12/11/2019 | Yazar: Kaos GL
Burak Özgüner’i Kaos GL dergisinin yeni çıkan “Bellek” sayısında yayınlanan yazısıyla anıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz hayvan ve insan hakları aktivisti, vicdani retçi ve LGBTİ+ hakları savunucusu Burak Özgüner’i Kaos GL dergisinin yeni çıkan “Bellek” sayısında yayınlanan yazısıyla anıyoruz. Arkadaşlarına, ailesine ve sevenlerine baş sağlığı dileriz.
Hayırsızada, erken Cumhuriyet dönemi, yakın Cumhuriyet
dönemi, günümüz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Türkiye Hayvanları Koruma
Derneği, yerel yönetimler, Anadolu, İskenderun, Trakya, belediye “bakımevleri”,
sokaklar, Gülhane, Sulukule, Tokludede, Habitat II, Kısırkaya...
Son yıllarda bunlar üzerine çokça tartışılmaya başlandı:
Mekân, hafıza, toplumsal bellek... Günden güne bireysel olarak
belleksizleşirken bu durum, iyice genelleşmeye, toplumsallaşmaya başlıyor:
Belleksizleştirilme... Toplumsal belleksizleşme, bizlerden, toplumumuzun
kırılma noktalarını, savaşları, kendi deneyimimiz olmasa da en az bizim
deneyimlerimiz kadar önemli olan başkalarının deneyimlerini de hafızalarımızdan
siliyor büyük bir hızla. Tekil ya da çoğul, bireysel ya da toplumsal,
belleksizleşme ya da belleksizleştirme, etkileşim içinde olduğumuz başkalarıyla
olan iletişimimizi, ilişkimizi de etkilemiyor mu?
İlk paragrafta birer başlıktan ibaret olan kelimeler,
belleksizleşme üzerine düşünürken aklıma gelen çağrışımlardı... Çocukken
sokakla olan ilişkim, sokağın bendeki yeri, bugün hayatımda belirgin bir yeri
olan hayvan hakları mücadelesine başlamamın ana sebeplerinden bir tanesi. Zaman
zaman bana olumsuz etkileri olsa da bunu söylemeliyim: İyi ki de sokaktan hiç
kopmamışım ve kopmuyorum. İlkokuldayken sokakta her gün karşılaştığım ama
herhangi bir etkileşimimin olmadığı hayvanlara yaşatılanlar, beni onların
hakları için mücadele vermeye itti... Sokakların yanında belleklerimizin de
hayvansızlaştırılmak istendiğine 1995 yılında tanık oldum. Sokak hayvanları yok
ediliyordu; öyle bir hızla yok ediliyorlardı ki insanın, o hayvanlar ile
iletişim, ilişki kurabilmesi için hayvanlara karşı özel bir ilgisinin,
duyarlılığının olması gerekiyordu. O ilgi veya duyarlılık da insanlara, bir
bilgisayar programı gibi yüklenmediğinden hayvanların, belleklerimizde yer
etmesi her zaman zor oldu ve oluyor.
Özellikle İstanbul’a baktığımızda, sokakların Osmanlı’nın
son dönemlerinden itibaren hayvansızlaştırılmak istendiğini görüyoruz. Benim,
bir sokak köpeği soykırımı olarak tanımladığım ve 80.000 İstanbullu sokak
köpeğinin kıyımı ile sonuçlanan 1910 Hayırsızada Sürgünü’ndeki devlet
politikasının hâlâ sürdüğünü rahatlıkla görebiliyoruz.
Sokak köpeklerinin Hayırsızada’ya tehcirinden hiçbir
utanma belirtisi göstermeyen devlet, erken Cumhuriyet döneminde de yakın
Cumhuriyet döneminde de imha politikalarına devam etti. Üstelik bir hayvan
koruma derneğinin desteği ile... Sokak hayvanlarının öldürülmesi, hem İstanbul
Belediyesi’nin hem de Türkiye Hayvanları Koruma Derneği’nin raporlarında birer
faaliyet kalemi olarak yer alıyordu. Belediye de dernek de yılda kaç kedi ve
köpeği vurarak ya da gaz odalarında öldürdüğünü, büyük bir faaliyet olarak
topluma duyuruyordu. Katliamın el ele, resmen nasıl gerçekleştirildiği
arşivlerde hâlâ kayıtlı... 2004’te Hayvanları Koruma Kanunu’nun yasalaşması ile
hayvanları öldürmek yasaklansa da bugün hâlâ belediyeler, bazen gizli bir
şekilde, bazen de ulu orta sokak hayvanlarını öldürmeye devam ediyor.
1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen “Habitat II” Konferansı
ise yoğun sokak hayvanı katliamlarının yaşandığı bir yıl olarak anılır. Sadece
sokak hayvanları değil, sokak çocukları da ortadan kaldırılmıştır. Katliamın
boyutları o denli büyüktür ki bir hayvan korumacı o günleri şöyle anlatır: “O
dönem reklam ajansım vardı. İşe giderken yollar kedi ve köpek ölüsünden
geçilmiyordu. Ajansımın sokağına girdiğimde hayvan cesetlerine basmamak için
çok çabaladım.”
Yıl 1998. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir
görüntü: İskenderun’da bir çöp kamyonunun presi kapanırken bir çift göz...
Aradan 20’den fazla sene geçti. Anadolu’da hâlâ benzer manzaralar ile
karşılaşıyoruz. Ve bu o kadar yaygın bir “uygulama” ki...
Bugün İstanbul’un ormanlık alanları, belediyeler
tarafından tam anlamı ile bir sokak köpeği havzasına dönüştürülmüş durumda...
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) başı çektiği ve ilçe belediyelerinin
de meşru olmayan uygulamaları ile toplumla sosyalleşmiş sokak köpekleri insan
desteği olmadan asla yaşayamayacakları ıssız alanlara sürgün ediliyor. Sokak
hayvanları, kamusal alanın ve kanunun dışına itiliyor ve ne yazık ki bu
politika sürerken o hayvanları sokaklarımıza, mahallelerimize geri getirmek;
getirmeyi geçtim, bulmak çok zor! Yani yönetim şekli ülke için değişse bile
Hayırsızada’daki devlet zihniyeti hâlâ diri ve devlet politikaları bu zihniyet
ile şekilleniyor. Hukuk dışı uygulamaların hiçbirisinin hesabını soramıyoruz
çünkü failler, devlet koruması altında...
Aynı durum, Anadolu ve Trakya’daki çöp toplama alanları,
maden ocakları, otoyol kenarları ve ormanlarda da mevcut.
Tüm bunlar olup biterken, bir de başımıza, daha doğrusu
hayvanların başına devasa toplama kampları belası sarıverildi... Dönemin İBB
Başkanı Kadir Topbaş’ın ana akım medya organları aracılığıyla “müjdelediği” ve
20.000 hayvan kapasitesi ile övündüğü Kısırkaya Toplama Kampı, her türlü toplumsal
muhalefete rağmen açıldı. İdarî yargının “iptal” kararına ve Danıştay’ın da
onama kararına rağmen... İBB Başkanlığı’na seçilen Ekrem İmamoğlu döneminde de
Kısırkaya’daki hukuksuz uygulamalar devam ediyor. Eyüp’ten toplanarak
Kısırkaya’ya kapatılan yüzlerce köpek, zamana yayılarak esaret hayatı
yaşatılarak öldürüldü; 1000’den fazla köpek ise “mahallelerine geri bıraktık”
söylemiyle kaybedildi, köpeklerden hiçbir haber alınamıyor...
Belleksizleştirme denildiğinde aklıma gelen bir başka
mekân ise Gülhane... Osmanlı’da “arslanhane” olarak anılan, yabanî hayvanların
tutulduğu bir yer olan Gülhane, erken Cumhuriyet döneminde İstanbul’a gelip
engelli ya da hasta yaban hayvanlarını kente terk edip kaçan hayvanlı
sirklerdeki hayvanları barındırmak için hayvanat bahçesi olarak faaliyete
başlamış. 2001 yılına gelindiğinde ise, senelerce hayvan hapishanesi olarak
kullanılan Gülhane Hayvanat Bahçesi kapatılıyor ve buradaki en az 1.162 tutsak
hayvanın çoğu öldürülüyor, bir kısmı ise Ankara Orman Çiftliği'ne (AOÇ) gönderiliyor.
AOÇ’ye nakledilen, Gülhane’de yıllarca tutsak edilmiş hayvanların kayıtları
tutulmadığından, AOÇ kapatıldıktan sonra bu hayvanlarının kaçının öldüğü,
öldürüldüğü ve satıldığı bilinmiyor. Ama dönemin Ankara Büyükşehir Belediye
Başkanı Melih Gökçek’in, hayvan hapishanesindeki bazı hayvanlara değer
biçtiğini ve bu tutsak hayvanları satışa çıkardığını hatırlıyorum. Yıllar boyunca halka
teşhir edilen, o şehirden bu şehre sürülen hayvanlara tam olarak ne olduğunu
kimse bilmiyor.
İstanbul’un göbeğindeki Gülhane örneğinde olduğu gibi
kentsel dönüşüm politikalarının birincil mağdurlarından birinin yine sokak
hayvanları olduğunu deneyimledik. İnsanların sürgün edildiği Tokludede’den
kediler, Sulukule’den de köpekler de yerlerinden edildi. Benzer bir “kaderi”, coğrafyamızdaki
2015 yılında süren savaşta gördük: Sur’da yüzlerce hayvan, zorunlu göçe tâbi
tutuldu. İnsanların neler yaşadığını, insanlara neler yaşatıldığını birebir
gözlemleyebildik ama hayvanlara neler yaşatıldığı çok gündeme gelemedi. Sur’da
hâlâ sokak hayvanları, harap edilmiş mahallelerde yaşam mücadelesi veriyor, o
mücadele, Diyarbakırlı hayvan koruma gönüllülerinin desteğiyle sürüyor. Peki ya
insanlar? Suları, elektrikleri dahi kesilip zorla Sur’dan gönderilen aileler?
Sur’da büyük bir belleksizleştirmeyi “beton blok”larda görüyoruz, yıkıma
uğratılan mahalleler, hâlâ beton bloklar ile gizlenmeye çalışılıyor...
Hiçbir belleksizleşme, bir diğerinden daha değersiz
değil. Önemli olan, bence, arada bir hiyerarşik ilişki kurmamak...
Yine bir anımdan bahsederek yazımı bitirmek istiyorum. 7
sene önceki Trans Onur Yürüşü’ne bir pankart ile katılmıştık. Pankartta şu
cümle yazıyordu: “Sokağındaki kuytu köşeyi bile köpeğe fazla gören göz,
muhidindeki transseksüele kin ile bakan gözdür”. Bu pankart, o dönem, birlikte
mücadele verdiğimiz bazı trans arkadaşlarımız tarafından tepki ile karşılansa
da ben hâlâ o pankartın değerli olduğunu düşünüyorum. Daha sonra o pankartı,
2010’da kurduğumuz Yeryüzüne Özgürlük Derneği’nin manifestosu ile doldurduğumuzda,
trans arkadaşlarımız da ne demek istediğimizi anlamışlardı ve bize hak
vermişlerdi. Başına aynı ya da benzer şeyler gelmiş, getirilmiş insanın
haricindeki bir hayvan ile insan arasında ne gibi bir fark var ki, olabilir ki?
Bu pankarttan sonra, yine sokaklarda karşılaştığım başka
bir arkadaşım bana Cihangir’de, Ülker Sokak’ta, devletin ve halkın translara
yönelik gerçekleştirdiği bilumum hak ihlâlinden bahsetmişti. Ve ne kadar da
benziyordu her şey birbirine... İyi ki o arkadaşımla karşılaşmışım, iyi ki
trans hareketle birlikte hareket etmişim. Birbirimizi güçlendirdik,
mücadelemize güç verdik!
Yeryüzüne
Özgürlük Manifestomuz'dan:
İnsanın
kendini hayvandan üstün görmesi demek; tamamen "damak zevki" için
hayvana akıl almaz acılarla dolu kısa bir hayatı ve aynı korkunçlukta bir ölümü
reva görmek; kendini cazip göstermek uğruna onların canlı canlı postlarını
yüzmek; eğlence uğruna onları yıllar boyu süren tutsaklık, işkence ve türlü
yoksunluğa maruz bırakmak; sırf zevkleri ve yalnızlıkları tatmin etmek uğruna
evlere, kafeslere hapsetmek; faydası şüpheli olanlardan da öte gereksizlikleri
tamamen ortada olan, her anı ve tarafı acı ile bulandırılmış
"bilimsel" deneylere tâbi tutmak; "spor" ya da popülasyon
kontrolü adı altında can almayı meşru kılmak; kendi yapamayacağı ağır işleri
yaptırmak uğruna zorla çalıştırmak ve öldürene kadar sömürmek, ölümden sonra
bile tüyünden, tırnağına kadar paraya dönüştürmek; hayvanı süs eşyası ve ticari
mal statüsüne indirgeyip yerinden koparılması, alınıp satılması ve tüm bu süreç
içerisinde yaşam koşullarının dâhi dikkate alınmaması; insanın bencilliği ve
tahammülsüzlüğü nedeniyle hayvanların her gün yaşadığı rutin şiddet ve bunun
çözümü olarak görülen barınak mahkûmiyetleri, rehabilite etme kandırmacası
altında kısırlaştırılmaları, yani soykırıma uğratılmaları ve asla yaşamlarını
sürdüremeyecekleri yerlere sürgüne gönderilmeleri; yine insana hizmet etmekten
öte bir sonucu olmayan hayvan refahı fikri ve yasaları ve de sorumluluğunu
almak istemediği hayvanları ötanazi kılıfı altında öldürmek demektir. Tüm bu
temel hak ihlâlleri, insanın, kendi türü de dahil olmak üzere ötekileştirdiği
ve kendini üstün tuttuğu diğerlerinin yaşam alanlarını pervasızca işgaliyle
başabaş gider.
Bütün
bunlar, insanın kendisinin toplumsal hayatta maruz kaldığı şiddet ve tahakküm
türlerinden ayrı düşünülemez. Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla
gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte
gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını
kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine”
dokunmaktan iğrenen eldir. Belli bir tahakkümü temel alarak toplum hayatına
etki eden sistemlerin değer yargıları ve insanlara verdiği sıfatlar (suçlu,
namussuz, hasta, ahlâksız, mantıksız, deli, çirkin vb.) bu nedenle sorguya açık
olmalıdır.
Toplumsal
alanda şiddet, baskı ve zulüm insanlık tarihinde varlığını hep korumuştur.
Yaşadığımız zaman içerisinde tanık olduğumuz haksızlıklar, bu tarihin getirdiği
izleri ve güçlendirdiği formları taşımakla beraber, şu anki döneme özgü
şekillerde ve yapılarda da vuku bulmaktadır. Patriyarki, milliyetçilik,
ırkçılık ve homofobi, etkilerini gün be gün göstermekte ve hissettirmektedir.
Dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılıkları nedeniyle yapılan
ayrımcılık çok çeşitli ve kompleks şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık
tarihi, ötekileştirilenlerin cinayetleriyle, toplu idamlarla, imhalarla
doludur. Mesela, bir kadının salt kadınlık durumundan dolayı cinsel şiddete uğraması
ile bir eşcinselin yol ortasında kaybedilmesi, aynı erkek egemen düzenin
yarattığı seksist ve heteroseksist zihniyetin ürünlerinden sadece bir örnektir.
Etiketler: kültür sanat, yaşam