03/03/2018 | Yazar: Yıldız Tar

Yeni kitabı Notabene’den çıkan yazar Mehmet Bilal ile konuştuk.

“Adını anmaktan öcü gibi kaçılan canlı türü: Eşcinsel!” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Yeni kitabı Notabene’den çıkan yazar Mehmet Bilal ile konuştuk: “Görülmek istenmeyen, sözünü etmekten öcü gibi kaçılan, en iyi niyetle “hoşgörülen”, göz yumulan tuhaf bir canlı türü gibi eşcinsel!”

Mehmet Bilal, Türkiye’de “eşcinsel edebiyat” denildiğinde ilk akla gelen isimlerden. Romancı ve öykücülüğüne senaristliği de ekleyenlerden. Bildiğimiz, sevdiğimiz birçok televizyon dizisinin mutfağında yer aldı.

Ben onu ilk, Üçüncü Tekil Şahıs romanıyla tanıdım. O güne kadar kendime romanlardaki “heteroseksüel aşk” hikayelerinden birine yerleştirmeye, benim hikayem olmadığını bile bile o hikayelere uymaya, o hikayeleri bana uydurmaya çalışırken ilaç gibi gelmişti Erhan ve Semih. Bir gönül sızısı, olduramamışlık, yalnızlık, yalnızlığı aşan aşk, aşkın sancıları… “İşte bu” demiştim. İşte benim hikayemi anlatan birileri de var…

O ilk romanının üzerinden yıllar geçti. Başka kitaplar çıktı. Hepsi de beğenildi, sevildi. Geçtiğimiz günlerde; Osmanlı’da yaşayan, köçekliğe hevesli, 27 yaşındaki vampir Bêla’nın hikayesinin anlattığı iki kitabı Notabene’den çıktı. Bunu vesile bilip, Mehmet Bilal’le sohbet ettik…

“Eşcinselleri konu alan edebiyat konusunda fakirleştik”

Sizin ilk okuduğum kitabınız “Üçüncü Tekil Şahıs”tı. İlk gençlik denebilecek dönemime denk gelen o kitaptan inanılmaz etkilendiğimi, belki klişe gelecek ama “kendimi bulduğumu, hislerimi anlamlandırmama yardımcı olduğunu hatırlıyorum. Bu söyleşi vesilesiyle size teşekkür etmek istiyorum bizi Erhan ve Semih’le tanıştırdığınız için.

“Üçüncü Tekil Şahıs” benim ilk göz ağrım. Yayımlandığı andan itibaren hem içerik hem de edebi anlamda nasıl karşılanacağına dair korkularım, endişelerim az değildi doğrusu. Neredeyse belgesel tadında başlayan, bir bireyin, bir öteki’nin kalabalıklar içindeki derinleşen yalnızlığını anlatmaya çalışırken seçtiğim “çıplak dil” takdir görecek miydi, cesur mu bulunacaktı yoksa tu kaka mı edilecekti? Meselesi fark edilecek miydi, “aykırı” bir bireyin deneyimlerinden yola çıkıp toplumsal bir eleştiriye de yönelme çabası görülecek miydi? Neyse ki korkularım yersiz çıktı. Hem eleştirmenlerden hem de okurlardan öyle tatmin edici değerlendirmeler, öyle sıcak geri dönüşler geldi ki, ben kendime yeni endişeler bulmak zorunda kaldım! Tamam, ilk kitabını çıkardın da ikincisi nasıl olacak? Devamı nasıl gelecek? Sizin de bildiğiniz gibi peşinden “Adresinde Bulunamadı” geldi, sonra da “Üvey”… Bu arada her yazarı çok mutlu edecek cümlelerinizi gözardı etmiş olmayayım, asıl ben teşekkür ederim.

O dönemden bugüne edebiyatımızda eşcinseller ne kadar, nasıl yer alabildi sizce?

Bugün baktığımda 2000’lerin başında ne büyük bir bereket olduğunu görüyorum. Şimdi böyle bir manzara ne yazık ki yok. 2012 yılında “Eşcinsellik hakkında kitap okumak veya yazmak isteyenler için kılavuz!” başlığı altında Milliyet Sanat’a bir yazı yazmıştım. Biraz da tepki tonu olan bir yazıydı ve sonunda eşcinselleri veya eşcinselliği doğrudan veya örtük ele alan, bizden ve dışardan, eski ve yeni, edebi ya da “hafif” kitaplardan kişisel bir okuma listesi eklemiştim. Başta da belirtmeye çalıştığım gibi bu alanda da ne kadar fakirleştiğimizi, ürün sayısının çok azaldığını üzülerek söylemeliyim.

“Tuhaf bir canlı türü!”

O yazıda “Her eşcinselin Barbra Streisand’a bayılmayabileceğini, Madonna’ya mum yakarak tapınmayabileceğini, buz patenini sevmeyebileceğini, Eurovision Şarkı Yarışması’nı iple çekmeyebileceğini anlamak çok mu zor? Futbol seven bir eşcinsel niye şaşırtıyor sizi hâlâ?” diye sormuştunuz. Bu şaşırma hali hâlâ sürüyor mu sizce?

Her zamankinden daha fazla! O saydıklarınız ve yazımda yer alan fazlası eşcinsel şablonunun bir dökümüydü. Farkında mısınız, uzun zamandır eşcinsel sözcüğü bile pek kullanılmıyor artık. Çok zorlandıklarında “marjinal” diyerek geçiştiriliyor. Eşcinsel cinayetler bile özünden kopuk tanımlamalarla aktarılıyor haberlerde, tabii aktarılırsa. Memlekette zaten geç ve güç atılan adımların çoğu sil baştan geriye döndü. Bizde hemcinsler arasında aşk olur mu hiç, eşcinsel ilişki var mıdır ki, varsa da haşa söylenmez, lafı edilmez, edilmemelidir... Aşk ve ilişki sadece kadın ve erkeği bir araya getirir! Ve de illa evlenmek şartıyla! Eşcinsel tarifi de tek tiptir. İlla görülecekse, gösterilecekse ya “isterik bir sosyetik kadının” yanında çantacıdır ya da komik bir modacıdır, eğlendirme figürüdür. Daha düne kadar eşcinsel olduğunu pek de saklamayan, hatta bundan nemalanmaya çalışan niceleri şimdi öyle olmadıklarını ispatlama yarışında acınası profiller çiziyor. Görülmek istenmeyen, sözünü etmekten öcü gibi kaçılan, en iyi niyetle “hoşgörülen”, göz yumulan tuhaf bir canlı türü gibi eşcinsel!

Yeniden doğuş, aşk, güç ve günah!

Uzun sayılabilecek bir aranın ardından yeni romanınız, “Osmanlı’da Bir Vampir / Günah” ile okurla buluştunuz…

Evet, iki roman arasında bu kez hiç istemediğim bir süre geçti. “Béla / Osmanlı’da Bir Vampir” çıktığında en çok sorulan soru, “Niye vampir?” oldu. Elimden geldiğince açıklamaya çalıştım. Vampir filmlerine olan ilgimden, Anne Rice denen şahane yazarın “Vampirle Görüşme” kitabının beni nasıl cesaretlendirdiğinden söz ettim. Keşke “Velev ki vampirim!” deseymişim! Şaka bir yana, benim vampirim başka türlü vücut bulmalıydı, kitabım bu türe yenilikler getirmeliydi, benim de özgün buluşlarım olmalıydı, yoksa yazmanın bir anlamı olmazdı. Ben “Béla”dan memnunum, ancak dağıtım ve öngöremediğim bazı sorunlardan dolayı yeterince ulaşamadı okura. Biraz dünya ve Türkiye’nin hali, biraz da benim moralsizliğim nedeniyle devamını yazmam uzun sürdü. Şimdi ikisi bir arada okurun karşısında.

İki kitabın teması için neler söylemek istersiniz?

Yeniden doğuş ve aşk diye özetleyebileceğim bir teması var ilk kitap “Béla”nın. Devamı niteliğinde olan ama tek başına da okunabilecek şekilde yazdığım “Günah”ı ise güç, gücün kullanımı ve günah temeline dayandırdım. Elindeki gücü nasıl kullandığının senin ahlakını belirlediğini söylemeye çalıştım. Güç kolay suiistimal edilen bir şey. Sadece yöneten/yönetilen ilişkisinde değil, ailede, iş hayatında ve sosyal ilişkilerde, hatta aşkta bile görebiliyoruz bunu. Gücü olan eziyor, çünkü ezebilir! Veya… gücü var, ezebilir ama ezmiyor! Bu bir seçim mi, kolay alınabilecek bir tercih mi? Bizi biz yapan ne? Vicdan, adalet duygusu kötü gücü yenebilir mi? Yoksa öyle veya böyle bizi tek bir seçenek mi bekliyor kader gibi?

27 yaşındaki vampirimiz Béla’yı yeni romanda 1800’ler İstanbul’unda neler bekliyor?

Béla, havası, suyu, toprağı korku ve nefretle zehirlenen İstanbul’un karanlık sokaklarında hayaletiyle dolaşmaya devam ederken, karakterine hayran kaldığı Delimine, ona emanet edilen bir çocuk (Oğul), şifacı Keyif Ana, padişah gazabına uğramış bir devletli ile bir sahilsarayda biraz da zorunluluktan “ayrıksı” bir aile hayatı yaşamayı deniyor, “insanca” yaşamanın heves ve cazibesine kapılıyor. Ancak sokakların kan gölüne, şehrin mezarlığa çevrildiği 1800’ler İstanbul’unda, gözü dönmüş iktidar heveslileri, elindeki gücü ölçüsüz ve haysiyetsizce kullananlar sadece Béla’yı ve sevdiklerini değil, tüm bir şehri hedef haline getiriyor. Bezgin, umutsuz ve gönülsüz bir vampir olan Béla bir yol ayrımına giriyor ve bir önceki romanın finalinden çok daha önemli, ölümcül, belki de yaşamsal bir kararın eşiğine geliyor.

“Farklı olan her şeyi yok saymanın üzücü sonucu”

Son yıllarda Onur Yürüyüşleri yasaklandı. Ankara’da aylardır “LGBTİ etkinliği yapmak” yasak. Bu yasakları nasıl yorumluyorsunuz?

İnanın yorumlayamıyorum bile. Memlekette hangi yürüyüşe izin veriliyor ki? Bir yürüyüşe izin vermek o yürüyüşü düzenleyenlerin, katılımcıların varlığını kabul etmeyi gerektirir. Onur yürüyüşlerinin uluslararası bir değer taşımasının, bizde bile bir geleneğinin olmasının, şiddet içermemesinin, aksine bir varoluşu hoş seslerle, neşeyle, renklerle, canlılıkla, barışla duyurmanın bir yolu olmasının da bir değeri yok artık. Farklı olan her şeyi, herkesi yok saymanın cidden üzücü bir sonucu bu da. 

Son kitabınız serinin bir öncekiyle birlikte Notabene’den çıktı. Eski kitaplarınızın yeniden basımı da gündemde mi?

Sevinerek söylüyorum, evet. Önümüzdeki günlerde “Üvey” tekrar basılıyor. Bir süredir çalıştığım yeni bir öykü kitabımın yayımlanmasından sonra da ilk iki romanımın yeniden basımına sıra gelecek sanıyorum. Eski ve yeni tüm kitaplarımı bir arada görmek bana da iyi gelecek. 

“Aliye”, “Rüya Gibi” ve “Binbir Gece” dizilerinin senaristlerindendiniz aynı zamanda. Televizyon dizilerinin bir dönem altın çağını yaşadığı ve günümüzde hem içerik hem de kalite açısından bir düşüş yaşandığı söyleniyor. Katılır mısınız bu görüşe? Sizce ekranlarımız ne halde?

Ben nispeten iyi bir zamanda, doğru çalışma arkadaşlarıyla, olabildiğince medeni ilişkiler içinde şanslı bir dönem yaşadım. Asıl sorunuza gelince, memlekette ne varsa ekranda da onu görüyorum. Acelecilik, özensizlik, ezbercilik, kabalık, ürkütücü bir cahillik… Güzel yemek pişirmeniz yetmiyor, kavga da etmelisiniz. Güzel mi giyineceksiniz, iyi mi koşup zıplayacaksınız, sesiniz de mi güzel, yetmez, dalaşmanız şart… “Vaka” da dahil onlarca kelimeyi doğru telaffuz eden spiker yok... Eski oyuncuların hepsi “duayen”, popçular “yakışıklı”, konserler hep “muhteşem”, filmler nedense çok eğlenerek çekiliyor! İçi boşalan kavramlar, yanlış yere uçuşan kelimeler. Herkes “adam gibi adam”, “adamın dibi”, veya tam tersi “şerefsiz”! Birbirini olur olmaz yere Allah’a emanet edenler, “kardeşim”ler, “için” kelimesinin yerine geçen “adına” ile kullanılan zavallı cümleler. Ülkesini canından çok severken ana dilinin canına okuyan bir insanlar topluluğu… Ölçüsüz övgülerle, utandırıcı küfürlerin hemen yan yana gelmesi, birinin diğerini takip etmesi an meselesi. Haber ve tartışma programlarının lafını bile edemiyorum! Reklamların zekâ ve algı seviyesi ilkokulun altında… 1500’lerde geçen bir dizide bir cariye diğerine, “Sen de bana kafayı taktın!” diyor… Sıradan izleyicinin gözünde bile birbirinin aynısı diziler... Dizi senaryosu ve senaristi mi dediniz? Bu uzun sürelere, starların füze gibi yükselen rakamlarının tam tersine ha bire gerileyen senaryo ücretlerine ve giderek azalan mesleki itibara, her türlü kısıtlamalara karşın hâlâ ve her şeye rağmen dizi yazabilenleri kutlamaktan başka elimden başka bir şey gelmiyor.

Kapanışı edebiyatla yaparsak, okurlarımıza önermek istediğiniz roman ya da öykü kitapları neler? Mehmet Bilal hangi kitapları neden sevdi?

Ben biraz eskiciyim galiba. Verim kalitesi ve çeşitliliği azaldıkça bazen eskileri tekrar okuyorum bazen de hayran olduğum yazarların gözümden kaçan eserlerini okuyorum, eksik gideriyorum. Bir de itiraf ederim, son yıllarda daha çok yabancı edebiyata yöneldim. Bir keşfimi hemen önerebilirim. Carlos Ruiz Zafon. Türkçeye üç kitabı çevrildi, gözü kapalı öneririm. Clarice Lispector’ın “Yıldızın Saati” de benim için taze bir heyecan. Benim besin kaynaklarım Dostoyevski, Oscar Wilde, Christopher Isherwood, John Fowles, bizden ise Reşad Ekrem Koçu, Bilge Karasu, Oğuz Atay, Murathan Mungan… Hâlâ okumayanlar varsa “Paranın Cinleri”ni, “Kılavuz”u, “Tek Başına Bir Adam”ı öneririm.


Etiketler: kültür sanat
nefret