04/02/2016 | Yazar: Kaos GL
Terör söylemi, hepimizin hayatlarından bildiği gibi, barış için çaba harcayanları pasifleştirme gayret ve sürecini daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.

Terör söylemi, hepimizin hayatlarından bildiği gibi, barış için çaba harcayanları pasifleştirme gayret ve sürecini daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.
Katliamda yaşamını yitiren Berna Koç'un İzmir'deki cenazesinden...
Zafer Yılmaz, Kaos GL dergisinin “Soy-Sop” dosya konulu 145. sayısına yazdı:
Wittgenstein, “üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.” diyordu. Felsefi bir sorunu işaret etse de düz anlamıyla bu ifade en çok anlam atfetmeye, dile getirmeye ve iletişime direnen dehşetli acı anları için doğru elbette.[1] Fakat yine de, tanık olanlarda dehşet hissi yaratan bu korkunç olay sonrası kaybettiklerimize karşı sorumluluğumuzun, bizlerin hem onların anısını muhafaza edecek bir yas siyaseti oluşturabilmesini hem de barış talebini daha da güçlü bir şekilde sahiplenmesini zorunlu kıldığını düşünüyorum. Bu nedenle üzerine konuşmakta zorlansak da, daha doğru bir ifadeyle konuşmayı beceremesek de, katliamın ve katliam sonrasının bizde yarattığı deneyimler bütününün, kalanlarda bıraktığı izlerle hangi duygular açısından bir yoğunlaşma yarattığını, ne tür etkiler üreterek bizleri nasıl bir yönelime sevk ettiğini ve kaybettiklerimizin ardından barışı çabasını yükseltecek bir yas siyasetini beraber nasıl kurabileceğimizi konuşmaya çabalamalıyız.
10 Ekim 2015 Ankara katliamı, benliklerimizi ve ruhumuzu olduğu kadar, bizler için muhalif siyasal hayatın rutin devamlılığını da, bir daha eski haline gelmeyecek şekilde yerle yeksan etti. Katliam, Ağtaş’ın yazısında etkili bir şekilde dile getirdiği gibi kalanları, yas, borç, utanma ve sorumluluk gibi duygular etrafında zulümle, mağdurlukla ve en temelde de birlikte yaşamayla ilgili pek çok sorunla hesaplaşma duygusuyla baş başa bıraktı.[2] Hepimiz öyle ya da böyle, katliamın yıkıcılığına doğrudan ya da dolaylı tanık olarak, bu duygular arasında savrulduk ve sarsıldık. Böyle bir katliamın ardından hayatlarımıza zerk edilmeye çalışılan kaygı, korku ve umutsuzluğa meydan okuyarak, katliamın ardından bu hesaplaşmayı doğru bir biçimde yapabilmemiz ise gerçekten zor görünüyor. Katliamın şiddetinin ve etkisinin büyüklüğü karşısında, ancak yasta ve adalet talebinde birlikte olmanın duyumsal, etik ve politik biçimlerini bulabilirsek, söz konusu muhasebeyi eşitliğe, özgürlüğe ve barışa dayalı bir varoluşun zeminini kurma yolunda yapmayı başarabileceğimizi bilsek de, bilmenin kifayetsiz kaldığı bir haldeyiz.
Sadece katliam değil, katliamın ardından tutulan yasa yönelik reaksiyonlar, sanal medyada rutin haline gelen nefret şovları ve hükümetin tutumu da bizleri etrafımızı çevreleyen dünya ile bir başka şekilde yüzleşmeye itti ve katliam sonrası ruh halini daha da pekiştirdi. Bazı toplumsal kesimler tarafından, barış isteyen ve protesto hakkını kullanan insanların öldürülebilir, ama toplum tarafından yası tutulamaz görülmesi, hepimizi derin bir şekilde beraber yaşama, vicdan, siyasal ve insani reflekslerde kopuş ve bir toplum olamamak gibi kavram ve meseleleri düşünmeye sevk etti. Çünkü bu tepkilerde sorgulanan, biliyoruz ki sadece gösteriye katılmak için toplanan insanların Türkiye toplumunun bir parçası olup olmaları değil, sorgulanan ve reddedilen, aslında katledilenlerin yası tutulabilir bir hemcinsimiz olup olmamaları aynı zamanda. Ölülere karşı sergilenen bu tutum, nefret gösterisi yapanların gözünde tam da biz geride kalanların yaşamının da bir sorun olduğunu gösterdiği içindir ki beraber yaşamaya dair ilkeler ve umutlar üzerine, hepimiz daha koyu bir karamsarlığı sevk olduk.
Bu nedenle Türkiye toplumunda artık malum-u ilan haline gelen devlet şiddetinin boyutları kadar, katliam sonrasında derinlemesine yüzleşmek zorunda kaldığımız, Türkiye’de kötülüğün sıradanlığının kaynaklarını da esaslı bir şekilde tartışmamız gerekiyor.[3] Rövanşizm, hınç, güç gösterisi, dost-düşman ikiliği ve öfke üzerine kurulu tahakküm ve baskı stratejilerine dayalı bir siyasetin yanında, marjinalleştirme, dışlama ve giderek daha fazla dindar, muhafazakâr, heteroseksüel, güçlü, delikanlı vs olma ya da gibi görünme normları üzerine kurulu bir toplumsallığın dayatılmasının, bu tür bir siyasetin ve normlar bütününün arsız ve her tür denetimle, değerle ve sınırla bağını koparmış bir sömürü düzeniyle birleşmesinin, Türkiye toplumunda yarattığı karakter aşınmaları, açtığı haysiyet yaraları ve ürettiği toplumsal çözülmeler, her zamankinden daha fazla analize ihtiyaç duyuyor.
Uzun zamandır tanık olduğumuz ve Ankara katliamıyla daha da derinleşen ve ardında yüzlerce ölü ve yaralı beden bırakan bu süreç, yaralanan ve parçalanan bedenlerle eşitlik içinde acıyı beraber duymaktan bu tür olaylarda vicdani ortak tutum alışlara, siyasal ve toplumsal beraberlik biçimleri oluşturmaktan gündelik hayatın içinde yan yana olmamızı mümkün kılacak temel normları paylaşmaya kadar pek çok duyguyu, tutumu ve davranışı iç içe geçirerek düğümlendiği içindir ki bize her zamankinden daha güçlü bir çağrı çıkarıyor.
Necmi Erdoğan’ın işaret ettiği gibi, beraber yas tutamamak aynı zamanda bir toplum olamamanın işaretiyse, bir toplumu eşitlik ve özgürlük temelinde kuracak etik-politik bağı nasıl ve hangi değerler etrafında yeniden inşa edebileceğimizi ve bu inşayı olanaklı kılacak birliktelik biçimlerini nasıl hayata geçirebileceğimizi de artık daha fazla düşünmek durumundayız.[4]Bunun yolu kuşku yok ki bir taraftan bir yas siyaseti yoluyla Türkiye toplumunda yeniden etik-politik bir bağ kurma umudunun peşine düşüp, böyle bir acıyı paylaşmanın ve acıyı bölüşmenin sorumluluğunun bir toplumda yaşayan herkese ait olduğunu yeniden ve yeniden ileri sürmekte yatıyor. Diğer taratan da bu yas siyasetini, eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir beraberliği ve yaşamı öne çıkararak kaybettiklerimizin barış mücadelesini yeniden yükseltme amacında olan bir siyasetle iç içe geçirerek, Türkiye siyasetinde ve toplumunda hâkim olan değerleri yeniden değerlendirmenin de yollarını açmak için mücadele etmek gerekiyor. Kaybettiklerimize karşı sorumluluklarımız biraz da buralarda demirleniyor zannımca.
Bu nedenle katliam sonrası dolaşıma sokulan ve güvenlik çağrısı çıkaran terör söylemini boşa çıkararak, bu katliamı yaşam hakkını, kamusal özgürlükleri ve bu hakları korumak doğrultusunda devletin sorumluluğunu eksen alan bir yerden her zamankinden daha yüksek sesle tartışmak durumundayız. Terör söylemi, hepimizin hayatlarından bildiği gibi, barış için çaba harcayanları pasifleştirme gayret ve sürecini daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Hayatlarımıza dayatılan bu siyasal istikrar/düzen ve kaos ikiliğine karşı, kamusal özgürlükler ve yasam hakki savunusu, haklarımızı muhafaza etmenin, güvenlik politikalarına teslim olmamanın ve muhalefet hakkini hayatta tutmanın yegane zemini. Hayatlarımızı saran bu olağanüstü hale karşı yaşam, siyasal protesto ve barış hakkına daha güçlü bir şekilde sahip çıkmak ve siyasal muhalefetin ve demokratik kitle hareketlerinin pasifleştirilmesini engellemek için, bir taraftan hükümeti bu hakları acilen koruma yönünde adım atmaya zorlarken, bir diğer taraftan da bu haklarımızı ve kendimizi korumak adına neler yapabileceğimizi acilen düşünmemiz gerekiyor. Aksi halde gelişmeler, Türkiye’de basta hayatlarımızı olmak üzere, her tür siyasal protestoyu fiilen olağanüstü hal koşullarında geçireceğimizi ve bu tür saldırıların da sonlanmayacağını gösteriyor. Hayatlarımıza zerk edilmeye çalışılan bu kaygı, korku ve dehşet duygusuna karşı bize düşen, Walter Benjamin’in ifade ettiği gibi, hayatın her alanında eşitliğe, özgürlüğe ve barışa dayalı bir beraber var oluşun zeminini kuracak ilkeleri bularak, bu ilkeleri ezilenler, dışlananlar ve ötekileştirilenler olarak birlikte hayata geçirmek adına gerçek olağanüstü hali ilan etmek ve yaşamı ve beraberliği güçlendiren bir siyasete her zamankinden daha da kudretli ortak bir çağrı çıkarmak.
[1]Dile getirilmeye direnmekle birlikte acının bedenler arasında iletişimi nasıl yapılandırdığı ve bir yüzey olarak bedeni diğer bedenlere yönelik olarak hangi tarzlarda kurduğu konusunda bkz., S. Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, S. Komut (çev.), Sel Yay. İstanbul.
[2] Ağtaş’ın yazısı için bkz., http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7279/yas-zulum-ve-iyi
[3] Bugünlerde sıkça duymaya başladığımız kötülüğün sıradanlığı kavramını Hannah Arendt, Eichmann davası üzerinde olan kitabında etraflı bir şekilde tartışmaktadır. Bkz., H. Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, Ö. Çelik (çev.), Metis, İstanbul, 2009.
[4] Necmi Erdoğan’ın yazısı için bkz., http://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-bir-toplum-mu-92688.html
Etiketler: yaşam