ilgili haberleri yüksek ve sıkıntılı bir sesle tekrar ediyordu. Silinmekten matlaşmış ve rengi yer yer solmuş bordo kadifeden koltuk takımının tekli olanına oturmuş olan kadın ve bazı yerleri çatlamış lake büfe önündeki yemek masasının bir iskemlesine yerleşmiş adam, kendi dünyalarından haberlere dalmışlardı. 
 
Yaşlı çifte dikkatle baktı. Yaşam kadar uzun hissettiği bir zamandır birlikte yaşadığı amca ve yengesi; anne ve babasını trafik kazasında kaybedince onu yanlarına almışlardı. Liseden sonra eğitimine devam etmemiş, yemek yapımı ve ev işlerinde hünerlerini arttırmıştı. Yengesi her sabah yanına gelir, o gün neler pişirileceğini söyler, dizleri izin verdiği zamanlarda ona yardım ederdi. Kahvaltı masasını çabucak toplayıp, soluğu mutfakta aldı. Yengesi hasta olduğu için şu yemeği, tatlıyı yapalım diyemeyeceğinden fazla el oyalamayanları yapıp, kitabını okumaya yeterince zaman bulacaktı. Akşam Can’la kitap üzerine konuşabilecek olması, onu çok mutlu ediyordu. Bu evde yaşamaya başladığından beri kuzeni, en iyi arkadaşı -yaşları birbirine çok yakındı- olmuştu. İlk günlerde çektiği acılar ve yabancılığın üstesinden gelmesine çok yardımcı olan genç adamın varlığının, tüm sorunlarını hafiflettiğini düşünüyordu. Evin tekne kazıntısı -  amcası hep böyle takılırdı küçük kuzenine-  Nazlı ile ise -daha çok genç olduğundan –  henüz fazla yakınlaşmamışlardı. Amcası emekli olduktan sonra evin daha da küçülen bütçesi –ne yazık ki babasından aldığı yetim maaşı fazla katkı sağlamıyordu-, mutfağa da yansımış, git gide sadeleşen menüler yapmaya başlamıştı. Can’ın çalışmaya başlaması evin giderlerine ilaç gibi gelmiş, bu sayede yemekler de şenlenmişti. Genç adam, kız kardeşinin iyi bir eğitim alması için de yakından ilgileniyor, okul masraflarını karşılıyordu. Evdeki ilk zamanlarında, bir sürpriz yaparak parmaklarıyla ismini –Handan- söylediğinde çok mutlu olmuştu genç kadın.  İşaret dilini bu kadar çabuk öğrenmesi, ona olan hayranlığını bir kat daha arttırmıştı. Ailenin diğer fertlerini, dudaklarını okuyarak anlayabiliyordu. Bu durum özellikle yengesiyle konuşurken çok hoşuna gidiyordu. Yaşlı kadın dudaklarını abartılı şekillere sokup kelimeleri hecelere bölüp söyledikçe gülmemek için kendisini zor tutar, onlara söyleyeceklerini ise yazarak anlatırdı. 
 
Askerliğini de yapmış, iş güç sahibi oğlunun 30 yaşına gelmesine rağmen evlenme konusunu hiç açmaması annesini çok üzüyor, onu dünya evine sokabilmek için çevresinde sıkı araştırmalar yapıyordu. İşe gidiyormuş gibi sabahleyin çıkıp, yorgunluktan bitap halde küçüklü büyüklü genç kız resimleriyle eve dönüyordu. Hep birlikte oturma hayallerine uygun; çalışan, hanım bir kız arıyordu. Handan bir gün kendi fotoğrafını da diğerlerinin arasına koymuş, yaşlı kadın ise çok kızıp resmini yırtıp, atmıştı. Gösterdiği fotoğraflara yan gözle dahi bakmayan oğlunu her görüşünde kahroluyor ama ertesi gün kaldığı yerden devam ediyordu. Dizleri ağrımaya başladığından beri bu konuda duraksama olmuş, Can da rahat bir nefes almıştı. İş çıkışı eve dönüğünde –hep aynı saatte, mesaiye kalacağı zaman da muhakkak söylerdi- elini yüzünü yıkar, üzerini değiştirip kendisini koltuğa bırakırdı. Yemek masası hazırlanana kadar dinlenir, evdeki konuşmalara genellikle katılmazdı. Kız kardeşinin yaptığı şakaları ise karşılıksız bırakmaz, tüm yorgunluğuna rağmen onunla çocuk olurdu. Hafta sonları dışarıya çıktığında akşam eve hep vakitli dönerdi. Handan’ı da beraberinde birkaç kez götürmek istemiş ancak annesi işlerinin çok olduğunu söyleyerek konuyu kapatmıştı. Masadaki yerini aldığında, sessizce yemeğini yer, en sade yemekte bile beğenisini dile getirirdi. Babasının, fazla konuşmamasından şikayeti üzerine bilgisayar programlamanın onu çok yorduğunu, dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söylerdi. Her aybaşı akşamı, eve geldiğinde elini yüzünü yıkamak yerine ilk önce salondaki büfenin üzerinde duran bisküvi kutusundan bozma, teneke kutunun kapağını açar, maaşının önemli bir bölümünü bırakırdı. Annesiyle babasına baklava, kız kardeşine sevdiği şarkıcıların albümlerini ve Handan’a da kitap getirmesi adetten olmuştu. Yemek faslı bittikten sonra biraz canlanır, anne ve babasıyla kahvesini içip, Nazlı ile sohbet ettikten sonra mutfağa yönelirdi. Handan bulaşıklarla meşgulken yanına gelir, kitaplardan veya o gün yaşadıklarından, hayattan konuşurlardı. Dizleri için aldığı ilaçların etkisi akşam yemeğinden sonraki rehavetle birleşince, yaşlı kadın oturduğu yerde uyuklamaya başladığından bu sohbetleri fark edemiyordu. Her akşam, Nazlı odasında bilgisayarıyla, babası da okumayı bir türlü bitiremediği gazetesiyle sürekli meşgul olduklarından zaten dünyadan haberleri yoktu. Okuduğu kitapları geri vermek istediğinde Can, çok beğendiklerinin onda kalabileceğini söylemişti. Handan böylece ev halkınca gözden çıkartılmış, eski yüzlü bir bavulu kütüphanesi olarak kullanmaya başlamıştı.  
 
Akşam mutfağa her zamankinden daha erken gelmişti. Sıkıntılı hali gözünden kaçmamış, çok ısrar ettiği halde nedenini öğrenememişti. Kısa konuşmuş, dalgın ve düşünceli odasına girmişti. Salondaki koltuklara çarşafını sererken, aklı hala Can’daydı.
 
Ertesi sabah, Nazlı haricinde -yaz tatilinde olduğu için sabahları geç kalkıyordu- hep beraber kahvaltı için masaya oturmuşlardı. Can, yüzünde ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı. Artık saklanarak yaşamak istemediğini, onlarla paylaşmak istediği çok önemli bir şey olduğunu söyledi. Her zaman gazetesi ile meşgul olan babası bile durumun ciddiyetini kavramış, gözünü kırpmadan oğluna bakıyordu. Ağzından birkaç cümle çıkmıştı ki annesi birden ağlamaya başladı. Babası ise çok sert bir ifadeyle bir şeyler söyleyerek ayağa kalktı ve odasına girdi. Masada tek başına kalan annesi sızlanarak ağlamaya devam ederken Can, elini bile sürmediği kahvaltısını bırakarak evden çıktı.
 
Mutfakta kırılan çay bardağını temizlemekle uğraştığı için masaya biraz daha geç gittiğinde, konuşmanın sonuna tanık olmuştu. Yengesinin Can’a  , “Tövbe Allah’ım, ne yaptın sen, erkeklerle mi?”  diye sorduğunu ve ağladığını görmüştü. Amcası ise onu adam gibi yetiştirdiğini, bir an önce kendisine çeki düzen vermesini söyleyerek masadan kalkmıştı. Çok istediği halde Can’a bakamamış, gerisin geriye mutfağa dönmüştü. Kendisi için mi yoksa Can için mi olduğunu bilmeden uzun süre ağlamıştı. Akşama kadar kimse onunla konuşmamış, yengesi yapacağı yemekleri söylememişti. Salona girip çıktıkça amcasını gazetesine, yengesini de koltuğuna daha da gömülmüş halde bulmuştu.
 
Eve her zamankinden çok daha geç gelen Can, doğruca odasına girmişti. Annesiyle babası düşünceli salonda oturuyor, ağızlarını bıçak açmıyordu. Nazlı neler olduğunu anlamaya çalışıyor, durmadan sorular soruyordu. Handan ise mutfakta düşünceleri ile baş başaydı.  Babası kararlı adımlarla Can’ın odasına girdi. Endişesi her halinden belli olan annesi de peşinden gitti. Yarı açık kalan kapıdan odadaki konuşmalar işitilebiliyordu. Babası, çevreden duyulursa onun yüzünden el aleme rezil rüsva olacağını söylüyor, şerefinin kalmayacağından bahsediyordu. Annesi kötü bir çocuk olmadığını, bu işin içinde başka şeyler olduğunu söyleyerek onu yakınlarından duyduğu nefesi çok kuvvetli bir hocaya götüreceğini söylüyordu. Kadınla adamın dışarıya taşan seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Nazlı ağabeyine söylenilenleri,  hayretler içinde eliyle ağzını kapatarak dinliyordu.
 
Can’la artık ne kitaplardan ne de hayattan konuşabiliyorlar, sadece sabah ve akşamları -çok kısa bir süre-  karşılaşıyorlardı. İş dönüşlerinde hiçbir şey yemeden odasına kapanıyor, sabaha kadar da çıkmıyordu. Aybaşlarında ise teneke kutuyu açmayı, albümleri ve kitabı getirmeyi asla ihmal etmiyordu. Günden güne zayıflaması, renginin soluklaşması içini çok acıtıyordu. Nazlı, sorunu öğrendiğinde ağabeyini odasında sık sık ziyaret etmiş, günler geçtikçe kapısını daha seyrek çalar olmuştu. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış gibi iyileşmesini beklemişler, Can’ın kesin tavrı üzerine onu umutsuz bir vaka gibi görmeye başlamışlardı.  Onunla konuşabilmek umuduyla sık sık odasına gidiyordu. Yaptığı esprilere eskisi gibi gülmüyor, kitaplarla ilgili yorumlarına da kayıtsız kalıyordu. Bir gün tüm cesaretini toplayarak, onu olduğu gibi sevdiğini söylediğinde gözleri nemlenen Can hiç bir şey söylememiş, sadece buruk gülümseyebilmişti. İnsan olmak ne demekti? Yengesinin dizlerindeki minik fare, kendi kafasının içine atlamış gibi hissediyordu. Herkes gibi mi olmak zorundaydık? Bizi biz yapan, özgür düşüncelerimiz değil miydi? Öyleyse neden dünyanın en büyük suçunu işlemiş gibi davranıyorlardı? Amcasıyla yengesi bir süre sorunun nedenini birbirlerinde aramışlar, sonunda ondan da vazgeçip hiç konuşmamaya başlamışlardı. Salona artık neredeyse yatmadan yatmaya giriyor, zamanının çoğunu mutfakta geçiriyordu. Ev halkının da artık kendisi gibi sağır- dilsiz olduğunu düşünüyordu.
 
Büyük sessizliğin üçüncü ayı dolmak üzereydi. O akşam, kelimenin tam anlamıyla birbirlerine girmişlerdi. Babası dövecekmiş gibi Can’ın üzerine yürüyor, araya giren annesi feryat figan oğlunu bu yola düşürenlere beddualar yağdırıyordu. Nazlı olanlara uzaktan bakıyordu. Handan’ın mutfakta olduğu bir sırada gelişen olaylar sırasında bir anlık boşluk bulan babası, yüzüne okkalı bir tokat atmış, sendeleyerek yere düşen Can hiçbir şey söylemeden odasına girmişti.
 
Sabahleyin içinde müthiş bir sıkıntıyla uyandı. Yatağını toplayarak mutfağa geçti. Kahvaltı hazırlığı için salona girdiğinde ona sırtları dönük konuşan amcasıyla yengesini gördü. Ne söylediklerini görememesine rağmen yengesinin ölçülü hareketlerle dövünmesinden olanları anlaması çok zamanını almadı. Ürkek adımlarla Can’ın odasının önünde durdu. Derin bir nefes alarak kapıyı açtı.  Yatağında derin bir uykudaymış gibi yatıyordu. Yanına kadar gitti. Kıpırdamayan elini avucuna aldı. Öptüğü parmakları daha soğumamıştı. Yarı açık duran gözlerini kapattı. Yanağından süzülen yaşları silerek yavaşça odadan çıkıp mutfağa gitti. Birden yanında yengesini gördü. Ağlamaktan şişmiş gözleriyle ona bakarak, börek ve helva yapacaklarını söylüyordu. Cevap vermeden mutfaktan çıktı. Yarısından fazlası kitaplarla dolu olan bavuluna bir kaç parça eşyasını koyarak kapattı.  Sımsıkı tutarak sokak kapısına doğru yürüdü.
 
Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi arkasına dönüp evin içine son kez  baktı. Yıllarca yatağı da olan koltuk takımı, yemek masası, büfe, teneke kutu…  Ona hiçbir şey tanıdık gelmiyordu artık. Dışarıya yalnız ilk adımını attı. 

Etiketler:
İstihdam