17/08/2011 | Yazar: Yıldız Tar

Üzerinde bir yük vardı, tam göğüs kafesini darlayan. Nefes alış verişleri zorlaşmış, boğazı ağrımaya başlamıştı artık. Sanki yağmursuz geçen yılların öfkesini biriktiren çöl rüzgârları dudaklarını parçalıyor, ağzını açmasını engelliyordu. Belki de eski bir çöl hikâyesinin karanlık ve korkunç canavarıydı saldıran, kim bilir…İlk olarak çok ufakken fark etti adlandıramadığı; ancak betimleyebildiği bu yükü. Her ne kadar o hatırlamasa da ne zaman karşılaştıklarını, ben tuttum bütün kayıtları. Sessiz bir vakanüvis gibi çalıştım senelerce. Her anı, her düşüncemsiyi arşivledim. Ve şimdi sizleri o anlara götürmek istiyorum. Belki ‘O’nu azıcık ucundan anlamamıza yardım eder temennisiyle…Bedeni biraz daha ufak, kalbi biraz daha iriyken oldu her şey. Birden üzerinde hissetti. Kalbi ufalmaya başladı o anda. Donakaldı. Daraldı, içine büzüldü bütün varlığı. Korkmuştu ya kendisinden, yükten, görülmekten, bilmekten ve böylece olmaktan. Ama ne çare, bir kez tanrı ‘OL!’ demişti. Seneler kum taneleri gibi geç(e)medi. Akmadı yıllar. Duran seneler diye adlandıracaktı o yılları çok sonradan. Seneler akmadıkça eksilir sandı ya yükü, yanılmıştı. Baktı bayağı güçlü düşmanı, mücadeleden vazgeçti. Senelerin huyuna ayak uydurdu ve dağ tepelerine çekildi. Eylemsizliği eyledi, istemlice.Bir süre sonra alışmaya başlamıştı bu yüke. Ötekisi olmadan kendi olamayacağını bilen birinin bağımlılığıyla yaklaştı yüküne. Onu tanımaya çalıştı. Tanıdıkça uzaklaştı yükünden. Ve neden yük dediğini bir kere daha anladı. Uymuyordu üstüne; boyun kısmı fazla dar, bel kısmı fazlaca genişti. Neresinden tutsa çekse uyduramadı üzerine. İğreti duruyordu her şey. Olmamışlık, tamamlanmamışlık hissi hiç eksilmiyordu. Öznesi olamayacağı bir hikâyenin öznesiymiş gibi davranmak, Prometheus’un acısına eşlik etmek gibiydi. Zeus’un, yüce tanrının, yasasıyla bağlıydı acısına Prometheus; onu da acısına/yüküne bağ(ım)layan kurallar, kanunlar vardı ya göremiyordu henüz onları. Kurtulması lazımdı artık ama silkinmek o kadar da kolay değildi. Uzun yolculuklara çıkmalı, okyanus diplerinden inciler toplamalı ve bu incileri çölde yaşayan bilge şamanlara götürmeliydi. Ardından o şamanların onu sağaltmasını beklemeliydi. Yolculuk ayakkabısı bile yoktu ama ‘HAYDE!’ diyerek çıktı yola.Az gitti, uz gitti. Dere tepe ters gitti. Denizler aştı, derelerde boğuldu. Ama buldu incileri ve şamanları. Şamanlar büyülü sözler eşliğinde dans ettiler. Gök ile yerin dansını hissetti içinde bir yerlerde ve beklemeye koyuldu. Yükün birden yok olmasını bekledi.Olmadı, yapamadı. Birden vazgeçemedi alışmak zorunda kaldığından.İnciler yağmur oldu gözlerinden yağdı.Ve bir gün kalbi olduğundan daha büyük göründü gözüne. Dikkatlice baktı kalbine, evet bir şeyler değişmişti. Garip bir kıpırtı vardı. Silkindi ve şaşırdı. Göğsündeki yükü itelemeyi denedi. Başarmıştı. Ayağa kalktı, boynunu sıkan gömleğini çıkardı ve Terkos pasajından on liraya aldığı elbisesini giyip sokağa çıktı.

Üzerinde bir yük vardı, tam göğüs kafesini darlayan. Nefes alış verişleri zorlaşmış, boğazı ağrımaya başlamıştı artık. Sanki yağmursuz geçen yılların öfkesini biriktiren çöl rüzgârları dudaklarını parçalıyor, ağzını açmasını engelliyordu. Belki de eski bir çöl hikâyesinin karanlık ve korkunç canavarıydı saldıran, kim bilir…
 
İlk olarak çok ufakken fark etti adlandıramadığı; ancak betimleyebildiği bu yükü. Her ne kadar o hatırlamasa da ne zaman karşılaştıklarını, ben tuttum bütün kayıtları. Sessiz bir vakanüvis gibi çalıştım senelerce. Her anı, her düşüncemsiyi arşivledim. Ve şimdi sizleri o anlara götürmek istiyorum. Belki “O”nu azıcık ucundan anlamamıza yardım eder temennisiyle…
 
Bedeni biraz daha ufak, kalbi biraz daha iriyken oldu her şey. Birden üzerinde hissetti. Kalbi ufalmaya başladı o anda. Donakaldı. Daraldı, içine büzüldü bütün varlığı. Korkmuştu ya kendisinden, yükten, görülmekten, bilmekten ve böylece olmaktan. Ama ne çare, bir kez tanrı “OL!” demişti.
 
Seneler kum taneleri gibi geç(e)medi. Akmadı yıllar. Duran seneler diye adlandıracaktı o yılları çok sonradan. Seneler akmadıkça eksilir sandı ya yükü, yanılmıştı. Baktı bayağı güçlü düşmanı, mücadeleden vazgeçti. Senelerin huyuna ayak uydurdu ve dağ tepelerine çekildi. Eylemsizliği eyledi, istemlice.
 
Bir süre sonra alışmaya başlamıştı bu yüke. Ötekisi olmadan kendi olamayacağını bilen birinin bağımlılığıyla yaklaştı yüküne. Onu tanımaya çalıştı. Tanıdıkça uzaklaştı yükünden. Ve neden yük dediğini bir kere daha anladı. Uymuyordu üstüne; boyun kısmı fazla dar, bel kısmı fazlaca genişti. Neresinden tutsa çekse uyduramadı üzerine. İğreti duruyordu her şey. Olmamışlık, tamamlanmamışlık hissi hiç eksilmiyordu. Öznesi olamayacağı bir hikâyenin öznesiymiş gibi davranmak, Prometheus’un acısına eşlik etmek gibiydi. Zeus’un, yüce tanrının, yasasıyla bağlıydı acısına Prometheus; onu da acısına/yüküne bağ(ım)layan kurallar, kanunlar vardı ya göremiyordu henüz onları. Kurtulması lazımdı artık ama silkinmek o kadar da kolay değildi. Uzun yolculuklara çıkmalı, okyanus diplerinden inciler toplamalı ve bu incileri çölde yaşayan bilge şamanlara götürmeliydi. Ardından o şamanların onu sağaltmasını beklemeliydi. Yolculuk ayakkabısı bile yoktu ama “HAYDE!” diyerek çıktı yola.
 
Az gitti, uz gitti. Dere tepe ters gitti. Denizler aştı, derelerde boğuldu. Ama buldu incileri ve şamanları. Şamanlar büyülü sözler eşliğinde dans ettiler. Gök ile yerin dansını hissetti içinde bir yerlerde ve beklemeye koyuldu. Yükün birden yok olmasını bekledi.
 
Olmadı, yapamadı. Birden vazgeçemedi alışmak zorunda kaldığından.
 
İnciler yağmur oldu gözlerinden yağdı.
 
Ve bir gün kalbi olduğundan daha büyük göründü gözüne. Dikkatlice baktı kalbine, evet bir şeyler değişmişti. Garip bir kıpırtı vardı. Silkindi ve şaşırdı. Göğsündeki yükü itelemeyi denedi. Başarmıştı.
 
Ayağa kalktı, boynunu sıkan gömleğini çıkardı ve Terkos pasajından on liraya aldığı elbisesini giyip sokağa çıktı.
 

Etiketler:
nefret