31/05/2017 | Yazar: Kaos GL
Küçük yer, kimse ibneyle anılmak istemez. Ağaçlar şahittir yani ilk yarama...

Gezi’nin dördüncü yılında o dönemden bir metin: Küçük yer, kimse ibneyle anılmak istemez. Ağaçlar şahittir yani ilk yarama...
Fotoğraflar: Noir, Gezi Parkı 2013
Sosyolog, çevirmen Pınar Büyüktaş ve transfeminist, yazar, çevirmen, şair Gülkan ‘Noir’ çarkı, parkı, lubunyaları, Gezi’yi yazdı. Gezi’nin dördüncü yılında “Çarktan, Parktan, Yaralardan Direnişe” hikayesini okurlarımızla paylaşıyoruz.
“Biz şair değiliz; şairler şiir yazdılar. Filmci değiliz; filmciler film çektiler. İnsanlar imza attılar, Facebook'tan onu yaptılar, bunu yaptılar. Abi hiçbir şey yapamadık. En sonunda bedenen buraya geldik. Bunu göstermek için... Çünkü demokraside başka bir yol kalmadı, bırakmadı bize yani... En sonunda dedik ki, buradayız ve seni istemiyoruz demeye böyle geldik. Kendimizle geldik.” (Gezi Parkı: Böyle Başkan, 2013)
Gezi Parkı direnişi esnasında çekilen videolardan birinde genç bir adam, bağırmaktan kısılmış sesiyle niçin orada olduğunu böyle anlatıyordu. En sonunda bedenen oraya gitmiş olan bu insanların “bunu göstermek için” dedikleri şey neydi peki? Bu bedenler, bu canlar zaten oradaydı. Ama çoğunluğu burada değillerdi. Park direniş süresince sembolik bir alana dönüşürken tam da bu sembolik alanın kendisi sorgulanmaya başlandı. “Burası” her yer oluyordu ve “her yer direniş” diyen insanların yaptıkları tek şey kendileriyle gelmekti. Yadsınan, tahkir edilen, yaralanan insanların kendileriyle gelmeleri ne demekti?
Biz şairiz, ezelden beri bedenimizi bir şiir gibi kendimiz yazıyoruz. Biz filmciyiz... Seçmediysek de her anımızı bir filmin karesinden dökülen acı-tatlı sekanslar gibi yaşarız... Bedenimizdeki façalar, yara izleri, dövmeler... Kaşımız, gözümüz, bakışımız imza bizim...
Biz, canımız ellerimizin içinde, hep tam buradaydık. Hoşgeldiniz Aşkım...
Buradayız. Alışın. Gitmiyoruz.
Gacılar, rentboylar, lubunyalar... Ellerinde gökkuşağı bayraklarıyla direnişin ilk gününden itibaren orada olduğu söylenen, polisin sert saldırılarına karşı yeri geldiğinde en önlerde mücadele veren, LGBT Blok adıyla çatı bir oluşum altında toplanan lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireylerin yani bazı diğer direnişçilerin deyişiyle orada bulunan bu “delikanlı ibnelerin” nereden geldiklerini sormaya niyetlenmek belki fazla naif hatta hatalı olacak. Zira evvela park, meydan, caddeler, başka semtler ve sonrasında Anadolu'nun pek çok yöresi direnişe katıldığında, direnişin ilk gününden itibaren orada olduğu söylenen gacılar, oğlanlar, lubunyalar aslında hep buradaydılar. Burada ne yapıyorlardı diye sorduğumuzda, LGBT bireylerin kendine has direniş hikayesini okumanın önemi de ortaya çıkıyor. Çarktan, parktan, yaralardan, direnişe akan yazımızda, yaraları sararak, yemeğini paylaşarak kamusal alanın kendisinin nasıl eşcinsel ve trans bireyleri yadsımak, yaralamak ve tanımamak üzerinden kurgulandığını anlatan hikayelerini daimi bir direniş olarak okumayı öneriyoruz.
Dün yine kızlardan birini evinde ölü bulduk. Her allahın günü ölümü cebinde taşımak nasıl bir histir bilemezsin. Şimdi sen orada, huzur içinde kanepende oturmuş, elinde çayın, kahven bir makale. bir kitap okuyorsun. Huzur bizim için sokağın, şiddetin tam ortası. Kızlardan birine bir şey olunca televizyon seyredemem ben, biliyor musun? Sanki bir delirme anı gelecek oracıkta da, “Transseksüel evinde ölü bulundu.” , “Transseksüel Şadan’ın cesedi yol kenarında...” diye ekranda kendimi göreceğim sanırım. Ben canım acıyınca rujumu sürer, çarka çıkarım aşkım.
Tanınma ve arzu
Direnişte örgütsüz bir örgütlenme biçimi olarak LGBT Blok'un çatı bir isim altında hem halihazırda hak mücadelesi veren LGBT örgütlerin bileşenlerini hem de o güne kadar örgütlü politikanın dışında kalan, kalmayı tercih eden bireyleri bir araya getirişi, mücadelenin eylem repertuarını da gösteriyor. “Ben ve benim gibiler” arasındaki ortak nokta, belli bir hak talebinin ötesine geçip tanınma talebine dönüşürken “ben ve biz” arasındaki suni toplumsal sınır da kalkıyor.
Parka çıkarım. Gezi’den, şu Taksim meydanının ortasındaki parktan bahsediyorum. Kızların daha fazla para kestiği başka yerler var elbette. Ama nedense bu beden, bu et, beni sık sık parka atar. Ağaçların içinden geçerken birden çocukluğumun geçtiği o eski şehri anımsarım. Orada da ağaçlarla konuşurdum. İlk kez o ağaçların arasında sikmişti beni beğendiğim çocuk. Ertesi gün tanımadı tabii. Küçük yer, kimse ibneyle anılmak istemez. Ağaçlar şahittir yani ilk yarama...
Parkın yarı aydınlık, yarı karanlık olmasını sevmişimdir hep. Gölgelerin içinde esmeri, kumralı, genci, yaşlısı oturur, nasibini bekler. Sessiz ama gözler işareti almaya hazır bir köpek gibi bekler. O köpek bakışını çok severim. Müteşekkir olur böyleleri... Ya da katil. Kimi evli barklı kimi gelmiş altmışına, yüksek sesle söyleyemez götçü olduğunu; sen bir hediye gibi gelirsin avuçlarına. Ya yoksul ya memur zor bela geçinir. Balamozu, laçosu, dağlısı, ovalısı... Karanlığın içinde, parkta biz şehrin geri kalanından başka bir alemde şehvetle birleşiriz. Bir süreliğine toprağın, ağacın, bankın üstünde, karanlıkta eşitleniriz.
LGBT bireylerin politik alandaki örgütlü varlıkları bugüne kadar daha çok hak ve eşitlik talepleri üzerinden olsa da, genel anlamda kimlik politikası yapan bir grup olarak tanınma mücadeleleri Nancy Fraser'ın “kimlik modeli” diye adlandırdığı yaklaşımla açıklanabilir (Fraser, 2000). Buna göre bireyin kendisi ile ilgili algısını kuran temel öğe diğerleri tarafından tanınmasıdır. Bu minvalde eğer bireyin benliği yadsınıyorsa - ki bu yadsıma ölüm de olabilir, ya da hatalı bir tanınma ilişkisi varsa veya sadece insan olduğu için “kabul ediliyorsa”, bireyin kendisi ile kurduğu ilişki zedelenebilir. LGBT bireylerin özelinde, kimlik temelli mücadelenin temelinde de bu kendisi ile ilişkisi zedelenmiş öz bilinç ve kimliğin yaralanması yatar.
Parkta şehvetle inleriz biz ve kapalı kapılar ardında siz de aynı boku yeseniz bile sokakta iffetlisiniz. İki yüz, iki yara. Bir yara gibi açılır bedenlerimiz. Eşref’miş adı, banka dayadı beni. “Hep böyle bir götü sikmek istedim; “delikanlı adamsın, olmaz!” dediler. Karım çocuğum hepsi bekliyor, sesini çıkarırsan ağzını burnunu kırarım.” “Ah” dedim içimden, “Eşref yarasını gösterdi bana,” ‘Vur be aslanım’...
Çarktan, parktan, yaralardan bahset bana şimdi.
Şimdi ağzımız, burnumuz kan içinde...
Konuş ya da yaz, can bu, hepimizinki can.
Hegel'deki karşılıklı birbirini tanıma üzerinden inşa edilen kimlik anlayışıyla baktığımızda, tanınmanın bizzat kendisi devamlı bir mücadeledir. Seks işçisi transların, geceleri çarka çıkan geylerin yaşadığı görünürlük, kimliğin diğeri tarafından tanınması, esasında Hegel'in yaptığı tartışmada iki öz-bilinç karşılaştığında tek taraflı bir tanınma için girilen ölüm kalım savaşına ve bu mücadelenin kendisinin bir arzu ilişkisi olmasına dayanır. Arzu ilişkisinde, başkası tarafından tanınmayı arzulamanın kendisi bir mücadeledir ve bu arzunun oluşu doğrudan karşılıklı birbirini tanımaya varmaz (Hegel, [1807] 2006). Bilakis seks işçisi transların bedenlerinin görünürlüğü üzerinden benliklerinin tanınmasından söz etmek ne kadar olasıdır?
Ben bu parkta ve çarkta geri kalan birçok yerde olmadığım kadar kendim oluyorum. Kendi olmak bir tekinsizlik, bir yara-lanma hali. Politik gacılar, laçolar bize direnişten bahsediyorlar; ‘toplantılara gelmiyorsunuz’ diyorlar. Acı bir gülümsemeyle bakıyorum gözlerinin içine. Bir sigara yakıyorum. Bak, burası Gezi parkı, gir kız koluma çark edelim birlikte. Evsizler, sokak çocukları, tinercisi, pezevengi, orospusu, dilencisi buradayız. Gel toplanalım, dalgan var mı?
Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'te ele aldığı gibi tanıma ve tanınmanın bir süreçten çok bir koşul olarak mücadele oluşu, bu arzu ilişkisinin mecburi çatışmalı yapısından kaynaklanır çünkü bir öz-bilinç diğerini nesneye dönüştürürken kendisi de nesneye dönüşmemek için direnmek durumundadır (Sartre, 1943). Karşılıklı bir tanınmaya varmadığı noktada bedensel ve duygusal yaralanma-yaralama ve yadsınmaya-yadsımaya geçişe imkan veren ilişki sonucu, arzu ilişkisinden farklı olarak, yalın bir şiddet ve korkutmayla kurulan bir tahakküm ilişkisinden bahsedebiliriz. Öyle ki, gündelik hayatta devamlı kurulmaya çalışılan transfobik ve homofobik tahakküm ilişkisi karşısında yadsınarak, hor görülerek, haysiyeti yaralanarak, bedenleri yaralanarak ve hatta öldürülme ihtimali ile var olan LGBT bireylerin görünürlük ve coming-out yani açılma deneyimleri, tanınma mücadelelerinin en güçlü eylem repertuarını oluşturur.
Sonra biliyorsun işte birden ağaçlara saldırmaya başladılar. Zaten mahalleleri yıkıyorlar; zenginler gelecekmiş. O gece çarka gittiğimde seninle ve arkadaşlarınla karşılaştım orada. Birden bizim balamozlar ağaçların arkasına saklanan hayvanlara dönüştü. Sizler gaz maskeleriniz, bandanalarınız, çadırlarınız, megafonlarınızla kuş gibi kondunuz.. Tanıştık, bazılarınız çok yakışıklı, bazılarınız çok güzel, bazılarınız bizim gibi gariban... Ağzı laf yapan şu ilerideki laçoya alıkasım geliyor. Yeri değil diyor biri, direniş başlıyor.
Direniş başlıyor…
Biz bu zulmü tanıyoruz. Polisin bir böcek gibi bakmasının ne demek olduğunu biliyoruz. Kızlarla oğlanlarla konuşup hemen parkın orta yerine kuruyoruz masamızı. Biz hep aç bırakıldık. Ne karnımızı ne de ruhumuzu doyurmak kimsenin derdi olmadı; çoğu zaman ailelerimizin bile...
Yavru kuşlar gibi ağzımız açık; beslenmeye mahrumdur yazılan hikayemiz.
LGBT blok masasına yığınla yiyecek toplayıp dağıtmaya başladık. Bizden esirgeneni direnenlere vermezsek, aç bırakılanı beslemezsek yazıklar olsun bize...
Şu anarşist kızlardan biri ‘anti kitle örgütlenmesi bu, şahane’ dedi. Nedir adı sanı bilmem ayol ben! İçimizden geldiği gibi doyurmaya baktık canları. Başlatma kız şimdi, antisine kitlesine! Aç mısın?
Bir de polis habire saldırdı durdu. Bizim zamanımızda hortum, cop, sopa, dayak, tecavüz vardı. Şimdi çekirdek gibi atıyor polis gazı. Balamozlar, dağlılar, ovalılar, kasabalılar, orospular, hepimiz orta yerde, hepimiz böceğiz polisin gözünde. Bizim çocuklar ellerinde ilaçlar gözlerini siliyor yananların, diğerleri yaralananlara bakıyorlar. Yangının orta yerine ilk yardıma koşuyor bizim çocuklar... ‘Helal olsun’ diyor kimileri, korkmadan ilk yardıma gidiyorlar diye...
Gülümsüyorum; gir koluma aç bağrını.
Bağrı açık, yarası açık görünce birilerini, duramayız biz yerimizde...
Onur Yürüyüşleri ve farklı görünürlük eyleyişleri bu mücadelenin bir süreç değil bir koşul olduğunu kanıtlar ve eşcinsel ve trans benliklerin kabul edilmesi değil, tanınması talebinin temel koşuluna dönüşmüştür. Her daim “buradayız” demek ve “burada” olmak durumundaki LGBT bireylerin direniş süresince, öncesinde ve sonrasındaki aktif eylemliliklerini de açıklayabilir. Her ne kadar Gezi direnişi ile gelen görünürlük bir ferahlama hissi yaratsa da, mücadelenin nedeni yani tanıma ve tanınma ilişkisinin henüz kurulamadığı, “delikanlı ibne”lere “eyvallah” deyip kabul ederken aynı mahallelerde transların katledilmeye devam etmesi hala beraberce alınacak yolların önümüzde bizi, hepimizi, tam da olduğumuz yerde, burada bizi beklediğini gösteriyor. Buradan itibaren tahayyülümüz gerek mahalle forumlarında gerek gündelik hayatın her alanında Gezi'deki karşılaşmaların hafızasını yitirmeden direnebilmektir. Dolayısıyla bizim arzumuz direnişi queer bir gözle okurken deneyimden gelen farkların ortadan kalkması değil, birbirinin üstüne basmadan bir arada olabilme çabasına dönüktür.
Her kimsen...
Nerdesin Aşkım?
Burası, her neresi ise...
Burdayız Aşkım!
Sözlük:
Şâdan: Ali Arıkan’ın kanser direnişinde hastanede yattığı günlerde Noir’a taktığı Travesti adıdır. Farsça şâd kelimesinden türemiştir. Sevinçli, mutlu, huzurlu anlamına gelir. Şâdan oluş, bir trans kadın oluş, gacı oluş ve ses oluş denemesidir.
Çark: Lubunyalara ait alt kültür dili olan Lubuncada aranmak, dolanmak. Farsça kökenli kelime aynı zamanda tekerlek, devir ve dönme’k anlamına gelir.
Balamoz: Yaşlı erkek ibne (Lubunca)
Laço: Maskülen tavırlı. Çoğunlukla aktif gay ya da straight erkeği imlemek için kullanılsa da queer bir manevrayla laço her bedenin maskülen icrasını imleyebilir. (Lubunca)
Eşref: Arapça kökenli kelime, isim. Daha şerefli, en şerefli.
Alıkmak: Lubuncada kur yapmak, ilgilenmek, sarkmak.
Kaynakça:
Fraser, N. (2000). Rethinking Recognition, New Left Review 3, Mayıs-Haziran, 107-120.
Hegel, G.W. Friedrich ( [1807], 2006). Phénoménologie de l'Esprit, B. Bourgeois, Çev.). Paris: Vrin.
Sartre, J.P. (1943). L’être et le néant: Essai d’ontologie phénoménologique, Paris, Gallimard.
Video: http://www.youtube.com/watch?v=6PSAu-e_pnI&sns=em
*Bu yazı ilk olarak Teorik Bakış Sayı 02, Eylül 2013’te Yatay Direniş Gezi Deneyimi sayısında yer almıştır. (Sel Yayıncılık)
Etiketler: yaşam