07/10/2015 | Yazar: M A

Heteroseksist aşkların metafiziği veya Kartal Belediyesi’nde düğün’’ isimli yazım adeta otopsisi yapılarak eleştirilince bu konuda ‘’hakkını vererek’’ bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm.

"Heteroseksist aşkların metafiziği veya Kartal Belediyesi’nde düğün’’ isimli yazım adeta otopsisi yapılarak eleştirilince bu konuda ‘’hakkını vererek’’ bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm"

Felsefe, sosyoloji ve sanat disiplinleri içerisinde güçlü bir diyalog kurulabilmesi için öncelikle bireylerin ortaya koydukları metinlerin/ ürünlerin doğru bir şekilde anlaşılmasını ve iletişim kanallarında bireyler üzerinde otorite ilişkisini yeniden üretmeyen dokunuşların tercih edilmesini çoğu zaman akış halinin sürdürülebilirliği açısından kıymetli bulurum. Elbette bu, iletişim kanallarını geliştirmek isteyen bireyler tarafından her zaman tercih edilen bir yol olarak görülemez. ’’doğru şekilde anlaşılmak’’ ifadesi başlı başına birçok epistemolojik ve ontolojik soruya cevap vermemizi gerektiriyor olsa da ‘’felsefe böyle yapılır!’’ diyen ve derinlerine eril tahakküm gizlenmiş üsluba böyle bir iddia ile karşı çıkmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. (Hemen hatırlatmak da yarar vardır ki felsefe tekelciliğine karşı söylenebilecek tek şey elbette felsefenin her türlü yapılabileceği gerçeğidir)

Biraz düşündürmek ve açıkçası pek ciddiye almadığım filozof olarak adlandırılan ‘’kodamanlar’’  hakkında biraz da güldürecek sözler söylemek için kaleme aldığım‘’ Heteroseksist aşkların metafiziği veya Kartal Belediyesi’nde düğün’’ isimli yazım adeta otopsisi yapılarak eleştirilince bu konuda ‘’hakkını vererek’’ bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm.

Öncelikle bu yazı boyunca felsefe tarihini ve gündelik yaşamı incelemek için kullanacağım yöntemi biraz açıklamak istiyorum. Kullanacağım yöntem bireylerin yaşamları boyunca aldıkları politik pozisyonları ve ortaya koydukları yazılı ürünleri birbirinden bütünüyle ayrı alanlarda gerçekleşen süreçlermiş gibi ele almayı kabul etmeyen bir yöntemdir çünkü pratik ve teori olarak adlandırdığımız şeyler bir paranın iki yüzü gibi vücut bulurlar ve aynı zamanda tek bir yapı olarak anlam kazanırlar.

Örneğin delicesine sarhoş olup kavga eden genç Marx’ın diğer bireylere etkisiyle Kapital’i kaleme alan Marx’ın diğer bireylere etkisi arasında temelde hiçbir fark yoktur. Aynı şekilde Marx’ın Lafargue'a yazdığı hayli erkek egemen bir dile sahip olan mektubu da Kapital kadar Karl Marx isimli bireyden zuhur etmiş bir üründür ve evet Kapital kadar Marx’ın teorisinin bir parçasıdır.

Ancak erkek egemenliğine dayanan felsefe tarihi okuması çoğu zaman özel hayat olarak tanımladığı şeyi teorinin bir parçası olarak görmemeyi tercih eder ve mektup gibi ürünleri  ‘’özel hayat’’ kapsamında ele alarak bu hassas konuları felsefe, siyaset bilimi ve sosyolojinin dışına itme eğilimindedir.

Öncelikle Aşk üzerine çok kıymetli bulunduğunu sezdiğim metinler yazan Alain Badiou’nün kim olduğuna bakalım. Benim ‘’Alain Badiou kimdir?’’ sorum kuşkusuz tarihte yaşamış bir kişi olarak kabul ettiğim bir bireyin politik pozisyonlarına dair bir soru olacaktır çünkü daha önce de belirtiğim gibi kişilerin politik pozisyonları ve bunları kaçınılmaz olarak ifade etmek için kullandıkları araçlar bizzat teorilerinin parçasıdırlar ve bireylerin teorilerine dair ciddi ipuçları verirler.

 Aşk’a dair çeşitli fikirlerini önceki yazıma bir eleştiri amacıyla kaleme alınmış metinde gördüğümüz ve yazarın değimiyle ‘’avukatlığı’’ yapılan Badiou’nün sıkı bir maoist olduğunu öğrenince açıkçası benim aşka dair bildiğim o coşkulu ve özgürlükçü duygular bir anda ruhumun derinlerine doğru yol almıyor desem doğru olmaz.

Gerçekten de tarihin görebileceği en korkunç diktatörünün ve aynı şekilde en özgürlük düşmanı teorilerinden birinin, maoizmin ,  ‘’aşkın kitabını yazmış’’ kişi tarafından göklere çıkarılması şaşılacak bir durum olsa gerek.

Bu konuda uzun uzun alıntılar vererek kimseyi sıkmak istemem ancak cinsiyetçi olarak damgalamadığım onun yerine cinsiyetçilikten ve heteroseksizmden pek uzak bir yere düşmediğini düşündüğüm Badiou’nün ve felsefesinin bu eleştirilere gelmeden önce açıkça bir faşizm teorisi ve faşizm pratiği olarak tanımayabileceğimiz maoizm ile yüzleşmesi gerektiğini söyleyebilirim.

Madem konumuz heteroseksizm ve onun felsefe içerisinde üretim halleri o zaman maoizmin sayısız politik gruba, varoluşa ve doğaya karşı takındığı baskıcı tutumlar içerisinden sadece birisini; LGBT’lere yönelik şiddeti hatırlatmamız bile  maoizmin ve maoist pratiğin ne olduğunu anlamamız açısından yeterli olacaktır.

Maoizm’in Çin’deki pratiği eşcinselliği açık bir şekilde komünizmin düşmanı olarak görüp eşcinsel cinselliğini (kapitalist) batı ile özdeşleştirme eğilimindeydi. Sayın Badiou ya gerçekten Maoist teorinin ve pratiğin LGBT’lere uyguladığı şiddetten tarihsel bir bilgi olarak haberdar değil ya da bu onun için tartışılması çok da gerekli olmayan küçük bir ayrıntı.

Bu bağlamda Badiou hakkındaki fikirlerim değişmediği gibi Badiou’nün politik kariyerine dair öğrendiklerimle birlikte kendisinin Rimbaud’dan alıntılar yapmak yerine uzun yıllar savunduğu homofobik  teori ve pratik tarihi olan Maoizm’in alt yapısının eleştirisine odaklanmasının daha tutarlı olacağını düşünüyorum. Aynı şekilde Badiou’nün felsefesini iyi anlamadığımızı söyleyen okurların da felsefi ve politik olarak ciddi tutarsızlıklar barındıran bu pozisyonları tekrar gözden geçirmesi gerekmektedir.

Bir maoistten queer aşka dair bir şey bulmayı ummak Heidegger’den anti semitizm karşıtı bir felsefe çıkarmaya benzer desek sanırım bu bir abartı değil yerinde bir benzetme olur.

Badiou konusunu kapatıp Schopenhauer üzerine fikirlerimi belirtmeden önce elbette kendini anarşizm ile tanımlamayı tercih eden Oscar Wilde ile  homofobik Mao ve Maoizm güzellemesi yapan Badiou’nün dünya görüşleri arasında eleştiri yazısını kaleme alan yazarın düşündüğünün aksine sadece bir ayrılık değil ciddi bir çatışma,savaş vardır. Bir tarafta totoliter ve heteroseksist rejimin ve teorinin olumlanması varken bir tarafta özgürlüğün tutkulu bir dışa vurumu vardır.

Anlamadığım bir şekilde eleştiri metni Schopenhauer’dan Butler’a doğru ilerleyen bir hattın vurgusunu yapma ihtiyacı duyuyor. Felsefe ve sosyoloji tarihi içerisinde teorisyenlerin birbirlerini etkilemelerine dair bir hat çizmek bu hattın belli yerlerinde duran düşünürlerin birbirleriyle yakınlıklarına dair her zaman sağlıklı bir çerçeve sunmuyor.

Kuşkusuz cinsiyetçiliğin üretilmesi, Irkçılık, anti semitizm, kölecilik güzellemesi ve mutsuz bir cinsel hayata sahip olma açısından Schopenhauer ile aslında hep yanlış(!) anlaşıldığı söylenen Nietzsche arasında bir paralellik kurulabileceğine katılıyor olsam da hattın diğer basamaklarına yerleştirilen Foucault ve Butler’ın bu yakınlaştırmada yerleri olmadığını söyleyeceğim. Ebetteki düşünce tarihi açısından böyle bir çerçeve mevcut olsa da bu filozofların yakın düşüncelere sahip olduklarına dair bir imayı kendi içinde taşımamaktadır.(  Jacob Bohme ve Hegel arasındaki etkileşim bu yönüyle önemli bir örnektir.)

Yazarın ‘’dönemin koşullarından dolayı öyle oldular’’ demek dışında farklı bir argüman üretmeden ‘’anlaşılır’’ kılmaya çalıştığı Schopenhauer ve Aristo cinsiyetçiliğine dair hatırlatılması gereken onlarla aynı dönemde hatta aynı coğrafyada yaşamış sayısız düşünürün kadınlara karşı geliştirilen eril dile ve onlara uygulanan şiddete ciddi bir şekilde ses çıkardığı olacaktır.(Felsefe ve Edebiyat tarihi ayrıntılı bir şekilde taranırsa bu düşünürler kolaylıkla bulunabilirler)


Yani yazarın iddia ettiği gibi cinsiyetçilik, hadi modern zamanlarda bulunduğu düşünülen bu kavram yerine kadınlara uygulanan şiddet diyelim, sanıldığı gibi bütün toplum tarafından kabul görmüş bir değer değildir. Kaldı ki bir değerin bütün toplum tarafından kabul edilmiş olması o değerin etik politik açıdan ‘’anlaşılabilir’’ olup olmadığına dair bir şey söylemez. Nazi rejiminin çok büyük düşünürler, sanatçılar ve bilim insanları tarafından desteklendiğini gördüğümüzde faşizmi savunan bu kişilere getireceğimiz eleştiriler ‘’dönemin koşulları’’  mantığına dayanan eleştiriler olmuyorsa Schopenhauer ve Aristo neden birer istisna olsunlar? Bir düşünürü çağın ilerisine taşıyan nitelik zaten o dönemin düşünce kalıplarını kırarak ölümsüzleşmesi değil midir?


‘’dönemin koşulları’’ mantığıyla kıymeti hatırlatılmaya çalışılan Aristo’ya ve dönemine bakalım: Gerçekten Antik çağın okulları patriyarkanın tüm baskıcı araçlarına rağmen, ki patriyarka sanılabileceğinin aksine binlerce yıldır varlığını sürdüren bir sistemdir, çok güçlü kadın filozoflar yetiştirmiştir. Kinizm, Pisagorculuk ve daha bir çok Anti felsefe okulu içinde kadınlar köleci topluma rağmen(!) bulunmuşlar ve felsefe disipliniyle ilgilenmişlerdir ancak antik çağın kadın filozofları ünlü bir kadın felsefe tarihi araştırmacısının hatırlattığı gibi Aristocu okula girmeyecek kadar zeki oldukları için Aristo’nun dikkatini çekmemiş olabilirler.

Bir yanda Kadınları ve köleleri okullarına kabul eden birçok Antik felsefe okulu varken bir yanda kadınları ve köleleri okuluna kabul etmeyen bir okul var. Sizce hangi okul çağın dogmalarını aşıp sonsuz düşünme arzusunun dünyanın bütün çağlarına taşınması konusunda büyük bir adım atmış olabilir?

Felsefe tarihinde her ne kadar eril bir metot ile tarihe bakanlar tarafından pek görülmüyor olsa da zaten hali hazırda bir savaş mevcut olduğuna göre şimdi ne söylememiz gerekir?

Aristo öldü yaşasın Özgürlük!

Not 1: Zizek’e dair önceki yazımda aldığım konum bu yazımda da geçerliliğini korumaktadır.
Not 2:Bahsi geçen  ‘’Aşkın metafiziği konferansı ve eleştirinin kolaycılığı’’ isimli yazı Kaos GL’de bulunabilir.

Not 3:Etkinliğe katılan yakın arkadaşlarımdan dinlediklerimden sonra tekrar etkinliğe katılmamamın çok doğru bir karar olduğunu da teyit etmiş bulunuyorum.
Not 4: Yazarın ‘’queer/straight gibi ikilikler bütün anlamlarını yitirir’’ cümlesinden queer teoriye dair eksik bir bilgilenimi olduğunu düşündüğüm için queer konusundaki açıklamalarına da cevap vermeyi tercih etmedim.

 


Etiketler:
İstihdam