17/06/2008 | Yazar: Bawer Çakır



Hepimiz ‘hâlâ’ bu dünyanın değişeceğine inanıyor, örgütleniyor, görünür olmaya çalışıyoruz... Ve Judy Garland’ın ‘Somewhere Over the Rainbow’ şarkısında bahsettiği ‘o yerde’ buluşup özgürce dans edeceğimiz günleri bekliyoruz. 

Bundan tam 40 yıl önce dünya özgürlük şarkılarıyla dans ediyor, kaldırımların altındaki kumsallarda güneşlenmek isteyen gençlerin ışığıyla aydınlanıyordu.

Siyaset, müzik, edebiyat, sinema... Kısacası hayatın her metrekaresi bu özgürlükçü dalgadan nasibini almış, her şey ve herkes yüzünü bu hayale çevirmişti. Herkesin fikri aynıydı: Devrim hiç bu kadar sıcak hissedilmemişti. Bir daha da bu kadar yakından geçeceği meçhuldü.

O tarihe kadar kapalı mekanlardan dışarı seslerini ve varoluşlarını sokağa taşıyamayan lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüeller için bundan daha uygun bir zaman, daha müsait bir dünya olamayacağı aşikardı. Ya şimdi ya hiçbir zamandı. Tercih ‘Ya şimdi’den yana kullanıldı.



1968 Haziran’ının üstünden bir yıl geçmişti. New York’taki küçük bir kulüp bir süredir sokakta görünmeyen, iş yerinde ‘olmayan’, ailelerde ‘bulunmayan’ insanların, ağırlığını travesti ve transseksüellerin oluşturduğu topluluğun sıklıkla gittiği bir yer olmuştu. ‘Stonewall Inn’ adlı bu kulüp ‘68’in rüzgarıyla kitlesel eylemlerde haklarından söz edilen, ancak sosyal hayatta kendilerine söz üretecek bir alan verilmeyen insanlar için yepyeni bir çağın başlangıcı olacaktı.

Ama henüz kimsenin haberi yoktu. Bar sakinlerinin bile...

‘Ay Yeter!’

Bu kulüpte ‘ters’ bir şeyler olduğunu fark eden polisin sıklıkla baskın yapmaya, içerdeki insanlara şiddet uygulamaya, herkesten haraç toplamaya başlamıştı.

Kulübe eğlenmek, birkaç kadeh içki içmek, yeni birileriyle tanışmak ya da günün stresini atıp bir iki arkadaşla sohbet etmek için gelen insanların bir noktadan sonra ‘daraltmaya’ başlamıştı.

Ve tarihler 29 Haziran 1969 gecesini gösterdiğinde ‘Ay Yeter!’ diyen bir ses elindeki içki şişesini baskın yapan polislere fırlattı.

Marcha P. Johnson adlı travestinin şişesi polisin başına isabet ettiğinde barda bulunanlar için ‘harekete geçme’ vakti gelmişti.

O akşam kaldırım taşlarında kumsal arayanların şarkıları 69 yazında New York’taki bir kulüpte yüksek sesle söylenir olmuştu. Tek bir farkla: kumsal kaldırım taşlarının altında değildi bu sefer, kulübün kapısının ardındaydı...

‘Huzur içinde yat Judy’

Sokağa taşan çatışma 4 gün sürdü. New Yorklu lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüeller belki de ilk kez varoluşlarıyla ilgili bir direniş gösteriyorlar, baskılara karşı mücadele ediyorlardı.
Bu ‘kırılma noktası’ pek tabii ki 68’in özgürlükçü ve direnişçi rüzgarından kaynaklanıyordu.
O gün belki de gelmiş geçmiş en büyük lgbtt ikonu Judy Garland’ın ölümü bu olayın ateşini yakmıştı.

‘Ebedi annelerini’ kaybetmenin verdiği üzüntü yerini kızgınlığa bırakmış, polisi bardan atan öfke kapısına kurduğu barikatların ardından özgürlükleri için direnişe geçmelerine sebep olmuştu.
Dört günlük çatışma sonunda baskıncı polisler geri çekildi. Stonewall Inn’deki kalabalık artık sokaktaydı. Sokak ilk kez onlarındı. Marcha ve arkadaşları farkında mıydılar bilmiyorum ama o gün tüm dünyada nefes alıp veren milyonlarca LGBTT için tarihe kalpleri kadar temiz bir sayfa açmışlardı.

28 Haziran 1969’dan 2008’in Haziran’ına...

Stonewall Olaylarının ardından dünya yepyeni bir özgürlük mücadelesinin etkisine giriyordu.
Önceleri Eşcinsel Hareketi olarak adlandırılan, ancak yakın zamanda tüm kimlikleri sahiplenmek ve görünür kılmak için LGBTT Hareketi (hatta LGBTTQI)* olarak anılan bu mücadele elbette ki ilk zamanlarında anlaşılmadı, duyulmadı, hatta ciddiye dahi alınmadı. Ancak 69 Haziran’ındaki direnişçiliğini bir haklı bir inada dönüştüren LGBTTler kararlıydı: dünya onların da haklarına saygı duyacak, toplumsal barışın gerekliliklerinden birinin de kendi haklarını kazanmaları olduğuna ikna olacaktı.



Homofobi ve transfobi cinsiyetçi, faşist, militarist zehirle birlikte büyüdükçe büyüdü. Ancak bu negatif yayılma karşısında sabırlı ve dönüştürücü bir direnç buldu her seferinde. Cinsel yönelimi ya da cinsiyet kimliği nedeniyle şiddet gören, dışlanan, işten atılan, evden kovulan, ve hatta öldürülen insanlar yüzlerini umuda dönmüş, sabır tesbihlerini çekiyor ve bıkıp usanmadan (arada ay! dediklerini hesaba katalım lütfen) anlatıyor, tartışıyor, sokaklarda, okullarda, iş yerlerinde görünür olmaya başlıyorlardı.

Yumurta kırılmadan omlet olmaz diyenlerin kabuk sesleri sadece Avrupa ve Amerika’da değil, dünya denen kürenin her yerinde yankılanıyordu: LGBTTler vardı.

Gökkuşağının altında bir yerde...

Hâlâ da varlar. Kimimiz görece rahatız, kimimiz hala homofobi ve transfobiden kaynaklı sıkıntılar yaşıyoruz.

Hâlâ içlerinde Türkiye’nin de olduğu bir çok ülke yasalarında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden bahseden maddelere yer vermiyor. Hala bir çok işyerinden atılıyoruz, eğitim hakkından yararlanamıyoruz, derneklerimiz kapatılıyor, yürüyüşlerimize saldırılar oluyor ve burada yazmakla bitmeyecek sayısız olumsuzluk yaşıyoruz.

Ama hepimiz ‘hâlâ’ bu dünyanın değişeceğine inanıyor, haklarımız için örgütleniyor, her alanda görünür olmaya çalışıyoruz...

Ve Judy Garland’ın ‘Somewhere Over the Rainbow’ şarkısında bahsettiği ‘o yerde’ buluşup özgürce dans edeceğimiz günleri bekliyoruz.

Ve ben susuyorum, 29 Haziran Pazar günü İstiklal Caddesi’nden geçecek gökkuşağına ithafen Judy Garland söylüyor;

"Gökkuşağının ötesinde bir yerlerde serçeler uçar

Ve düşleyebildiğin tüm hayalleri ah neden

Neden gerçekleştirmeyeyim ki ben...’

* İnterseksüel: Cinsiyetler arası, çift cinsiyetli

** bawer@bianet.org



Etiketler: yaşam
nefret