16/02/2016 | Yazar: Kaos GL
Bizim yasımızın nesnesi devlet şiddeti değil, kaybettiğimiz yoldaşlarımızın yarım kalan yaşamları ve ortak mücadelemizde boş kalan yerleridir.

Bizim yasımızın nesnesi devlet şiddeti değil, kaybettiğimiz yoldaşlarımızın yarım kalan yaşamları ve ortak mücadelemizde boş kalan yerleridir. Biz onlarla birlikte yitip giden yaşamın eksilen gücüne ağlıyoruz, iktidarın bize vurduğu darbeye değil.
ODTÜ Felsefe’den Ayşe Uslu Kaos GL dergisinin ‘Soy-Sop’ dosya konulu 145. sayısına yazdı:
dursun yas esvaplarınız.
yığın derleyin,
gözyaşlarınızı;
bir metal oluncaya kadar:
bununla vuracağız,
gündüz gece;
bununla çiğneyeceğiz,
gündüz gece;
bununla tüküreceğiz
gündüz gece
kin kapılarını,
kırıncaya kadar.
Pablo Neruda
10 Ekim sabahı, içimizden bazıları yoldaşlarının kol ve bacaklarını topladı Ankara Tren Garı önünde. Metrelerce savrulan uzuvların bir kısmı hastaneye yetiştirilebildi, bir kısmı oraya hiç ulaşamadı. ‘Emek, Demokrasi ve Barış’ mitingine gidip "Sadece barış diyorduk, başka bir şey değil..." dediler hayatta kalanlar. 10 Ekim sabahı, belki de hiçbir zaman bedeninin parçaları bir araya getirilemeyecek olan yoldaşlarımızı aradığımız bir güne dönüştü. Toplu mezarlarda, işkence odalarında ortadan kaybolan bedenlerin yazdığı tarih, dondurucularda saklanan, zırhlı araç arkasına bağlanarak sürüklenen, gaz fişekleriyle gözleri yerinden çıkartılan, arkasından kurşunlanan, kuytu sokak köşelerinde dövülerek ölüme terkedilen bedenlerle karası gittikçe bulanan bir silüet halini aldı uzun süredir. Fotoğrafın aydınlık kısmındabu parçalanışın hikayesini yazanlar var. Bu aydınlık, milyonlarca kilovatlık bir ışıkla aydınlanıyor. Işığın görünür kıldığı bu kısımda işler, herkesin gözü önünde geyet şeffaf, homojen ve katı bir sistemlilikte işliyor.Kenan Evren, 12 Eylül 1980 tarihli darbe konuşmasını “bütün uygulamalar milletin gözü önünde yapılacaktır...aydınlık yarınlar dilerim” diyerek bitirir. Biz o aydınlık yarınları yaşıyoruz. Karanlıkta kalanlar ise bu karanlığın getirdiği belirsizlikle, Roboski’de 34, Reyhanlı’da 54, Gezi’de 12, Ermenek’de 18, Soma’da 301, Suruç’ta 33, Ankara’da 100’ü aşkın ( ve daha kimliği tespit edilemeyen) canla birlikte yas tutuyor, acı çekiyor, korkuyor,şaşırıyor, öfke duyuyor, seviyor, özlüyor, endişeleniyor, kin besliyor, suçluluk duyuyor, utanıyor, nefret ediyor, kederleniyor ve her şeye rağmen neşeye ve umuda sarılıyor belki de. Ankara katliamı sonrası psikologlar çağrı yapıyor; “unutmayın, affetmeyin, delirin!”. Gözlerimizi olayın kayıtlarından alamıyoruz. Tekrar tekrar dönüp, kan ve doku parçalarını izliyoruz, sanki ekranı yalayıp geçen gözlerimiz ayrıntıda bir yerlerde bulduğu parçaları birleştirerek bir bütüne ulaşacakmış gibi. Panik ve öfkeyle karışık suçluluk duygusuyla, yaşamda kalmış olduğumuzdan utanıyoruz! Kaybettiğimiz yoldaşlarımızın hikayelerini okuyoruz; o sabah “barışı getirmek için yola çıktılar” la başlayan cümleler dönüyor kafamızda.“Üzerlerine gaz sıkıldı”, “yayın ve bilgi yasağı getirildi”, “onlar biliyordu”, “barış yazan pankartlara sardılar”, “güldüler”, “kast ettiler”, “oluk oluk kan akacak dediler”, “dokuz yaşındaydı”, “bulduğumda kalbi durmuştu”, “bulduğum bacaklarını sarıp arabaya koydum”, “otuz metre önümdeydi”, “barış annesiydi”, “benim yerime öldüler”, “kanlı meydan marşıyla patlamayı şifrelediler”, “güvenlik yoktu”, “kurtarmak için var gücüyle çalıştı”, “güvenlik zafiyeti yoktu”, “GÜVENDE DEĞİLİZ!”...
Fiziksel, psikolojik ve toplumsal travmayı bir arada bize deneyimleten Ankara katliamının yaşattığı duyguların bu şekilde bir tasvirini yapmak, müstehcen ve yakışıksız kaçabilir bazılarımız için. En çok da, olayın hemen ardından “şimdi oturup düşünmek lazım, aklımızı başımıza almamız lazım” söylemine kısa sürede geçiş yapıp, “oldukça rasyonel” toplumsal analizlere sığınarak, bu duyguları herkesin önünde yaşamaktan kaçınanlarımız ve hatta kendine bu duyguları yaşamayı çoktan yasaklamış olanlarımız için. Ama müstehcenlik bile, toplum önünde ortaya döküldüğünde sadece yüzümüzü kızartır, utanırızve bu nedenle hala kamusal olana aittir. Oysa, kan, vücut parçaları ve bedensel varoluşumuza ait duygularımız, en çok da “kişisel suçluluk duygumuz” hakkında doğrudan konuşmak, bireysel olanı yani özel alanı ortaya dökmektir diyorsanız, dar görüşlülüğümüzü biraz daha zorlayıp bunun bir tür “ölüm pornografisi”1 yapmak olduğunu iddia edebilirsiniz. Ölüm karşısında duyduğumuz korku ve kayıp hissinin ancak kişisel olarak deneyimlenebilecek fantezi dünyasına kapatılmış olması, onu kamusal alana açmayı yasakladığı gibi, ölüm etrafında kurmak istediğimiz toplumsal ritüellerimizi de elimizden almak ister. Cenazelerimizi vermez, yas yürüyüşlerimizi gaza boğar ve nihayetinde sokağa çıkmayı yasaklayacak kadar acımızı içimize gömmeyi iyi bilir. Aydınlıkta yaşayanlar için ölüm bir tabudur, çünkü nasıl olsa ölen hep “diğeri”dir. Ve siyaset hep bu “ölen diğeri” üzerinden yapılır. Yaratılan güvensizlik ortamında toplumun karanlık tarafı, hizaya sokulmak için öldürülmekle korkutulur ya da niteliksiz bir yaşama mecbur bırakılır, fakat kendileri adına ölümden konuşmayı asla istemezler.Ankara katliamı kimlerin travmasıdır? Travmaya verilen tepki iki yönlü tanımlanır; tüm duyguları altüst edici,olağandışı bir olayı yaşamış kişiya hiçbir şey olmamış gibi davranarak, bir an önce her gün tekrarladığı alışkanlıklarının sürekli tekrarına dönerek durumun içinden çıkmaya çalışır, ya da yaşadığı sarsıcı olayın ayrıntılarına tekrar dönerek, onun içinden çıkmak istemez ve durumun içine saplanıp kalır. Ankara katliamı sonrası hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, her şeyi eline yüzüne bulaştıran, şok ve inkar içindeki aydınlık tarafın travmasını oluşturdu. Olay sonrası açıklama yapan “adalet” bakanının mimiklerinde, kaçınmayla birlikte durumla baş edememe duygusu yüzüne bir sırıtmayla vurdu. Aydınlık taraf, travmasını hedefteki isimleri suçlayarak, “iyileşme” sürecinde uydurdukları hikayelerle avunarak kısa sürede aştı. Karanlık taraf ise, artık ne hissedeceğini şaşıracak kadar olay anına kilitlenerek, geleceğine dair tüm hayallerine musallat olmuş bir ölüm duygusuyla başbaşa kaldı ve durumun içinden çıkmayı bizzat reddetti. Kalıcı bir tehlike hissiyatı, olayın kayıtlarına sürekli dönüp bakmamızla koyun koyuna gelişti. Travma için geçerli olan açıklama basittir; kötü şeyler olduğunda, acının üstesinden gelmek ve yeniden güvende hissetmek zaman alır. Bu süreçte toplumla bağlantının koptuğu ve diğer insanlara ya da acının kaynağına dair her şeye karşı tekrar güven hissetmenin zor olduğunu söylenir. Peki bu durumda şunu soralım; sürekli ve sistematik şekilde travmatik olayların içine itilen ve orada kalmaya mahkum edilen karanlık taraf, bu travmaları aşabiliyor mu?
Kendimizi güvende hissetmiyoruz ve güvende olmak isteği, basitçe sadece hayatta kalmakla ilgili değildir, aynı zamanda adalet duygusuyla bağlantılıdır. Korku kültürünü içimize işlemeye çalışarak sesimizi kesmeyi amaçlayan iktidar, uzun zamandır adaleti bizden uzak tutmaya devam ediyor. Güvensizliği yaratan, sadece her an her yerde saldırıya uğrama ihtimali değil, adaletin hiçbir zaman yerini bulmuyor oluşu ve buna karşı durabilmemizi sağlayacak tüm kurumların inşasında yer alamıyor oluşumuz. Eşit değiliz ve “insan” yerine koyulmuyoruz. Adaletin yerini bulmuyor oluşunun yarattığı kalıcı travma, yani her daim kendimizi tehlikede hissetmemiz, her gün içimizden birilerini kaybetmeye devam ettiğimiz sürece tuttuğumuz bitmeyen yasımızla birbirine kenetlenerek büyüyor. Yas bitimli değil; eğer şunu şunu yaparsak, hedeflerimize ulaşırsak bu duygular silsilesi ortadan kalkar diyemiyoruz2. Kayıpla gelen yas, bizde bir şeyleri sonsuza kadar değiştiriyor. Diğer yandan iktidarın ışıklı dünyası, resmin arkasındaki karanlıkta neler döndüğünü unutuyor! Karanlık taraf, gün be gün kayıpları için tuttuğu yas sayesinde birbirine daha da kenetleniyor. Bu birleşmenin, toplumsal “bir” beden olmanın arkasında basit, son derece bedensel bir gerçeklik yatıyor; ben yaralanabilirim ve diğerleri de yaralanabilir. Karşılıklı bağımızdan ve kırılganlığımızdan ibaret bu basit insanlık durumu, bir toplum olmanın olanağına zarar vermekten ziyade, onu yeniden hayal edebilmemizi sağlayacak yegane şeydir3. Biliyoruz ki bizim toplumsal hayatımız, bir yerlerde farklı türden devlet şiddetine maruz kalmış anonim isimler için tuttuğumuz yasta ve bir beden olarak içinden çıkamadığımız travmanın kendisinde saklı. Bizi birleştiren şeyin “insan olmak”lığın ötesinde, ki tanımı yapılır yapılmaz birilerini dışarda bırakmaması mümkün değil, tüm kırılganlığıyla bir bedene sahip olmak olduğunu bizzat hissederek ve bu hissiyatın apaçık bir fikrine sahip olarak biliyoruz. Ve bu hissin hafızası her türden sürekliliğin ötesinde bir kalıcılığa sahip, çünkü onu tüm duyularımıza gömülmüş vaziyette taşıyoruz. Bu anlamda, aydınlığın gözümüzün önünde icra edilen yönetimselliğine karşı en büyük mücadele aracımız sahip olduğumuz bedenlerimiz ve onun hissettikleri.
Duygusal olmanın ya da duygulara sahip olmanın ve onlarla düşünmenin her zaman bir zayıflık olduğu iddia edilmiştir. Acı çekmenin pasiflik olarak anlaşılması gibi, dışarıdan etkiye açık olmaktır duygulanmak; duygu bizzat “dışarının” bizim üzerimizde bıraktığı etkidir. Başkaları tarafından şekillendirilen şey, pasif ve zayıftır. “Yüksek düşünme” becerisine haiz “akıl” sahibi olanlar, bize duygular aracılığıyla düşünmenin başkalarının etkisiyle oluşan zayıf fikirler üretmek olduğunuhatırlatırlar durmadan. Dolayısıyla duygu üretmek aktif bir süreç olmaktan ziyade reaktif bir sürece tekabül eder; duygusal olanlar özerk değil bağımlı varlıklardır4. Bu nedenle, aydınlık taraf araçsalcı aklı ve sistemliliği temsil ederek, karanlık tarafı ürettiği duygulardan ötürü kendilerine bağımlı sanarlar. Karanlık taraf, birbirinden farklı duygulanımları nedeniyle bilinmeyenlerle doludur, acının ve neşenin zamanı ve yeri kestirilemez. Buna bağlı olarak da belirlenemezliği nedeniyle korku kaynağıdır, zayıf ve ezilmeye açıktır. Bu nedenle karanlıktır zaten. Duyguların “ciddi” bir iş olan politikadan uzak tutulması, bedenin politik olanla ilişkilendirilmeyip, “düşünce”, “irade” ve “yargılama” karşısında ikincil öneme itilmesine de yol vermiştir5. İnsan evrimi dönüşen bedenin değil, tam tersine bu bedenin nasıl daha iyi kontrol edileceğinin öğrenilmesi tarihidir. “Doğru yargı”ya en çok yaklaşan ve diğer anlamıyla da yönetimselliğin iyi birer aracı hale gelmeye en uygun duygular övülür ve ön plana çıkartılır. “Şehitler” için acıma duygusu beslemek, devlet terörüne kurban gitmiş dokuz yaşındaki bir çocuğa üzülmekten daha “yüce”dir. Toplumsal hiyerarşi, duyguların ve dolayısıyla bedenlerin hiyerarşisiyle kurulur6. Birinin bedenine patlayıcı yerleştirerek diğerlerinin canına kıyması, bu hiyerarşinin beden üzerinde yarattığı yıkımın bizzat örneğidir; bedenin yaşamsallığından vazgeçecek ve başkalarının yaşamına kastedecek kadar bir “fikrin” boyunduruğu altında sınırlarına itilmesi.7Bedenimiz bireyselliğimizi değil, tam tersine toplumsallığımızı bize gösterir. Bu noktada çok uzun zamandır var olan bir yanlış anlaşılmayı, “halk psikolojisine” ait bir kavramsallaştırmayı düzeltmek gerekir. Duygular ne onları deneyimleyen öznelerin kendisindedir, ne de sadece bu duygulara yol açan nesnelere başvurularak anlaşılabilir. Duygular benim ve diğerinin karşılaşmasının bir ürünü olarak doğarlar. Ölüm kendinde kötü bir şey olduğu için ondan sakınmam. Ne de korkunun kendisi benim zihnimde saklanıp nesnesini beklemektedir. Daha çok onun ve benim nasıl ilişkiye girdiğimiz duygunun kendisini ortaya çıkarır. Ölüme dair hafızamı oluşturan önceki karşılaşmalarımın bende bıraktığı izler aktif olarak bu karşılaşma anında oradadır ve karşılıklı ilişkimizi belirler. Duygular bendeki bir içselliği değil, iç ve dış ayrışmasının ortadan kalktığı yerde belli türden bir ilişkiselliği ifade ederler. Dolayısıyla, hem duyularımıza işlemiş toplumsal hafızaya hem de bedenlerin karşılaşmalarından doğan etkileşimlere bağlı olarak, duygular her zaman ilişkiseldir ve bireysel fantezi dünyasına ait olduklarını iddia etmek, onların toplumsallığının reddi, diğer bir deyişle apolitik bir anlayışın ürünüdür. Beden toplumsaldır. Bedensel varoluşumuzu şekillendiren duygularımız bu anlamda toplumsal güç ilişkilerinin bir aynasını sunar8.Evet duyguların bizi dışardan etkileyen şeylere karşı tepkilerimiz olduğunu söyleyebiliriz ama edimselliğimize daha yakından bakarsak şunu anlarız ki, aslında tüm eylemlerimiz farklı türlerden reaksiyonlardır 9. Yani tüm yapıp etmelerimiz diğer başka her şeyle girdiğimiz etkileşimin ürünüdür. Baruch Spinoza’yı yardıma çağırırsak, diğer bedenlerle girdiğimiz duygulanımsal ilişkilerin bizde bıraktığı izler bedenin neleri yapmaya muktedir olduğunu, yani neyi yapıp neyi yapamayacağını belirler. Duygular bedenimizin hareket gücünü arttırabilir ya da onu azaltabilir. İşte tam da bu nedenle, politikanın bir meselesi olmalıdırlar. Çünkü eyleme kapasitemizdeki her türden değişim politikanın meselesidir. Duygular, iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğunu gösterdikleri kadar, iktidar ilişkilerinin bedenlerimizi nasıl şekillendirdiğini de gösterir. Dolayısıyla, duygulara dair toplumsal hafızalarımız sayesinde kimlikler oluşturur ya da yeri geldiğinde bu kimlikleri reddederiz, toplumsal yapılara karşı direniş gösterir ya da onlara biat ederiz, belli toplumsal ilişkilere yatırım yapar ya da bunlardan bazılarını yıkmak isteriz ve en nihayetinde tüm bu eylemleri belirleyen bedenimizin aktif ya da pasif eyleme gücüdür. Duygular bize hangi bedenlerin hangi toplumsal ilişkilere tabi olduğunu ve bu ilişkiler ağına nasıl özne yatırımı yapıldığının resmini sunarlar. Tüm eylemlerimiz karşılaşmalarımıza verdiğimiz tepkiselliklerimizden doğar. Fakat bu durum duyguların bizi her daim pasif ve edilgen kıldığı anlamına gelmez; bedenlerimizin eyleme kapasitesini belirleyen duygularımız aktif olabilir ve bizi aktif eylemlilikler üretmeye itebilir. Nietzsche, ne zaman ki bir duygu nesnesi olarak sadece efendiyi almaz ve kendi değerlerini üretir, o zaman o duygu aktiftir demiştir10. Aktif duygulanımsallığı deneyimleyen kişi kendi bağımsız ideallerini aramaktadır ve bu ideallere ulaşmak için doğrudan araçlar kullanır. Edilgen ve pasif duyguların güdümündeki ise, birincil ideallerini, başkalarının ideallerine karşı verdiği anlık tepkilere dayandırır ve onlara adapte eder. Nedeni ancak başkalarının ideallerine karşı tepkiselliklerinden çıkarılabilecek pasif duygulara bağlı ideallerini gerçekleştirmek için doğrudan olmayan araçlar ve hınçtan kaynaklı sinsi yöntemler kullanırlar. Hınç duygusuyla dolup taşanlar, tüm zamanlarını oturup onlara kimlerin neler yaptığını düşünmekle harcarlar. Zayıftırlar ve aşağılık duygularının sebebini üzerlerine yıkabilecek bir dış kaynak aramakla meşgul olurlar. Bu nedenle herkese karşı güvensizdirler ve özellikle de, kendi başarısızlıklarından en fazla haberdar olan en yakınlarında bulunanlara karşı. Başkalarının felaketinden haz duyarlar, kıskanırlar, kin beslerler, gurur ve onur kırmaya bayılırlar. Onlar adaleti sadece kendi adlarına isterler. Hastalıklı ve köle zihniyetlerinin bekâsını arzulamaktan başka politik bir zeminleri yoktur. Ürettikleri her söylem bir infialdir.
Bizim yasımızın nesnesi devlet şiddeti değil, kaybettiğimiz yoldaşlarımızın yarım kalan yaşamları ve ortak mücadelemizde boş kalan yerleridir. Biz onlarla birlikte yitip giden yaşamın eksilen gücüne ağlıyoruz, iktidarın bize vurduğu darbeye değil. Biz bu darbelerle büyüdük, bu darbeler sahip çıktığımız tüm tarihsellikte hafızamıza kazılı. Geçmiş, duygulanımsal hafızalarımız sayesinde şimdide aktif şekilde var olmaya devam ediyor. Yediğimiz darbeler, birbirimize karşı duyduğumuz güveni sarsacak güce sahip değil; bizi öldürmeyen şey güçlendirir. Biz bu darbelerle mücadele etmenin taktiklerini her gün her eylemimizde yeniden keşfediyor, yorulup bıkmadan hayata döküyoruz zaten. Beni göz yaşlarına boğan katillerin benim bedenim üzerinde kurduğu haince planlar değil, bu planların gerçekleşmesi sonucunda beni hayatta tutan uzuvlarımı kaybetmiş olmam. Ama biliyoruz ki, değer yaratan taraf biziz ve ertesi gün uyanıp sahip olduğumuz bu değerleri bıkmadan usanmadan savunmaya devam edeceğiz. Savunduğumuz değerler, bizi her türlü şiddete maruz bırakan iktidar şebekelerine karşı tepkimizden doğan değerler değil, bizimle beraber yaşayan tüm varlıkları yaşattığını ve koruduğunu bildiğimiz değerler. Kısaca, bizim değerlerimizin kaynağı iktidara duyduğumuz hınç değil, yaşamın kendisine duyduğumuz aşk ve bağlılıktır. Bu nedenle, hınçtan doğan bir intikam duygusuna bağlı, kötü vicdanın “değilleyici” ahlakı yerine, “olumlayıcı” bir etiği savunuyor, yaşadığımız travmalarla birlikte yasımızı olduğu gibi kabulleniyor ve içimizde yeniden alevlendirdiği mücadele gücüne sığınıyoruz. Acı da dahil tüm duygularımız bu anlamda aktiftirler ve pasifleştirmekten ziyade bizi eylemliliğe sevk ederler. Her türden farklı siyasetimiz kadar yaşadığımız tüm duygular da bu yaşamsallık ilkesinden doğmaktadır. Kendimizi en çok tehlikede hissettiğimiz anda bile içimizden birinin bize el uzatacağının güveniyle “bir” beden gibi eyliyoruz. Yas tutuyoruz, acı çekiyoruz fakat asla birbirimize olan güvenimizi yitirmiyoruz. Bir grubun mensubu olsak da olmasak da örgütlüyüz. Hayatımız boyunca hiç tanımadığımız biri için günlerce ağlıyor, uykusuz kalıyor, depresyona giriyoruz. Birbirimizi farklı ideolojilerimizden önce, bakışlarımızda, şarkılarımızda, seçtiğimiz kelimelerde, halay çekişimizde, barikatların arkasındaki duruşumuzdan tanıyoruz. Biz politik mücadelemizi duygularımızla örüyoruz. Savunmasızlığımız ve kırılganlığımız en büyük silahımız! Ve bu duygular bizim, özgürlüğümüzü koruma altına almak için kurduğumuz merkezsiz, patronsuz, pezevenksiz, taşeronsuz ve sahipsiz kurumlarımızın yegane harcı olacaktır! Yaşasın karanlık!
Notlar
1 Gorer, Geoffrey, 1955, “The Pornography of Death”, Encounter (4) içinde, 49-52.
2 A.g.e. s.20
3 Butler, Judith, 2004, Precarious Life: The Powers of Mourning and Violence, London and New York: Verso.
4 Ahmed, Sarah, 2004, Cultural Politics of Emotion. Routledge.
5 A.g.e. s.3
6 A.g.e. s.4
7 En büyüğü 1982’de başlamış olan, bugüne kadar farklı örneklerini deneyimlemiş olduğumuz özgürlük, eşitlik ve adalet uğrunda siyasi tutsakların hapishanelerdeki ölüm oruçlarıyla bu türden intihar eylemleri arasında büyük farklar vardır. Siyasi tutsaklar, bedenlerini sınır bir duruma getirirken bir karşı-direniş yaratmak umudundaydılar ve bunu bir fikrin boyunduruğu altında değil, bedenlerinden başka politik bir direniş alanı bulamadıkları için yaptılar. Bu büyük uçurum, kendini yakmanın ve intihar bombacısı olmanın psikolojik ve toplumsal boyutları arasındaki farkta daha kolay görülebilir. İlki diğerleri için kendini, elinde kalan son şeyi yani bedenini feda eder. İkincisi ise ideali uğruna kendiyle birlikte diğerlerinin ölümüne yol açar.
8 A.g.e. s.4
9 A.g.e. s.4
10 Nietzsche, Friedrich, 1994, On the Genealogy of Morality, çev. Carol Diethe, ed. Keith Ansell-Pearson, Cambridge: Cambridge University Press.
Etiketler: yaşam